- 1148 Okunma
- 7 Yorum
- 2 Beğeni
Güneş Düşmanları
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dokunamazlar ona. Hep o camların ardından, belli bir mesafeyi gözeterek bakmakla yetinmek zorundalar artık. Hasta denen o özel kategoriye ait insanlardan biri çünkü O. Artık gönüllerince yoğurup duramazlar onu, sınırlar çizemezler dünyasının nereye kadar uzanacağına dair. Hastane denen güvenli evde başka bir ailenin ferdi O artık çünkü. Anne, baba, abi, kardeş adı altında onu bir cehennemin içine hapseden gardiyanlar artık öte yanda kaldı. Camın ardında…
Daha birkaç hafta önce söz kesmişlerdi onunla hiç tanımadığı bir adam arasında. Adamın yüzüne bile bakmamıştı. Baksa damgayı yerdi hemen, erkek meraklısına çıkardı adı. Ama adamın kaç büyükbaşı, küçükbaşı olduğuna dair verdiği bilgileri kelimesi kelimesini bellemesine kimse ses çıkarmamıştı. Çünkü kulaklara kimse karışamıyordu neyse ki. Gözler gibi ele vermiyordu onlar sahibini. Neyi duyup neyi duymayacaklarına dair karar verebilmelerini sağlayan engin bir özgürlük alanı sunuyordu bu durum onlara.
Adamın sesini hiç sevmemişti. Fazla yaşlıydı bir kere. Bir erkek sesinde aradığı o şey yoktu. Nasıl demeli, hani dayısının sesindeki onu her şeyden sakınan, çok özel bir yere koyan o sıcak kucak yoktu mesela. Adam davarına yeni bir üye satın alır gibi konuşuyordu. Yeni bir koyun… Zaten bir bakıma da aynı şey değil miydi bu olup biten şey?.. Bir alışveriş söz konusu değil miydi?
Düzen böyle işlemiyor muydu o topraklarda? Kızları davarla eşitlemiyor muydu ’başlık parası’ adı altında dönen o oyun? O kızlar o adamların annesi oluyorlardı sonra. Kendilerini alıp satılan bir nesneye dönüştüren o sisteme bir evlat daha kazandırıyorlardı. "Bile bile lades" diyorlardı yani, daha doğrusu demek zorunda bırakılıyorlardı.
Sevmek sevilmek en büyük günahtı o topraklarda. Alan ve satın alınan vardı sadece. Çünkü topraklar sürülmeli, davarlar güdülmeliydi. Aç kalmamalıydı karınlar. Eğer aşk düşerse gönüllere, kalpler bir yumuşamaya başlarsa, vah ki ne vahtı. O zaman kimse tarlada saatlerce çift sürmek istemezdi. Hülyalı bakışlarla birer gölgeye dönerdi o nasırlı ellerin sahipleri. Yârini düşünmekten kimse bir işin ucundan tutamaz olurdu artık.
İşte O da bu gidişin içinde sürüklenenlerden biri olarak sözlenmişti hiç tanımadığı biriyle. TV’de izlediği filmlerden az çok tanıdığı o bambaşka dünyalarda yaşananlardan hiçbirine benzemeyen, buz gibi bir duyguyla dolmuştu içi. Keşke seyretmeseydi o filmleri! O zaman kıyaslayacak bir dünya da olmazdı kendisininkiyle. “Herkes böyle...” derdi. “Kimse sevmiyor birbirini!”
Ama daha ötesi olduğunu biliyordu. Başka türden evlilikler, başka türden anne babalar… Toprak varsa o filmlerde; çalışmak, tüm gün koşturmak, ter dökmek için değil, aksine dinlenmek, şehir hayatının koşturmasına bir mola vermek, bir parça nefes almak içindi. Parklara, kırlara koşuyordu insanlar işlerinden biraz fırsat bulur bulmaz. Ellerinde tek bir nasır yoktu. Güzel bir elle şefkat aynı bütüne mi dâhildi? Bunu soruyordu kendine ne zamandır.
