Fevka'ttâbia
Güneş iki gündür yüzünü göstermiyordu. Havadaki yoğun sis, teknenin her yanına, hatta kamaralarımıza bile dolarak hem bizi boğuyor, hem de meçhule gittiğimiz hissi yaratıyordu. Kırım’ı geçtikten sonra küçük teknemizle körfezden Don nehrine gireli üç gün geçmişti. Bu mevsimde zaten iyice kısalan gündüzlere, bir de bu yoğun sis ve rutubet eklendiğinde hepten moral bozucu oluyordu. Hava gün geçtikçe serinliyordu. Nehir oldukça geniş ve akıntısı da fazla olmasına rağmen bazı yerlerinde buz tabakaları oluşmaya başlamıştı. Kış şiddetini artırmadan evvel bir an önce görevimizi yerine getirip Kahire’ye dönmeliydik.
Geçen ay saraya gelen Kıpçak elçileri, Sultanımız Ebu Maali Hasan’a Tugorkan Bey’in mektup ve armağanlarını getirmişlerdi. Mektupta dinimizi tanımak istediğinden bahsediyor ve mümkünse bunun için alanında uzman alimler gönderilmesinin mümkün olup olmadığını soruyordu. Sultan, özellikle de Halife böyle bir isteği geri çeviremezdi. İki ünlü molla, altı çırak, on asker, üç Kıpçak elçisi ve ben, saray katibi, yaklaşık bir ay kadar önce bu isteği yerine getirmek üzere yola çıktık. Ben bu yolculuğu gözlemleyip kağıda dökmek için görevlendirilmiştim.
Güneşli Kahire semalarından sonra, bu kasvetli topraklar hepimizin canını sıksa da, beni düşündüren başka mevzular vardı. Kıpçaklardan biri ile konuşurken beyleri Tugorkan’ın Memlûk Sultanına danışma sebebinin çok farklı olduğunu öğrendim. Elçinin anlattığına göre İdil boylarına bir uğursuzluk çökmüştü. Ne olduğunu sorduğumda anlatmak istemedi. Sadece "siz ilk değilsiniz" dedi.
...
Ertesi gün nehrin doğu kıyısından içeriye girinti yapan daha küçük bir nehre saparak derinliğin elverdiği müddetçe ilerledik. Tahminen gün ortasına doğru, nehir iyice yayıldı ve sığlaştı. Sis de düne nazaran epey azalmıştı. Küçük bir balıkçı kulübesinin yanındaki iskeleye yanaşarak tekneyi bağladık ve buradan sonra yaya olarak devam ettik.
Uçsuz bucaksız ve donmuş arazide bir gün boyunca yürüdük. Mollalar kendi aralarında homurdandılar:
-Bizi buralara kadar getirip yürüttüklerine inanamıyorum.
-Halbuki buralarda atların bol olduğunu duymuştum.
Ben o esnada araya girdim:
-Kendileri de yürüyorlar, bize has bir durum olduğunu sanmıyorum.
Bunu söylediğimde mollalar sustu. Elçilerden biri de konuşmalarımızı anlamış gibi dönüp bana göz kırptı.
Nihayet sonunda Tugorkan ve halkının yurtlarını kurdukları araziye ulaştık. Burası iki küçük tepenin arasında akan küçük bir derenin göle döküldüğü araziye yayılmış binlerce çadırdan oluşan bir şehirdi adeta. Çadırların ortasında bir tane diğerlerinden farklı uzunlamasına yapılmış ve bir tane de hepsinden büyük kubbeli bir çadır dikkat çekiyordu. Büyük olan Tugorkan’ın olmalıydı. Tepeden aşağı yürüyerek ve binlerce çadırın arasından geçerek büyük çadırın önüne geldiğimizde hava kararmıştı. Çadırdan çıkan bir kaç adam elçilerle bir müddet konuştuktan sonra elçilerden biri bana dönerek hepimizin ayrı çadırları olduğunu, gidip biraz dinlenmemizi, gecenin ilerleyen saatlerinde Tugorkan’ın bizi kabul edeceğini söyledi.
Çadırımdaki koyun postu serili yatağıma uzanıp tavandaki motifleri inceledim. Kurt ve at motifleri çoğunluktaydı. Büyük çadırın önündeki bayrak ve ahşaplarda at işlemeleri vardı. Sonra yine çevrede hiç at görmediğimi farkettim. Bunları düşünerek bir müddet uyukladım.
Bize eşlik eden elçilerden Togan’ın seslenmesiyle uyandım.
-Tugorkan sizi bekliyor!
