- 1840 Okunma
- 10 Yorum
- 2 Beğeni
Saydam
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Saat sabahın yedisi. Bu saatte otobüse binebilmek için gerçek bir şanslı olmam lazım. Ben şanslı değilim. Olmadığım bir şeye de inancım yok. Yarım saat bekleyip otobüse binemeyeceğimi anladıktan sonra pes edip ilk gelen dolmuşa kendimi atıyorum. Yol uzun. Trafik berbat. Ulus’a gelince iniyorum. Yürümem gerekiyor. Düşünmem gerekiyor. Yalnız kalmam gerekiyor. Bütün kalabalıklarda yalnız hissettiğim için hiç zorlanmıyorum. Gençlik Parkı’nın köşesinde duruyorum. Çantamın içinden zar zor bulup çıkardığım sigara ve çakmağı elime alıyorum. Çakmak bir türlü yanmıyor. Sesini duyana kadar fark etmiyorum mavi gözlü, yaşlı amcayı. ’Yanmıyor boş ver içme’ diyor. O sırada yanıyor sigara. Bana gülümsüyor. ’Tüh yandı’ diyor. Ben de ona gülümseyip ona doğru yaklaşıyorum. Önünde, üzerinde ’elli kuruş’ yazılı bir baskül duruyor. Hayırlı işler diyorum. Kulakları ağır işitiyor. Bir şeyler anlatmaya başlıyor. Ben bir şey sormuyorum, kendiliğinden anlatıyor. Gençlikte birkaç yıl sigara içmiş sonra doktor sigarayı bırakacaksın diyince mecbur bıraktım diyor. Ben diyor yetmiş iki yaşımdayım. İnanması güç. Bir kendi ruhumdaki ihiyarlığıma, bir onun gözlerindeki gençliğe bakıyorum. ’Çocuğun var mı?’ diyorum. ’Altı tane çocuğum, onyedi tane torunum var’ diyor. ’Sana bakmıyorlar mı?’ diye soruyorum, duymuyor. Söylediklerimin bazılarını hiç duymuyor. Tekrar soruyorum biraz daha yüksek sesle. ’Onların da kendi sıkıntıları var, hepsi kirada oturuyor’ diyor. Elli kuruşa gelip geçeni tartıp nasıl geçindiğini hayretle dinliyorum. Dörtyüz lira kira ödediğini anlatıyor. ’Müşterilerimden Allah razı olsun hepsi de çok vefalıdır’ diyor. Söylediğine göre kimisi hergün gelir beş, on, kimi zaman yirmi lira verir, hasta olup gelemediği günler onun için endişe ederlermiş. Yaptığı işi, gelen müşterileri, oturduğu o köşeyi çok sevdiğini yüzünden, sesinden, gülümseyişinden anlamamak mümkün değil. Sigaram bitiyor. ’Allah yardımcın olsun’ diyerek uzaklaşıyorum oradan. Tuhaf bir vicdan azabı ve suçluluk duyuyorum. Sanki adaletsiz olan dünya değil de, benim! Zor durumda olan herkesin yaşadıklarından bir parça olsun kendimi sorumlu tutmak gibi acayip huylarım var. Bu suçluluk verici his adım attıkça uzaklaşmaya başlıyor benden. On adım, on beş adım derken yirmi adım sonra amcayı kafamdan atıyorum.
Opera’nın önündeyim. Trafik tamamen kenetlenmiş bir durumda olduğundan dolayı en iyisi yola yürüyerek devam etmek. Köprünün tam altından geçerken arka sağ ayağı muhtemelen yaralı bir köpek, ezilmekten kıl payı kurtularak koşuyor önümden. Her yanı pislik içinde. Dünyaya bu köpek olarak gelmiş olabilirdim diye hayal ediyorum. Her gören haline acıyor olmalı köpeğin. Kahverengiyle sarı arası kangal cinsi iri bir köpek. Köprünün uç tarafına doğru, sağ arka ayağı havada sekerek hızla koşmaya çalışıyor. Sanki yetişeceği bir yer varmış gibi. Oysa tek derdi bir gün daha hayatta kalabilmek.
