- 1190 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YIKILAN HAYALLER (1. Bölüm)
Postacı zile basıp, kapıyı açan kadına ‘’ Rasim Bey’in eşi misiniz? ‘’ diye sorduğunda, kadının yüzünün rengi kireç gibi bembeyaz oldu. Evet anlamında başını salladı. Postacının, ‘’Eşiniz adına bir tebligatınız var. Lütfen, zarfı aldığınıza dair şu kısmı imzalayınız.’’ dediğinde, kadının tedirginliği daha da arttı. Eli titreyerek, kalbi küt küt atarak postacının gösterdiği yeri imzaladı, zarfı alarak içeriye girdi. Bin bir endişe ve korkuyla zarfın kenarını yırtarak içindeki kağıdı çıkarıp bir solukta okudu. Okumaz olsaydı, keşke bu yazılanlar yalan olsaydı. Dünyası sanki başına yıkıldı, olduğu yere bir taş yığını gibi yığılıp kaldı. Başını ellerinin arasına aldı ve dakikalarca ağladı.
Kocası Rasim Bey ithalat-ihracat işleriyle uğraşan özel bir iş yerinin muhasebe bölümünde müdür olarak çalışırken iftiraya uğramış, sonunda suçsuzluğu anlaşılmış, ancak bu durumu onuruna yedirememiş, prim gün sayısını doldurmuş olduğundan üç yıl önce kendi isteğiyle emekli olmuştu. Almış olduğu emekli ikramiyesi ancak borçlarına yetmişti. Tabir yerindeyse uçan kuşa borçları vardı ve tek çözümü de bu emekli ikramiyesiydi. Hazıra dağ mı dayanırdı? Ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmamış, her geçen gün sağa sola borçlanarak bu günlere gelmişlerdi. Kocası emekli olduktan sonra büyük bir boşluğa düşmüş, ‘’ Bu günler de geçecek hanım, hele biraz daha sabır. Bir gün çok zengin olacağım, çok paramız olacak.’’ diyor başka bir şey demiyordu. Rasim Bey öğleye doğru evden çıkıyor, geç vakitlerde eve dönüyordu. Bazı geceler eve gelmediği de oluyordu. Kumara da alışmıştı. Üç lira kaybettiyse bir lira kazandığı günler de olmuştu ama o da devede kulak kalırdı. Hep zarar, hep zarardı. Cebinden at yarışı kuponları ve şans oyunları kağıtları çıkıyor, karısı çamaşır yıkadığı zamanlarda bu kağıtlara her rastladığında kocasını uyarıyor, ‘’ Yapma Rasim, kurbanın olayım oynama böyle oyunlar, çoluğun çocuğun nafakasını verme böyle şeylere. Diri diri koyma beni mezara’’ diyor, Rasim Bey her defasında, ‘’ Bu son hanım, şerefim, namusum üzerine söz… Bir daha oynamayacağım. Hele çıkacak olan bu büyük parayı bir alayım, söz bir Allah bir, bir daha kumar mumar oynamayacağım. İçime doğdu, çok zengin olacağız, sizi krallar gibi yaşatacağım. Bizim zenginlerden neyimiz eksik? Yıllardır it gibi el kapılarında çalıştım. Ciğerleri beş para etmezlere elpençe divan durdum. Haklıyken haksız durumlara düştüm. İtildim, kakıldım, iftiraya uğradım. Bir paçavra gibi kapı önüne atıldım. İyi kötü maaşım vardı, şimdi de var ama, yarıya indi. Ne geçti elime? Koca bir hiç… Dünün müdürü Rasim Bey, oldu sarhoş Rasim... Elbet bir gün ben de zengin olacağım, ahacık şuraya çiziyorum, o zaman paraya para demeyeceğim, el mi yaman, bey mi yaman.. Kimmiş Rasim, görsünler! ‘’ diyor, başka bir şey demiyordu.