Ve birden o hastalık çıktı ortaya. Boşlukta beliren bir el gibi… Hani şu filmlerde görüp özendiği nasırsız ve şefkatli olanlarından… Ona uzanıyordu düştüğü yerden kaldırmak için… Sahi nasıl düşmüştü öyle birden?! Sanki dinlenmesi için iki dakika soluklanmayı ona çok görenlere inat bir sürü dakika kazandırmıştı ona, sırf kendine ait.
O filmlerdeki yaşıtı kızların kendilerine ait odaları olurdu her zaman. Saniyeleri, dakikaları… Bir dakikanın içinde gezinebilirlerdi tıpkı odalarıymış gibi. Kimse oradan çıkmaya zorlamazdı onları, "sen bize aitsin" diyen dokunuşlarla. Eğer bir aidiyet ihtiyacı duyarlarsa kendileri çıkarlardı zaten kozalarından… Dakikalarının içinden usulca süzülür, bambaşka bir saatin hüküm sürdüğü bir evrene ayak basarlardı, adına ’aile’ denen.
O filmlerdeki aileler de başka bir âlemdi. Kendisininkine hiç benzemeyen; hapishaneleri, gardiyanları hatırlatmayan türden… Püfür püfür bir esintiyi getiren, varlıklarıyla… Pencereyi güneşe aralamak gibiydi o ailelerin içine girmek… Odandaki gibi tek başına kalamasan da gönüllü olarak sen seçiyordun tekillikten çoğulluğa geçmeyi, kendinle kalmaya duyduğun ihtiyacı giderdiğinde ve yalnız olmak üşümekle eş anlama gelmeye başladığında kapını açıveriyordun birden… Sınırlarının dışına taşmak, genişlemek istiyordun artık çünkü; o sıcacık kucağın bir parçası olmak…
O da öyle bir kucağın içinde mayıştıkça mayışan ruhuyla camın ardına bakıyordu şimdi. Onlar uyuduğunu sansalar da son derece kendindeydi aslında. Ne zaman uyanmıştı; ne zaman onların bir camla ayrıldığını kendinden, ona dokunamayacak, bir şekil veremeyecek kadar uzakta kaldıklarını bilmiyordu. Çok da uzun bir süre olamazdı herhalde. Çünkü şimdiye dek hiç duymadığı türden bir duygu sarmıştı iliklerine kadar içini. Ve daha o kadar yeniydi ki! "Onlar öte yanda kaldı." deyip duruyordu içinden. "Dokunamazlar bana!"
Yoğun Bakım Ünitesi’nde olmalıydı. Filmlerden biliyordu: Böyle bir camla ayrıldıysan her zamanki dünyanın parçası olan insanlardan; annen, baban, kardeşin sana ilk kez görüyormuşçasına keşfetmek isteyen gözlerle bakıyorlarsa… yoğun bir hasar var demekti. Bakıma alınacak kadar örselenmiş, hiçe sayılmış, bulunduğu ortamdan bir an önce uzaklaştırılması gereken, ona daha şefkatle yaklaşacak birilerine muhtaç, yaralı bir kalp… En azından kendisi açısından bakıldığında durum buydu.
Peki, buradan çıkınca ne olacaktı; camlar aradan çekilince? Hem bir an önce öte yana geçmek istiyordu, hem de sonsuza dek burada kalmak… Eğer buradan çıkmak eve dönmek anlamına geliyorsa hayır, asla istemiyordu bunu. Ama eğer onu buraya getiren sorun uzun bir süre için evden uzak kalmasını sağlayacak türden esaslı bir şeyse, hastane bir bakıma evi olacaksa yani bir saniye bile kaybetmek istemiyordu camın ardına geçmek için.
O filmlerden biliyordu hastane arkadaşlıklarını… Oda arkadaşı olan diğer hastaların, hatta sadece onların da değil, doktorların, hemşirelerin, yemeği getirenden tut temizlik görevlisine kadar herkesin yüzünde parıldayan o şefkate öyle ihtiyacı vardı ki! En çok da kalbinde çırpınıp duran o minik kuşun… Eğer bir gün o amansız soğukta donup kalırsa o en sıcak yanı; kalbinde ölü bir kuş, bir gölgeye dönerse bedeni o da bir parçası olacaktı zulmün! Üşüye üşüye o soğuğa alışacak, ona isyan edip bir parça güneş isteyen herkesin en amansız düşmanı olacaktı.