Trt binasının önündeyken gelen telefonla hırsla yürüdüğüm yola ara verip, yürüyüş yolundaki banka oturuyorum. Parkın içinde en sevdiğim türden büyük büyük ağaçlar var. Hemen önümde duran ağacın tüm gövdesini sarmalamış olan sarmaşığı izliyorum hayranlıkla. Yetinmeyip resmini çekiyorum. Az ileride polisler var. Bir aracı sağa çekmiş bir şeyler konuşuyorlar. Sol koltuktan inen hayli entel adam umarsızca kolunu arabanın kapısına dayamış bir şeyler anlatıyor. Kafasında seksenli yılların moda fötr şapkalarından var. O sırada beklediğim kişi geliyor. Parktan çıkıyorum. Birlikte Sıhhıye’ye doğru devam ediyoruz. Nefesim kesiliyor. Uzun zamandır yürümediğim için hemen tıkanıyorum. Kendime karşı hep bir hırs var içimde. Yürüdükçe daha da artan bir hırs. Düşündükçe daha da büyüyen ama konuşmalarla bölünen sıkıntım yavaş yavaş azalıp kendini durağan bir hale getiriyor.
Bir dükkana giriyoruz. Hayalimdeki gibi sevimli bir dükkan. Sahibesi sıcakkanlı ve doğal. Çay içiyoruz. Bizim memlekette en gerçek şey çay çünkü. Kötü adamlar bile çay içiyor. Aslında iyi niyeti en fazla temsil eden şey olması gerekirken, bütün halkın resmi içeceği olarak ilan ediliyor. Orada oturduğumuz süre boyunca dört veya beş bardak çay içiyorum. İşlerin kötü gittiğini anlatıyor dükkan sahibesi. Patlamalar olana kadar işlerinin iyi gittiğini ama patlamalardan sonra bir türlü düze çıkamadığını söylüyor. Kepenk indiren öyle çok esnaf var ki Kızılay’da. ’Eskisi gibi gelmiyor insanlar, korkuyorlar’ diyor. Dinledikçe omuzlarım düşüyor. Karşımda borç içinde yüzen gencecik bir kadın var. Yine kendime ayırdığım tuhaf bir suçluluk hissi doluyor içime. Günlerce bu kadını düşünüp üzülecek, onun için kurtuluş olabilecek şeyler hayal edeceğimi biliyorum. Hiçbir şey yapamayacağımı anlayıp, konuştukça daha da can sıkıcı hale gelen kesatlığı kapatıp oradan uzaklaşmak istiyorum. Çıkıyoruz.
Uğrayacağımız birkaç yer daha var. Hiç gitmek istemiyorum. Duyacaklarımız farklı şeyler olmayacak. Kendi adıma, başka insanlar adına kocaman umutsuzluklar kaplıyor içimi. Yol yakınken dönmeyi bile düşünüyorum ama cesaretlendirilmek iyi geliyor. Bir yola girdik vazgeçmeyeceğim diyorum içimden. Çok yorgunum. Yürüdüğümüz yolda dikkatle yanımdan geçen insanların yüzlerine bakıyorum. Mutlular mı? Üzgünler mi? Ayırt edemiyorum. Herkes boş ve sonu belli bir hayat uğruna bir şeylerin peşinden koşuyor. Ve hepsinde aynı manasız telaş. Öğlen oluyor. Hızla akıyor yine zaman. Diğer yerlere gidip, beklenilen olumsuz cümleleri duyarak ayrılıyoruz oralardan. Tarif edilmez biçimde bir gönül yorgunluğuna evriliyor, bacaklarımdaki yorgunluklar. Ayaklarımı sürterek geçiyorum kaldırımlardan.
’Edebiyatı ne yaptın?’ diyor durağa yaklaşırken. ’Hiç..’ diyorum. Edebiyat hayatın ta kendisi aslında. Yaşamak bazen bir sanat eserine dönüşüyor. Hayal dünyasından gerçeğe uzanan yolun bir yerinde sıkışıp kalmış gibi hissediyorum. Ona söylediğim söz geliyor aklıma. ’Hayal dünyasında yaşıyorsun. İşin garip tarafı, orada bile mutlu değilsin.’ Bunu kendime söylemiş olmalıyım. Bir elin yağda, bir elin baldayken yazılan acı dolu şeyler.. Ve zorluklar, imtihanlar, ustalıkla sürünürken yazmaya gayret ettiğin mutlu ve umutlu satırlar.. Ne çelişki! İnsan neden hep sahip olmadığı şeyleri yazar bilmem. Acıyı anlatırken insanlar neden gelip alkışlar, başarılarının devamını diler? Daha çok acı çek, daha katmerli ızdıraplar yaz diye mi? Neden acının devam etmesini bekleyip seni çılgınca alkışlarlar? Güzel olan acıyı yaşamak mı? Yoksa acının tarifini yapabilmek mi? Acının neye benzediğini insanların pek çoğu bilmiyor mu?