Bu kez durum vahimdi. Eve icra kağıdı gelmişti. Altı aydır ev kirasını ödeyememişler, ev sahibi Şeref Bey de, tüm iyi niyetine rağmen icraya vermek zorunda kalmıştı. Hayat şartlarının ağırlığı onu da etkilemişti. Şeref Bey yıllar önce bir banka şubesinden emekli olmuş, elindeki avucundakini emekli ikramiyesiyle birleştirerek iki katlı bir ev satın almış, alt katı Rasim Bey’lere kiraya vermişti. Her ay düzenli olarak kirasını ödeyen Rasim Bey, emekli olduktan sonra iyice geçim sıkıntısına düşmüş, kasaba, manava olan borcu birikmiş, üstüne üstlük kredi kartı borçlarını kredi kartlarıyla ödemeye çalışmış, borçlar azalacağına artarak devam etmişti. Bankalardan da tebligat gelmesi eli kulağındaydı. Kurtuluş ümidi olarak kumara bel bağlamıştı. Battıkça batıyor, kumar illeti onu her geçen gün dibe çekiyordu. İcra gelsin gelmesine de, evde ne vardı da neyi alacaklardı? Çoğu kırık dökük eskimiş eşyalar… Yeni aldıkları, daha doğrusu yeni almak zorunda kaldıkları buzdolabının borcu bitmemişti. Yirmi yıllık buzdolaplarının motoru yanmasaydı eskisiyle idare ederlerdi ama, yaptırmaya kalksalar bu kez de başka arızası çıkacaktı. Kadın, icra zarfı elinde tüm gün ‘’Bir çaresi, vardır mutlaka bir çaresi. Kurban olduğum Allah’ım sen bize yardım et. Çocuklarımın yüzüne bak, bizi ele güne rezil etme.’’ diyerek iki gözü iki çeşme ağladı durdu.
Biri erkek, biri kız olmak üzere iki çocukları vardı. Oğulları Kemal, üniversitede okuyor, aynı zamanda yarı zamanlı bir işte çalışıyordu. Rasim Bey, oğlundan para istemiş, Kemal ise, aldığı paranın kendisine zar zor yettiğini söyleyerek babasıyla tartışmış, annesinin araya girmesi fayda etmemiş, ceketini aldığı gibi evden çıkmış ve bir daha da eve dönmemişti. Kızları Yeşim lise son sınıfta okuyordu. Bu yıl üniversite sınavına girecekti. En büyük amacı iyi bir okula yerleşmek ve okumaktı. Tıp okumak, doktor olmak istiyordu, bir taraftan da ‘’ Bu yokluk içinde bir de benim okul masraflarım çıkacak. Kolay mı tıpta okumak? Ey güzel Allah’ım, sen bize yardım et!‘’ diye içinden dualar ediyordu. Ağabeyi Kemal, okuluna gelerek arkadaşlarıyla birlikte ortak bir ev tuttuklarını, akşamları işte çalıştığını, gündüzleri de üniversiteye devam ettiğini söylemişti. Bu müjdeli haberi annesine verdiğinde dünyalar Kerime Hanım’ın olmuş, ‘’ Yeter ki oğlumun canı sağ olsun, yeter ki okusun. Kapımız her zaman ona açıktır. Bayramda babasıyla inşallah barışır. O, tek okusun, nerede mutluysa orada yaşasın canım oğlum.’’ demişti. Babası Rasim Bey ise sessiz kalmış, ağzından bir tek söz çıkmamıştı.
Yeşim, odasından çıkıp da salona girdiğinde annesini ağlar vaziyette buldu. Annesi Kerime hanım, gözyaşlarını silmeye çalışarak masanın üzerindeki zarfı kızının görmemesi için saklamaya çalıştıysa da başaramadı. Yeşim annesinin elindeki zarfı çekercesine alıp okuduğunda, ‘’ Olamaz! ‘’dedi de başka bir şey demedi, diyemedi. Anne mi kızını teselli etsin, kızı mı annesini? İkisi de bir süre sessiz kaldılar. Yeşim kendisini toparlamaya çalışsa da, ağlamaklıydı, yüzünden düşen bin parçaydı. Sert ve koşar adımlarla odasına girdi ve bir daha da dışarı çıkmadı. Düşündü, düşündü, saatlerce düşündü. Bir çözümü var mıydı? Şimdi ne olacaktı? Ağabeyi Kemal’in evi terk etmesinden sonra bir de bu durum çıkmıştı. Gece boyunca düşündü durdu. Odasının kapısına gelen annesi, kapıyı hızlı hızlı vurdu ‘’ Bir ses ver kızım. Aç kapıyı, kurbanın olayım aç kapıyı.’’ dedi, başka bir şey demedi. Yeşim, ağlamaktan şişmiş gözleriyle annesine kapıyı açtığında iki bahtsız kadın birbirlerine sımsıcak ve içten sarıldılar. ‘’ Annem, canım annem, yemeyip bize yediren, giymeyip bize giydiren canım annem. Kara bahtlı, talihsiz annem. Geçecek bu günler, göreceksin bak, biz bu günleri atlatacağız.’’ dedi Yeşim ağlayarak.