Düzen böyle işlemiyor muydu onun dünyasında zaten?! En çok güneş isteyenler en azılı düşmanı olmuyorlar mıydı sonra o güneşin? Madem çok görmüştü bu düzen bir parça sıcağı onlara, onlar da buz kestireceklerdi ortalığı bundan sonra! Böyle söz veriyorlardı kendilerine. Ancak böyle katlanabilirlerdi çünkü, dinmek bilmeyen bu ayaza. Her tür tebessümü silerek çevrelerinden… Yüzlerde aniden açıveren bir gülücüğü mesela, usul usul okşayan bir eli; öylesine bir bakışı, “oradasın” diyen… Velhasıl pencereden görünen güneşi yüzlere de getiren, hayat bulduran her ne varsa… “Ne oturuyorsun?” diyeceklerdi, biraz şöyle kendini bıraktıysa bir genç kız… Mesela film seyrediyorsa… Bitmeyen bir koşturmada kaybettiği ayrıntıları yeniden yakalıyorsa önündeki o ekranda… Minik minik pencereler açılıyorsa içinde; aşk diye bir şeyin var olduğu bir evreni bölük pörçük de olsa gösteren minik minik delikler... O zaman her şey bir anlama bürünüveriyorsa birden... Dere yatağını bulup okyanusun bir parçası oluyorsa... İşte tam o noktada devreye girmeliydi o güneş düşmanları. Yoksa dayanamazlardı.
Uyandığı belli olmasın diye hemen kapamıştı göz kapaklarını. Ama minicik bir aralık açmalarına izin verebilirdi belki yine, az önce yaptığı gibi… O zaman fark etmemişlerdi uyandığını madem, birkaç saniye için de olsa bu karanlıktan çıkmanın bir sakıncası olmazdı herhalde. Hemen uygulamaya geçirdi bu düşüncesini ve anında kocaman bir gülümseme sardı çehresini. Umut ettiği gibi gitmişlerdi. Artık gözlerini sonuna dek açabilirdi demek ki. Dolu dolu nefeslerle doldurabilirdi içini... Onlar varken hep eksik, hep yarım kalan şeylerden biri de nefesti. Sadece o mu, gülüşü de yarım kalırdı bazen, kalbini çarptıran o gencin zihninde beliren resmi, TV’deki dizi, yudumladığı çay... Nasıl olduysa onu unuttukları, bu sayede gönlünce var olabildiği o nadir anlarda her ne yapıyorsa ya da düşünüyorsa tamama eremeden asılı kalırdı boşlukta. Hiç tamamlayacak kadar vakti olmazdı çünkü.
İşte şimdi resmi tamamlama zamanıydı. Eğer umduğu gibi bu hastanede aylarca kalmasını gerektirecek türden bir hastalık yüzünden buraya geldiyse, bol bol vakti olacaktı yarım kalan şeyleri sonlandırmaya. Kendine ait dakikaları, hatta saatleri, günleri olacaktı. Refakatçi olarak kimse istemiyordu yanında. Ama muhtemelen bu isteği gerçekleşmeyecekti. Böyle önemli bir hastalık söz konusuysa hastanedekiler de birinin yardımcı olması için yanında kalmasını isterlerdi herhalde. Zaten onlar istesin istemesin, ailesi ille de gönderirdi, gerçekte ait olduğu yeri yüzünde taşıyan; gerek sözleriyle, gerek tavırlarıyla unutmak istediği her şeyi gözüne gözüne sokan; tıpkı kendileri gibi, güneş düşmanı birini. Ama buna bile razıydı, önceki yaşamına yeniden dönmektense.