Çadırın önüne geldiğimde, molla ve askerlerin gelmiş olduğunu gördüm. Çıraklar dışarıda bekleyeceklerdi. İçeriden birinin işaretiyle hep birlikte içeri girdik. Burası dört ahşap direk üzerine kurulmuş devasa bir çadırdı. İç kısmının tamamı geyik, koyun, kurt, tilki ve benzeri hayvan kürkleriyle kaplanmıştı. Her direğin altı kargı ve kalkanlarla süslenmiş, çadırın ortasında taştan üstü açık bir ocakta büyük bir ateş yakılmıştı. Girişin karşısında kalan köşede yüksek bir zeminin üstünde ahşaptan yapılmış ve yine üzeri postlarla örtülmüş iki tane taht vardı. Soldakinde Tugorkan, sağdakinde ise eşi oturuyordu. İkisinin yanlarında da birer tane mızraklı asker ayakta bekliyordu. Ateşin başına geldiğimizde Tugorkan ayağa kalkarak yanımıza geldi ve sıcak bir şekilde elimizi sıktı.
İki metreye yakın boyu ve geniş omuzlarına nazaran beli ve bacakları ince görünüyordu. Donuk sarı saçları ve mavi gözleri vardı. Dudaklarının kenarlarından aşağı doğru sarkan sarı bıyıklarının dışında yüzünün diğer kısımları traşlıydı. Keskin yüz hatları moğolları andırsa da gözleri çekik değildi. Bizi tahtın önüne kurulmuş yer sofrasına buyur etti ve kendi de bizimle birlikte oturdu. Yine onun gibi sarı saçlı eşinin saçları örülmüş, boynundan önüne doğru sarkarak göğsünden dizlerine kadar uzuyordu. O sofraya oturmamış, sağ dirseğine dayanmış ve ellerini birbirinin üzerine koymuş bizi izliyordu.
Tugorkan mollalarla, askerler de Tugorkan’ın adamlarıyla muhabbet ediyordu. Bense bir yandan konuşmaları dinlerken bir yandan da çevreyi, yüzleri, kıyafetleri inceliyordum. Sultanların soyu buradan gelse de, bizden çok farklılardı. Yüzleri, yaşayışları, adetleri... Uzunca bir süre dini, ticari ve siyasi sohbetten sonra muhabbet Togan’ın teknede bana bahsettiği uğursuzluk meselesine geldi. Tugorkan’ın yüzü bundan bahsederken gölgelenmiş, bakışları donuklaşmıştı. Aynı şekilde eşinin, adamlarının ve muhafızların da suratları asıldı. Belli ki bir korku hakimdi.
-Size danışma nedenlerimden biri de Kıpçak diyarına hakim bir takım uğursuzluklar. Aslında felaket demeliyim. Şu an bulunduğumuz yer asıl yerleşim yerimizden çok çok uzakta. Aylardır göç halindeyiz ve daha mevsimler değişmeden geriye dönmeksizin daha güneye göç etmek durumunda kalıyoruz. Bir saldırı altındayız. Saldırı dediysem ne bir ordudan bahsediyorum ne de elle tutulur bir şeyden. Biz gözümüzün gördüğü hiç bir şeyden korkmadık bugüne dek. Ama bu bambaşka bir şey. Küçük çocuklarımız, kadınlarımız, yabanda gezen adamlarımız, sürülerimiz kayboluyor. Ve tabi ki atlarımız...
Mollalarla birbirimize bakıştık. Togan’a baktığımda kafasını salladı.
-Hırsızlar ya da haydutlar mı?
-Şu koca dünyada hiç bir hırsız ya da haydut kadınlarımıza ve atlarımıza dokunacak kadar aptal değildir. Size bambaşka bir şeyden bahsediyorum. Ne olduğunu çözemediğimiz bir şeyden. Ya da bir şeyler. Önceleri kendi bilgi ve imkanlarımızla çözmeye çalıştık. Bir sonuca ulaşamayınca Bizans’a, Farslara ve Hintlilere danıştık sizden önce. Bizans’tan Vareg Muhafızları geldi önce, sonra Farsların büyücüleri, ardından budist rahipler.
-Sonuç?
-Çevrede onlardan birini görebiliyor musunuz? Yoklar. Ne bir iz ne bir tanık bırakmadan yokoldular. Son olarak Togan’ın önerisiyle halifeden yardım istemeye karar verdik. Din adamlarınızı istememizin sebebi de bunun bilek gücüyle çözülemeyecek bir şey olduğu kanaatine varmamız. Ola ki kültürünüzde, diyarınızda buna benzer bir durum olmuştur yahut bize yardım edecek bir şeyler biliyorsunuzdur.
Mollalardan biri "cin taifesi musallat olmuş olabilir" dedi. Diğeri düşman büyüsünün söz konusu olabileceğini söyledi. Bir müddet burada kalarak neler olduğunu görmek istediklerini, gerekirse devamlı kutsal kitaptan ayetler okuyarak görünmeyen şeylere bir kalkan oluşturmaya çalışacaklarını, dua ve ayet yazılı kağıt ve muskaları obanın her yanına dağıtacaklarını, gerekirse daha büyük üstadlara danışacaklarını söylediler. Tugorkan hafifçe gülümsedi.
-Bizi bu dertten kurtarırsanız, en azından neyle karşı karşıya olduğumuzu bize söyleyebilirseniz, her istediğiniz veririm. Hatta bundan kurtulursak halkım ve ben dininizi öğrenmek için daha istekli olacağız.
