Fevka'ttâbia - 2
-Sultan mı? Hangi sultanmış bu? Selçuk mu, Eyyubi mi?
-Memlûk...
-Memlûk mü? Benim oradan geldiğimi unuttun galiba ihtiyar. Ben saray katibiyim, tüm sultanları ve devlet adamlarını ezbere bilirim.
-Demek saray katibi, ehhehhe...
-Neden gülüyorsun, hiç hayatında saray gördün mü?
-Ehhehhe, sence görmüş olabilir miyim?
-Sanmıyorum, ayrıca Ebu Maali Hasan’ı bana anlatacak değilsin herhalde.
-Hasan da kimmiş?
-Hasan değil, Nasır Bedreddin Ebu Maali Hasan, bilmiyorsan söyleyeyim, şu anki Memlûk sultanı...
-Her neyse, onu anlatacağımı kim söyledi?
-...
-Baybars’ı bilir misin?
-Benimle dalga mı geçiyorsun Bayb...
Ayağa kalkıp gitmeye yeltenirken, ihtiyar sözümü bitirmeme izin vermeden bileğimden kavrayıp bana doğru yaklaştı. Bileğimi öyle kuvvetli sıktı ki, canımın acısından yerime oturdum ve o zayıf parmakların nasıl bu kadar güçlü olabileceğini düşünmeden edemedim.
-Hikayeyi istiyor musun istemiyor musun?
-Pekala, umarım vaktimi boşa harcamazsın.
İhtiyar öfke ve acımayla karışık bir bakış attı. Sonra iç çekip gülümsedi. Gözlerini masaya dikip bir yerden okuyormuş gibi anlatmaya başladı:
-Kuzey’in puslu ve karanlık topraklarında dünyaya geldi derler Baybars için. Buradan da kuzey. Daha soğuk, daha karanlık, daha vahşi. Babası bu uçsuz bucaksız bilinmeyen diyarlarda at süren bir bey, anası da yine bir bey kızı derler. Böylece Baybars da bir beyzadeydi.
-Sana bunu kim anlattı bilmiyorum ama aynı Baybars’tan bahsetmiyoruz sanırım. Baybars bir köleydi.
-Bir kez daha lafımı bölecek olursan delikanlı...
-Peki peki dinliyorum.
-Evet Baybars bir beyzadeydi. Ta ki doğudaki canavar uyanana kadar. Harzemşah’ı titreten, Selçuk’u bezdiren, Hind-i Çin’i sindiren güruh, Baybars’ın babasının topraklarına da ulaşmıştı. Önlerine kattıkları her şeyi bir dalga misali silip süpürdüler. İnsanlar, aileler, ülkeler dağıldı. Bu felaket, Baybars’ı da yabanda at sürerken buldu. Bakıcısını öldürdüler. En sevdiği atına el koydular, Baybars’ı da köle olarak götürüp Karadeniz limanlarından birinde Romalı tüccarlara sattılar. Bundan sonra Baybars ailesini bir daha hiç göremedi.
İşte tam olarak Baybars’ın hikayesinin başladığı, kaderinin döndüğü yer burasıydı. Aylarca bir gemi mahzenine tıkılı olarak oradan oraya sürüklendi durdu. O günlere dair hatırlanacak bir şey varsa, o da rutubetli tahtaların, tuzlu havanın ve çürümüşlüğün zihnine nakşedilen kokusuydu. O günden sonra ne zaman buna benzer bir koku duysa tüyleri diken diken oldu.
Tüm hayatının gemilerde sürünerek geçeceğine kanaat getirdiği ve artık ölmeyi dilediği zamanların birinde bir gün kaderin bir cilvesi ile Akka limanında onu farkeden bir Subay tarafından satın alındığında talihinin döndüğünün henüz farkında değildi. Satın alan subay...
-Evet evet çerkes asıllı bir Eyyûbi subayıydı. Sözünü kesiyorum ama başta anlattığın masal hariç bunları ezbere biliyorum zaten. Subay tarafından Kahire’ye getirilerek Sultan’ın hassa ordusuna katıldı. Zeki ve soylu biri olduğunu kanıtlayarak kısa sürede gözde oldu. Moğolları Ayn Calut’ta bozguna uğrattı. Sultan Kutuz ile yaşadıkları bir anlaşmazlık yüzünden Kutuz’u ortadan kaldırdı ve Sultan oldu.