Kolunda ılık bir temas hissetmesiyle birlikte derin bir çift yemyeşil gölde buldu kendini. Çok güzel bir kız vardı karşısında. İçi geçmiş olmalıydı, onun geldiğini fark etmemişti çünkü. "Merhaba" dedi, o yemyeşil gözlerin sahibi, üzerinde hemşire giysisi olan kız. Sıcacık bir tebessüm vardı yüzünde; ne annesinde, ne de aileden herhangi birinde asla rastlamadığı, ancak filmlerde gördüğü türden, sarıp sarmalayan… Bir tek dayısı öyle gülerdi bazen… Başkaları yanlarında yoksa ama… Toplumun aradan çekilip baş başa kalabildikleri o ender anlarda… Oralarda bu türden gülüşler bir tür gedik açmaktı çünkü, saygı denen o duvarda; bu yüzden de bir sevgi ifadesi olarak değil, saygısızlık, fazla laubalilik olarak değerlendirilirdi. Kız öyle düşünmüyor olmalıydı ki, kocaman bir tebessümüm somutlaşmış hali olmaya azmetmiş gibi, gülümseyip duruyordu ona. Tansiyon aletinin koluna sarılı parçasını çıkarırken, “gayet iyi” dedi. “12’ye 7”
Tansiyon değerlerinden çok daha öncelikli konular vardı. Onlar hakkında sorular sormak için öyle sabırsızlanıyordu ki! “İyileşecek miyim?” diye sormak istiyordu en başta. “Hemen gönderecek misiniz beni buradan?” Tabii bu ikinci soruyu içinden sormakla yetinecekti sadece… Onu ilk sorunun içine sarıp sarmalayacak, sonra merakla beklemeye başlayacaktı öğrenmek istediği asıl şeyi: Ne kadar daha ısınacaktı bu sıcacık kucakta? Kalbindeki o minik kuşu donmaktan kurtaracak o güneşi var edecek daha ne kadar zamanı vardı?
YORUMLAR
Birşeyler yazmalı mıyım diye düşündüm, sadece susmalı dedim sonra...Saygıyla.
Mavilikler
Mavilikler
Hiç kabuk tutmayan, bi yerlerde halâ ısrarla kanayan ve ne yazık ki kanamaya devam edecek olan bir yaraya ayna tutmuşsunuz...
Hani bilmek özgürlüktür deriz ne kadar çok şey bilir ve öğrenirsen özgürlüğe o kadar yaklaşırsın deriz ya öykünün kahramanı için durum çok farklı. O öğrendikçe etrafını saran duvarlar yükselmiş. İçinde bulunduğu çaresizlik acımasız kollarını daralttıkça daraltmış.
Bu yüzdendir bir hastane odasının camından yansıyan güneşe sığınması. Çünkü biliyor ki hastaneden çıkınca gene o yüksek duvarlarla örülü hayat ve çaresizliğin o acımasız kolları hapsedecek onu.
Çok kaliteli bir yazıydı kutluyorum arkadaşım...
Sevgiler selamlar...
Mavilikler
Çok haklısınız. Bazen bilmek, özgürleştirmek bir yana daha da beter yükseltiyor duvarları. Eğer o duvarları yıkmanı imkansız hale getiren koşullar ve insanlar hüküm sürüyorsa yaşamında, belki de bilmemek daha iyi... Çünkü içinde bulunduğun durumun bilincinde olsan da hiçbir şey fark etmiyorsa, o duvarlar çevreni sarmaya devam edecekse bilmek acı vermekten başka bir işe yaramıyor maalesef.
Değerli yorumunuz için teşekkürler :))
Merhaba mavilikler
Anadolu da yaşanmış günümüzde yaşanılan ve mevcut geleneklerin sürmesiyle yaşanılacak toplumsal bir yaraya işaret eden Güneşin düşmanları adlı yazınızı okudum.
Yazınızı çok uzun olmakla beraber konuyu dışarıdan bakan ve anlatan bir dille yazdığınızdan dolayı bana yazı diliniz pek akıcı gelmedi.
Yazının girişinden sonraki bölümlerde yaşanılan sorunları özlemleri aranılan şefkat ve mutlulukları yazınızdaki kahramanın dilinden yazmış olsaydınız hem yazı daha kısa olurdu hemde akıcı olurdu.
Bana ait bu düşüncelerimi objektif bir bakış açısıyla dile getirmeye çalıştım.
Çalışmalarınız da başarılar dilerim.