Yürümek işe yaramıyor. Oturup kafamdaki milyon tane soru işaretinin geçmesini bekliyorum. Onlara cevap aramıyorum. Kafamın içinde uydurduğu soruların cevabını merak etmiyorum. Soruları engelleyemiyorum fakat cevapları kestim. Çünkü her şeyin bir cevabı olmak zorunda değil. Hayır yaşamın anlamını bir yerde unutmadım. Çünkü yaşamın tek bir anlamı olmalı. Sanıldığı kadar karmaşık anlamları yok. İnsan neyin yokluğunu çok hissediyorsa yaşamın anlamını da onda arıyor. Ama zannettikleri gibi değil. Tamamen tehlikeli sularda yüzmek bu, sonunda boğulmak kaçınılmaz.
Dünya ile bağını kesen insanlara hep gıpta ettim. Bunu başarabilmek mümkün mü? Bütün anlık duygulardan, mutluluklardan, beklentilerden, meşguliyetlerden elini ayağını çekebilmek mümkün mü? Sadece gün doldurmak için yaşayanlar, içini parçalayan doyumsuz ruhundan nasıl başarıyor kopabilmeyi. Ne bir heves, ne bir zaaf gösteriyorlar yaşamayla bağlantılı. Ama hepimiz nefes alıyoruz. Aynı olan tek şey bu. Geri kalanına insan kendisi karar veriyor. Hangi dünyada mutlu olmak istediğini bilenler, seçimleri uğruna mutsuzluğa teslim oluyor. Geçmişi değiştirememek ama geleceği şekillendirebilmek ihtimalinin kapısında dikiliyorum. Kapıyı çalsam gireceğim. Geri dönsem bir çukurun içinde bulacağım kendimi. Tavana bakıyorum. Bir rüzgar teğet geçiyor yüzünü. İçinde bulunduğum zamanı keşfediyorum. Suya bırakıyorum sırayla bütün uzuvlarımı. Gözümden yaş geliyor. Bir ağaç gibi dimdik duruyorum. Rüzgar geliyor, dallarım eğiliyor usulca. Direniyorum rüzgara. Öyle kuvvetli bir rüzgar ki bu, cenin olup kıvrılıyorum toprağa.
fulya/mayıs2016
YORUMLAR
Güzel bir yazı.
Sade, anlaşılır, insanı yormayan...
Uusu'tan Sıhiye'ye beraberce yürüdük yazarla.
O ihtiyarın baskülüne çıktık, köprü altındaki köpeği izledik içimiz burkularak.
TRT binasının karşısındaki parkı hatırlamıyorum, epeyce olmuş demek Ankara'dan ayrılalı.
Ve,
hoş bir müzik eşliğinde, sevimli bir öğlen arası geçirmiş oldum...
Kutluyorum yazarını.
Ha!...
Ufacık ta bir eleştirim olsun;
son bölüm bana ağır geldi biraz.
Yaş kemale erdi, kaldıramıyoruz bu tür felsefi yazıları galiba.
Sizinle adım adım dolaştım Ankarayı. Bende bir zamanlar kocaman soru yumaklarıyla bakıyordum hayata, ta ki edebiyat işin içine girinceye kadar. Arap saçına dönmüş duygularım ancak yazarak ve okuyarak bir kimlik edindi ve sonuç sukunet. Daha net görüyorum herşeyi ve sizin satırlarınızda kendimi buluyorum birkez daha yalnız olmadığımı anlıyorum galiba.
Selamlar.