-Ben anlaşmazlık demezdim. Böyle ezbere anlatması ne kadar kolay değil mi? Tamam belli kısımları geçelim. Moğolları nasıl durdurduğunu biliyor musun?
-Elbette, ilk olarak Baybars saldırdı ve sonra bozguna uğramış görüntüsü verip geri çekilerek Moğolları çepeçevre sardı, seri saldırılar ve neftçi birliği sayesinde tamamını yok etti.
-Bu Baybars’ın bilmenizi istediği şekli.
-Ne demek istiyorsun?
-Evlat ben sadece beni dinle diyorum, ama ukala tavırların kulaklarını sağır ediyor.
Böyle konuşması canımı sıksa da, son kısımla dikkatimi çekmeyi başarmıştı.
-Pekala ihtiyar, öyle olsun, seni dinliyorum.
-Evet umutsuz bir köleyken dediğin gibi kısa sürede gözde bir asker olmuştu ve gerek görünüşüyle gerek zekasıyla gerekse başarılarıyla göz dolduruyordu. Hırslıydı, gözü hep yüksekteydi artık ve emin adımlarla yükseliyordu. Kahire’de bulunduğu zamanlarda Nil deltasının eski sahipleri dikkatini çekmeye başlamıştı. Bunlar medeniyet ve imar konusunda çok gelişmiş bir uygarlıktı. Onlardan öğreneceği çok şey olduğunu biliyordu. Kim bilir ileride devlet kademelerinde yer alırsa geçmişten öğrendiği şeylerin ona faydası olabilirdi. Böylelikle kendine kalan vakitlerini harabelerde, sahaflarda, kütüphanelerde geçirmeye başladı. Öğrendikçe hevesleniyor, heveslendikçe daha çok kaynak arayışına giriyordu. Eski Mısır dilinden yapılan Arapça ve Yunanca çeviriler bir yana dursun, kendisi bizzat bu işle uğraşanlarla çeviri işlerine girişti.
Ancak çocukluğunun kabusu, ailesini, topraklarını, anılarını yok eden Moğol belası tekrar baş göstermişti ve yine dur durak bilmeden ona doğru geliyordu. Bağdat kapılarına dayandıkları ve Abbasi Halifesine teslim şartları sundukları haberleri gelmişti. Abbasilerin askeri olarak parlak olmadığı bir dönemdi ve Baybars sonucu az çok biliyordu. Bağdat’ı da ezip geçecekler, ardından Suriye’yi kuşatıp, Kudüs’ü yakıp, Mısır’a dayanacaklardı. Şu anda bu akını engelleyebilecek bir kuvvet o bölgede mevcut değildi.
Baybars bunca zamandır üzerine düştüğü kadim medeniyetin izlerinde aradığı bir çok soruya cevap bulmuştu. Uzunca yaptığı araştırmalar, gözlemler, kaynaklar ve çabuk öğrenmesi sayesinde o dönem eski Mısır dilini okuyabilen tek kişi haline gelmişti. Moğolların Bağdat önlerinde olduğu haberini duyduğunda da korkuyla karışık ümit de doğmuştu içinde. Çünkü bu belayı defetmek için eğer bir çözüm varsa bunu yine Mısır’da bulabileceğini umuyordu. Firavunların yaptığı savaşları araştırırken o dönemlerde Moğol talanına benzer bir dertten muzdarip olduklarını gördü. Eski Yunanca’dan Arapça’ya tercüme edilmiş üç-dört asırlık bir el yazmasında "Denizci Kavimler" dedikleri istilacı bir halkla mücadeleleri anlatılıyordu. IV. Amonhotep adında bir firavun dönemine kadar bu "Denizci Kavimler" Mısır’ı epey uğraştırmış hatta yok oluşun eşiğine getirmişti. Ancak Amonhotep bir şekilde bu istilacı kavmi bir daha buralara gelmemek üzere püskürtmeyi başarmıştı. İşte Baybars’ın tam olarak aradığı şey buydu. Geceleri sabahlara kadar taş tabletleri, parşömenleri, el yazmalarını ve tercümeleri karıştırdı durdu. Öyle ki bu iş onun için artık tek çözüm yoluydu.
-Yani Sultan Baybars’ın Kıptî dilini okuyabildiğini mi söylüyorsun?
-Evet başlarda sadece okuyabiliyordu. Sonraları yazmaya ve konuşmaya da başladı.
-Peki tek bilen oysa, kiminle konuşuyordu bu dili?
-...
-...
