- 633 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
"Ben" Dilinin Erdemi
Anne, okuldan eve geç dönen sekiz yaşındaki çocuğunu kapıdan girer girmez, çatılmış kaşları, öfkenin allak bullak ettiği yüzü ve ortalığı çınlatan sesiyle karşılıyor:
“Nerde kaldın bu saate kadar? Sana kaç kez söyledim, okuldan çıkar çıkmaz doğru eve gel diye? Sen, ne laf anlamaz bir çocuk oldun böyle? Geç kalırsam annem üzülür diye, bir kez olsun düşünsen kıyamet mi kopar? Nerde sende o duyarlık!”
Anne, deyim yerindeyse paçavrasını çıkarıyor çocukcağızın. Onu sorgulamakla, yargılamakla kalmıyor: bir de suçlayıp aşağılıyor. “Sen” diye başladığı saldırgan konuşmasını, yine “sen” diye bitiriyor.
Bu anne, o denli yeniliyor ki öfkesine, ağzından çıkanı kulakları duymuyor.
Oysa günümüzde artık polise, jandarmaya bile yakıştıramıyoruz “sen” dilini: savcıya, yargıca asla. Üstüne üstlük, bu kişi ne polis ne jandarma ne savcı ne de yargıç. O, bir anne. Koşulsuz sevginin, sevecenliğinin, duyarlığın simgesi, sığınılacak en güvenilir bir liman olması gereken insan.
Rüzgâr eken bu anne, ileride kim bilir ne fırtınalar biçecek.
Okuldan yine geç dönen, yine sekiz yaşındaki çocuğunu bir başka anne ise kapıdan girdiğinde, “Hoş geldin canım!” diyerek kucaklıyor. Ardından, gününün nasıl geçtiğini soruyor ve çocuğunun verdiği yanıtı dikkatle dinliyor.
Sonra, “Gel, seninle şuraya oturalım biraz. Sana söylemek istediğim bir şey var.” diyor.
Salondaki masaya karşılıklı oturuyorlar. Anne, güleç yüzü, sevecen bakışları ve sevgi yüklü sesiyle söze başlıyor:
“Canım benim! Okuldan çıktıktan sonra zamanında eve dönmediğinde, başına bir şey gelmesinden korkuyorum. Çünkü o zaman senin nerde olduğunu bilemiyorum. O nedenle okuldan çıkınca doğru eve gelmeni istiyorum. Olur mu çocuğum?”
Çocuk, çok sevdiği annesini üzdüğünü anlıyor. Annesini çok sevdiği için, onu bir daha üzmemeye karar veriyor. “Peki anneciğim. Bir daha sokaklarda oyalanmadan eve geleceğim.” diyor.
Anne, çocuğunu sorgulamayı, yargılamayı, suçlamayı, hırpalamayı, aşağılamayı aklının ucundan bile geçirmiyor. Yalnızca, çocuğunun geç kalışının kendisinde yarattığı duygu ile konuya ilişkin isteğini “ben” diliyle ona iletiyor.
Bu barış dili, çocuğu annesine daha da yakınlaştırıyor; çocuğun özgüveni, yaşama tutunma isteği biraz daha güç kazanıyor.
“Ben” dili, yalnızca anne-çocuk iletişimine özgü bir dil değildir kuşkusuz. Kendini bilinçli, aydın, uygar sayan; kim olursa olsun, her insana saygıyı demokratik yaşamın gereği bilen herkesin dilidir.
İnsanımız, yediden yetmişe büyük çoğunluğu ile “ben” dilini kullanmaya başladığı;
“Gel!”, “Git!”, “Yap!”, “Otur!”, “Kalk!” buyurganlığı ve baskıcılığının kimseyi yüceltmediğinin farkına varıp onların yerine “Gelir misin?”, “Gider misin?”, “Yapar mısın?”, “Oturur musun?”, “Kalkar mısın?” dilini ve bunların çoğullarını kullanmaya geçtiği;
İnsan, gerekli ruhsal olgunluğa ulaşıp tam anlamıyla insanlaştığı zaman, çok daha üst düzeyde bir yaşantıya kavuşmuş olacaktır.
Ruhsal olgunluğa ne ile nasıl ulaşacağız? İnsanlaştığımızı nasıl kanıtlayacağız? İleride bunlara ilişkin düşüncelerimi de yazmak istiyorum.