O gece Rasim Bey eve gelmedi. Sabaha karşı eve geldiğinde, daha doğrusu karga tulumba eve getirildiğinde zil zurna sarhoştu. Taksi şoförü de olmasaydı, evin kapısını bulamayacaktı. Bereket, taksi şoförü Rasim Bey’i tanıyordu, bu şekilde eve kendisini götürdüğü çok olmuştu. Taksici bir anlamda Rasim Bey’in özel şoförü gibiydi. O olmasaydı, değil kapının önüne, sokak ortasına sızıp kalacak, ele güne karşı yine rezil, maskara olacaktı. Kerime Hanım her zamanki gibi şimdi de kocasının koluna girdi, yer yer kusmuk bulaşmış ağır kokular içinde, ceketinin koluna yapışarak ve bir köpek leşi gibi sürükleyerek yatak odasına götürdü, son bir gayretle yatağın üzerine bir çuval gibi bıraktı. Rasim Bey’in yarı ölü bedeni öylece sızıp kaldı.
Bir keresinde taksi şoförü yine çok geç vakitlerde evinin önüne bırakmıştı da, evinin yolunu şaşırmış, yanlışlıkla bir başka evin kapısını çalmış, dayak yemesine ramak kalmıştı ki, gürültüye uyananlar onu tanımışlar da, komşuların elinden zor almışlardı. Bir keresinde de, almış olduğu alkolün etkisiyle sallana sallana evine gitmek için sokakta yürürken dengesini kaybedip kafasını kaldırım taşına vurmuş, gecenin koyu karanlığında onu hiç kimse fark etmemiş, sabaha kadar sokakta baygın vaziyette yatmıştı. Okula ve işe gitmek için erken saatte yola çıkanlar Rasim Bey’i uzunlamasına sokak ortasında ölü gibi yatmış vaziyette gördüklerinde başına birikmişler, hatta emniyeti arayanlar bile olmuştu. Okula giden bir çocuk Rasim Bey’i tanımış, ‘’ Bu amcanın adını bilmiyorum ama bizim mahallede oturuyor, ‘’Sarhoş Amca’’ deriz biz. Evleri de aşağı sokakta. ‘’ demişti. Polis memurları geldiğinde, durumun farkında olmayan Rasim Bey’i uyandırmışlar, bu kılıksız, bu ne idüğü belirsiz, nursuz adamın suratına tüm ahali şüphe ve kuşkuyla bakmıştı. Kimliğine bakan polis memuru, onun arananlardan olmadığını kimlik bilgisi sorgulamasından sonra anladığında, daha dikkatli olması konusunda uyarmış, yerden toz toprak içinde kalkarak evine zar zor gidebilmişti.
Sabah olduğunda Yeşim, oda içinde hapis olup kalmış bu ağır içki ve kusmuk kokusunu fark ederek ‘’ Babam gelmiş, uyuyor olmalı.’’ dedi. Ocağa çay koyup kahvaltıyı hazırladı. Annesi de uyanmış, uykusuz ve yorgun gözlerle düşünceli düşünceli kızının hazırladığı sofraya oturdu. Ana kız, adına kahvaltı denirse kuru bir parça ekmek, kalan üç beş tane zeytin, tabakta kalan son peynir parçasını yemeğe çalışarak yarı aç yarı tok sofradan kalktılar. Yeşim, okuluna gitmek için son hazırlıklarını yaptı, kafasında bin bir soru işareti, düşünceli düşünceli, giymekten eskimiş, altı delinmiş, dikişleri patlamış ayakkabısını ayağına geçirdi, başı önünde, tanımlayamadığı bir eziklik içinde evden dışarı çıktı.
(Birinci bölümün Sonu- Devam edecek)
Vecdi Murat SOYDAN
29/05/2016-Isparta