-Artık tamamen Firavun Amonhotep’e takmıştı kafayı. O bir yolunu bulduysa ben de bulabilirim diyordu. Amonhotep’in başlarda başkenti tehlikelerden uzağa, Nil’in kaynağına yakın Yukarı Mısır tarafına taşıdığını farketmişti ve bu tarihten itibaren bütün Mısır tanrılarını reddetmiş, tek bir tanrıya inanmaya başlamış, halkı da buna zorlamıştı. İsmi de artık Amonhotep değil Akhenaten’di.
Baybars firavun gibi başkenti çölün derinliklerine gizleyecek kudrette değildi. Ancak kendisi oraya gidebilirdi. Orada bir şeyler bulmayı umuyordu. Bir gece kendine sadık yirmi adamıyla Nil’i takip ederek bahsi geçen şehre, Akhetaton’a gitmek üzere yola çıktılar. Ertesi sabah da Kahire’ye bir Eyyubi elçisi gelerek, Hülagu’nun Bağdat’ı ele geçirip yerle bir ettiği ve Halife Mustasım Billah’ı atlarına ezdirdiği, kısa süre içerisinde Eyyubilere doğru harekete geçeceği haberini getirmişti. Ardından Baybars yokken Moğol tehdidini fırsat bilen Seyfettin Kutuz halkın ve devlet adamlarının da desteğiyle çocuk yaştaki sultanı tahttan indirerek yerine geçmişti.
Baybars ve adamları geceleri dört nala yolculuk ederek beş günde eski yazmalarda tarif edilen bölgeye varmışlardı. Nil’in kenarına yayılmış harabe şehir ay ışığında tüyler ürpertecek cinstendi. Baybars elinde bulunan taş bir tablete göre Büyük Aten Tapınağı’nı arıyordu. Tahminen tapınağın bulunduğu noktaya geldiğinde ise çok büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Tapınaktan eser yoktu. Burada olmalıydı diye bağırarak boş yere çölün kumlarını tekmeledi, tekmeledi ta ki kumlar dağılıp tapınağın temel taşları görünene kadar. Hemen adamlarına emretti ve kazmaya başladılar. Büyükçe bir alanı temizlediklerinde burasının tapınağın içinin zemini olduğu kanaatine vardılar. Baybars zemine yerleştirilmiş büyükçe bir taşı incelemeye başladı. Bu taş oğlu Akhenaton’un oğlu Tutankhamon tarafından konulmuştu. Yazıda Tutankhamon’un sapkın anne ve babasını öldürdüğü, yaşadıkları sapkın şehrin ve tanrısının yok edildiği, tapınağın da yıkılıp mühürlendiğinden bahsedilmekte, eski dine ve tanrılara dönüş anlatılmaktaydı. Yazının sonunda da mührün korunması konusunda uyarılar vardı.
Baybars adamlarına mührü kırmalarını emretti. Kalın taş bloğun kısıtlı imkanlarla kırılması saatler sürdü. Nihayet sonunda kırıldığında içeriden gelen hava midelerini bulandırsa da aşağı inmelerine engel olamadı. Ellerinde meşalelerle onlarca basamak aşağı indiler ve büyükçe bir salona ulaştılar. Baybars dikkatlice çevreyi ve duvarları inceledi. Salonun ucunda dik bir şekilde ayakta duran bir lahit dışında sadece duvarlarda resimler vardı. Bu çizimlerde de Akhenaton, eşi ve çocukları resmedilmişti ancak Kahire’de bulduklarından farklı ve daha gerçekçi çizilmişlerdi. Özellikle Akhenaton’un kafatası ve boynu uzun, göbeği sarkık, kolları ile bacakları uzun ve şekilsizdi. Baybars bir müddet daha duvarları inceledikten sonra lahite yöneldi. Lahit tıpkı Kahire’de çokça gördüğü kurt kafası olarak şekillendirilmişti. Bu eski Mısır’ın ölüm ve cenaze tanrısı Anubis’ti. Baybars kılıcıyla üst kapağı açmaya çalışsa da başarılı olamadı. Adamlarının yardımıyla lahiti yere devirdi ve hepsi birden kılıçlarıyla vurmaya başladılar. Lahit oldukça sağlam çıkmıştı ancak bir süre sonra darbelere dayanamayarak tam ortasından çatladı. Çatlağın arasından yılan tıslamasına benzer bir ses ve dayanılmaz bir koku çıktı. Baybars ve adamlarının kokuyu duymalarıyla yere yığılmaları bir oldu. Uyandıklarında ise lahitin kapağı açıktı ve içi de boştu. Baybars olanlara bir anlam veremedi. Bir süre daha...