‘’Bir kendi ruhumdaki ihiyarlığıma, bir onun gözlerindeki gençliğe bakıyorum’’
Tecrübe ediyorum ,tercümanım olduğunda. Yazı mı ? yazınızdan diyorum…Okumaya başladığımda aklıma hep yukarıdaki cümle geliyor… Yok ama yazıyı geçiyorum anlamak için tekrar geri asla dönmüyorum. İnanın bana…Yazıyı geçiyorum ama aklımda kalan bu cümleyi alıp gidiyorum.
Yine geri geldiğimde kilomu merak ediyorum, sorumu soruyorum kaç kiloyum ? Yok aslında kaç şey anlıyorum bu yazıdan biliyor musun?
Sonra yeniden gidiyorum. Ama bu kez geri döndüğümde size son yazımı hediye ediyorum. Sizin olsun ,sadece yazınızın olsun. Tekrar gideceğim ve akıp giden hayatın her an’nında hayatı yaşarken anlamlarla doldurmayı umut ediyorum…..
‘’Herkes o kadar Fransızca bilir, ‘Les Yeux Noirs” deyince hepimizin gözünün önüne o “Siyah Gözler” gelir. Bazı şeyler de herkesin gözdesidir. Bu ‘gözde’ kavramına fazla bakmayalım. Üstelik “Siyah Gözler”, bağbozumundaki kara üzümler gibi bizi beklerken.
(Edebiyatla şiirin farkına bir örnek diye yazdım yukardaki son cümleyi: Canınızın çektiğini yazarsınız edebiyat olur. Kara üzüm bağbozumunun şiiriyken, onu yazarsanız edebiyat olur. Sanırım anlatamadım.)’’
Gözlerinizin rengine takılmayın. Aslında her gözün baktığı yerde onun hikaye edecek bir konu vardır.. Konunun derinliğine de aldırmayın; Sizi hiç bilmediğiniz bir intihara sürüklerse, kesinlikle ona karşı koymayın…Çünkü intihara kalkan siz değilsiniz. Sizi hikaye eden Tanrı ,bu hikayeyi yazmaya, sizin için karar vermiştir.
Şimdi, şiir olmak için “Siyah Gözler’e mi sahip olmak lazım; yoksa edebiyat yapmak için “Siyah Gözlü’’ olmak mı?
Yeryüzünü kaç kez gezebilirsiniz? Gezdiğiniz Yeryüzünde kendinizi kaç canlıya benzetir ya da kendinizi onların yerine kaç kez koyabilirsiniz? Hayal dünyanızda dolaşırken ve onu hikaye ederken, kaç kez ‘’ Tanrım, nihayet ben de..’’ anlatabiliyorum diyebildiniz?
Edebiyat ve şiir, insanın neşesi olduğu kadar kederidir de. Duyguların, insanın içinden akmasına delilikte diyebilirsiniz. Akıllılık ,sanırım bu deliliği kaleme almakla başlar.. Çünkü her insanın hissettiğini yine her hissedenin yazmasını beklemek intiharın gölgesinde serinlemek gibidir. Fakat onu hissettiği gibi yazan hatta hissettiğinin ötesini de bulan yazan , büyük günahı kadar sevaplarını itiraflarını yazılı delillerle ortaya koymasıyla başlar… Bütün edebiyatçılar birer itirafçısıdır…
Dünya ,içinde yaşattığı canlıları hiçbir yere götürmüyor; lakin insan ve onun sahip olduğu hayal gücü, sınırı olmayan nice dünyalar yaratarak ,okuyucusunu bambaşka dünyalara götürebiliyor.Bazen haz’ı halde bırakıyor. Bazen keşke dedirtecek ,geri dönülemeyecek sonlara şahitlik edebiliyor…Ben yine o güzel mısralarla sonlandırmak istiyorum yazımı…’’ Ah, dönülmez akşamın ufkundayız
Vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm
Nasıl geçersen geç ‘’Ya şiir ol ya edebiyat ; ama mutlaka, ama mutlaka insanın aklında güzel bir söz ol yeter…
ve lütfen bunu izleyin...: https://www.youtube.com/watch?v=U0Vk8C4uLRo
sevgiler sevgiler sevgiler
Fulya CODAL
hoşgeldin... ne güzel geldin öyle..
ayna aynaya ayna olmaya gelmiş :)