-İnşallah Tugorkan Bey, elimizden gelenin fazlasını yapacağız. Allah’ın izniyle bu musibeti de başınızdan defedeceğiz.
...
Geldiğimizden beri bir hafta geçmesine rağmen kayda değer bir olay olmadı. Mollalar çevreyi gezerek, halkla konuşarak ne tür bir şeyle karşı karşıya olduklarını anlamaya çalışıyorlar, askerler ise Kıpçak süvarileriyle avlanıyorlardı. Bense günümü taverna olarak kullanılan uzun çadırda insanlarla konuşarak bu coğrafyayı ve kültürü tanımaya çalışıyordum.
O gün yine yeni bir şeyler öğrenme umuduyla büyük çadıra girdim. Şöyle bir çevreye bakınırken girişe yakın masada oturan bir ihtiyarın arapça seslendiğini duydum. Ben kıpçak dilini biliyordum ama buralarda arapça bilen biri beni şaşırtmıştı. Şaşkınlığım geçince masasına oturdum:
-Selamunaleykum ihtiyar.
-Ve aleykum selam.
-Bana mı seslendin?
-Evet, bu ihtiyara yiyecek bir şeyler alır mısın, fena halde acıktım.
-Tabi ki ama karşılığında biraz muhabbet etmek, bilgi almak isterim.
-Karşılıklı yapacaksan ne hayrı kalır. Ne bilgisiymiş bu?
-Merak etme önemli bir şey değil. Sadece buraları tanımaya, öğrenmeye çalışıyorum. Tabi ilginç bir şeyler anlatmak istersen de dinleyebilirim.
-Kıpçakların atalarından bahsedeyim sana.
-Bunu bu obanın çocuklarından bile öğrenebilirim. Bu yaşa kadar daha ilginç şeyler görmüş olmalısın. Onlardan bahset.
-Pekala o halde Oğuz boylarını anlatayım.
-Haydi ama, güzel bir öyküye karşılık sana koca bir koyun budu alacağım.
İhtiyar başı öne eğik bir süre düşündü. Sakalını sıvazladı. Parmaklarını sanki birer yüzük varmışçasına tek tek ovuşturdu. Bir süre kendiyle mücadele eder gibiydi. Sonra kendi kendine gülümsedi. Bana baktığında gözleri parlıyordu.
-O halde sana Sultan’ın hikayesini anlatayım...
================================>>>>>>>>>>>>>>>>
YORUMLAR
kardeşim bu İslam'a giriş zamanlarını anımsattı bana. uzun zamandır aklımdaydın, yazman iyi oldu.
yalnız trend üzerinden diriliş ertuğrul çadırları aklıma gelince, soğuyorum. tarihi tv'de öğrenen nesil var. bu nesilde genç değil, orta, yaşlı nesil bile aynı seviyede kafayı çalıştırıyor.
murat bardakçının programında hani, adamın tavırları pek sevilmez ama iyi mi kötü mü olduğu sana kalmış yargısal noktalarda yine de düşünce çok farklı incelenebiliyordu orada. yalnız sana özgü insan olmayan taifelerden de yine bahsetmişsin. bilinçaltında bir ara çok taktığın belli bu mevzuya.
güzel olmuş gelmen, ekle de okuyalım bakalım. (bu arada başta söylediğim nokta, islama girişten çok sonrası bu olay, ben karıştırdım. kıpçaklarla karluklar arasını karıştırdım. doğru evet. memluklar :) )
grafspee
her ne kadar revaçta bir konu gibi görünse de, farklı telden ilerleyecek diye umuyorum. evet bir takım taife var ama bakalım ne çıkacak. kıpçak karluk farketmez, hepsi bizden :)
Sevgili Fatih, öncelikle uzunca bir süreden sonra senin yazını okumak güzeldi deftere hoş geldin. Seni ve harika öykülerini özlemiştik. Samimi söylüyorum geçenler de birkaç kez aklıma düştün. Kendi kendime umarım bir sorunu yoktur dedim, şimdi sayfaya girdiğimde (grafspee) ismini ve yazını görünce çok sevindim.
Dostum tarihin derinliklerinde yolculuk yaptığımız öykünü beğeniyle okudum gerçi ‘’devam edecek’’notunu düşmemişsin ama umarım bu öykünün devamı vardır.
Kaleminize emeğinize sağlık
saygı ve sevgilerimle.
grafspee
seri yazıları pek sevmem ama ne yalan söyleyeyim, bölüm bittiğinde, "hayır yaaa" dedim... öyle güzel bir anlatım dili ki, gözünüzde canlanıyor. olay 1350'lerde geçiyor, zor yani o zamanı tasvir etmek.. ve ince detaylar, kurt ve at motifleri, vahşi hayvan derileri ve eski alışkanlıklardan kalma belki, batıl birtakım inançlar..
merak uyandırıyorsa bir seri yazısı, amacına kesinlikle ulaşmış demektir. umarım okuyabiliriz... çok iyiydi.