...
Tam bu esnada obada gürültüler duyulmaya başladı. İhtiyar sözünü keserek kafasını kaldırdı ve sesleri dinlemeye başladı. Aniden içeri giren bir Kıpçak askerinin bağırışıyla irkildik.
-Boşaltın!!!
-Neler oluyor?
-Komşu oba saldırıya uğramış, kurtulanları acilen buraya alıp tedavi etmeliyiz.
-Peçenek saldırısı mı?
-Oyalanmayın dışarı!!!
Birden tavernadaki herkes dışarı akın etti. Biz de o kalabalığa karışıp dışarı çıktık. Arkamı döndüğümde ihtiyar gitmişti...
===========================>>>>>>
YORUMLAR
Tarih bilmek büyük meziyet
ve öykülerinde eski mısırı Akhenateni kullanmak apayrı.
gerçekten tarihi olarak yer adlara kişiler olaylar. büyük araştırma ve bilgi işi. ve sen bu konuda ustasın.
gelecek betimlemelerini zaten seviyorum ama geçmiş ayrı bir iş.
bakalım öykü içindeki öyküde olay Athon dinine.
yada Amonun gözündeki tekilliğe gidecek mi. gerçi bu spolier sayılır :) ama senin öykün sayesinde insanlar Yahudilerden önceki ilk tek Tanrılı sistemi öğrenecek mi.
not mısırın çoğulcu tanrı sistemi içerisinde farklı bir yerde olan Athon dinidir.
bide hoş geldin
grafspee
şimdi burada anlatan kadar okuyan da önemli. hele ki okuyan anlatılan konulara vakıfsa, olay ip üzerinde cambazlığa dönüyor. neyse ki kurgunun alan serbestisi kurtarıyor beni. akhenaten'i bilmene de ayrıca memnun oldum. umarım devam bölümleri de hoşuna gider.
Bazı hikayeler bazılarının daha çok öncekilerin ayakları altında kendini bulur..Çiğnenmeye değil aslında bir sonrakiler yol olmaya . Bir kaç hikayenizi daha önce okudum, uçuk bir haya gücüne sahipsiniz. Okuyucuyu o zamana götürmek ve orada onu bulunduğu yerde çivilemek kolay olmasa gerek.
Zamanın içinden kayan hayal gücünüzü zamanımıza gelene kadar izliyorum. Ve tebrikler dost !
sevgiler
grafspee
Hep arkasına sığındığım ama maalesef gerçek olan zamansızlığımdan kaynakla her yazına yorum yaza masamda senin öykülerine bayılıyorum ve mutlaka okuyorum harika yazıyorsun sevgili Fatih kalemine eline emeğine sağlık,gönülden tebrik ederim.
Saygı ve sevgilerimle.
grafspee
İkinci bölümü de aynı zevkle ve heyecanla okudum.
Olaya bir tarihi gerçeklilikten ziyade içinde tarihsel kişi ve olayların da olduğu muhteşem bir kurgu gözüyle baktığım için özellikle anlatıma odaklandım.İşte o konuda üzerine yok.
Evet heyecanla yeni bölümlerini bekliyorum.
Selam ve sevgilerimle.
grafspee
anlatım dili o kadar akıcı ki, hani böyle sanki Akrep Kral ya da Pers Prensi tarzı bir film izliyor gibi oldum. İsimler gerçek, evet biliyoruz. ancak tarihle ilgilenmeyen bir kişi bu olayların ne kadarı gerçek ne kadarı değil, asla bilemez. örnek:ben :) ancak bunun çok da önemi yok. bir dil ille de konuşulmak için mi öğrenilir ya da bazı gizemleri çözmek için de işe yarar mı? ihtiyarın içi bilgi sandığı, umarım sonsuza değin kapanmaz.
ve.. arkası yarın dizileri gibi bitiriyorsunuz, yani nerede bırakacağınızı iyi biliyorsunuz, en heyecanlı yerde 'zınkk!' diye kalıyor okuyucu. e bu da bir başarı.
umarım bu seri daha çok kişiye ulaşır. evet bu tarz şeyler izlediğimiz doğru ama bunu yazıya dökmek ve üstelik bunu Memluklular dönemine uyarlamak cidden ayrı bir lezzet.