- 881 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'neden kafka olamıyorum'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
bedel ödeyeceğiz. siz kaçmak isteyen insanlar, bağıranlar
kötülükten o kadar beslenince, iyilik hoş gelmiyor
mutlu değiliz, hepimiz bedel ödeyeceğiz
Üşüyorum. Sandalyelerin arasında kendimi çekiştiriyorum. Tam kırk iki tane iri, cansız ve kirli camın arasındayım. Masaların arasında, sandalyelerin ayaklarıma dolandığı, beni rahatsız eden şeyi aradığım noktanın tam içindeyim. Denizin baldırlarına sıçrayan köpük bir süre sonra yerini taşlıklara ve yabancı çığlıklara bırakıyor. Hepimiz orada olabiliriz. Biz, denizin içerisinde olan insanlarız ve hepimiz o suyu gördük. Su hepimize aynı köpükten armağan buyurdu, çekip gitmek isteyenlere bile. Firavundan nefret edip, modern firavunlara dil uzatmayan paklar da burada. Uygar bir küfür daha, masa kıpırdıyor, kedi miyavlıyor, ayaklarıma dolanmayı sevmiyor. Kucağımda. Gözleri ‘bir daha ayrılmayalım’ şarkısını çalıyor. ‘Hepimiz iğrenciz’ diyorum ona. ‘Bak, hepimiz…’ Denize bak. Hepimiz oradayız. Sudan korkma. Kayalıkların orada senin de insanlara baktığını biliyorum. Islak kayalıklar ayaklarını ve kuyruğunu ıslatıyor. Sürün ıslak tüylerini çeneme ve sesinden korktuğumuz rüzgâr bizi çevirmesin başka bir yöne.
Masanın kenarına geliyorum. Açık ya da kapalı mekân fobim yok. Herkes burada. Masanın üstünde duran bir tomar kâğıt ve o kâğıtların en üstünde duran not var:’ DEVAM ETMEYECEKSEN, BUNLARI YAK Selçuk abi aklıma geliyor. ‘Kardeş, aklında olsun, havalar güzel olduğunda beni ıssız bir yere götür. Yakacağım bazı şeyler var, yakarız beraber orada’ demişti. Belki de benden yardım istiyordu. Mektupların, kâğıtta sıkışmış güzel sözlerin, şiirlerin hepsini yakmak istiyor. Artık olmayan birine ait hatıraları saklamanın lüzumu yok. ‘Abi, emin misin’ diyorum. ‘Kırk yaşına geldim neredeyse, hala şu aşk belasından kurtulamadım’ diyor. Kafası olabildiğince dolu ve ben rol yapıyormuşum hissiyle dolaşıyorum etrafta. Üzerimde kırmızı renkte bir gömlek var, onun da açık mor renkte gömleği. Gömlek severleriz, hepimiz aynı gömlek içine sığabilir, yanabilir ve sonra tekrar yaratılabiliriz.
‘Semiramis ve Nejat’ üzerine yazdıklarım masanın üzerinde. Küçük bir not ancak büyük harfler ve iri puntoyla:’ DEVAM ETMEYECEKSEN, BUNLARI YAK.’
İlk gün kendime işkence yapıyorum. Fatih arabasına biniyor, klima arızasından mustarip olduğunu söylüyor. Hasan, Zafer, Aykut sevimli birer biblo gibiler. Zavallı ismine hiç yakışmıyor ve rüzgâr sayfaları karıştırıyor. Ne aradığını bilmiyorum rüzgârın. Karıştırmaya devam ediyor. Birkaç sayfa yere dağılıyor. ‘Biz dağıldık, bizi toparla’ diye dua eden kâğıtların bana en yakın oldukları masaya az daha yakınlaşıyorum. Yaklaşıyorum. Yaklaşık olarak yakın bir mesafedeyim. Burada bir nizamiye havası var ve çekmecenin içinde duran kalemlerle dünyayı baştan fethedebilirim. Bana ‘sırt çantanızla içeri giremezsiniz’ diyen, temiz yüzlü askerin nefesine kendi nefesimi karıştırıyorum. Az sonra bayılabilir. Şunlar kâğıdın üzerinde yazılı ve para bandıyla duvara yapıştırılmış: ‘Siz Bayan muamma, sizin de bir gün geleceğiniz gün olur, bizi bulamayacağınız güne denk gelir de, takvimi saklarsınız gül kokulu göğüsleriniz aranızda.’ Çift kullanılınca çoğul oluyor gibi. Yaşlı bir kadını rahatsız ediyorum:’ Efendim, rüzgâr sayfaları karıştırıyor. Kusura bakmaksanız sizinle bir şey paylaşmak istiyorum. Az önce sizin kim olduğunuzu sordular, ben de sizin emekli bir bakanlık personeli olduğunuzu söyledim. Sanırım okuduğunuz gazeteden pek hoşnut kalmadılar. Sizi soruş kısmından bunu anladım. Bunu söylüyorum, sizi rahatsız etmek için değil, bilakis komik olan bir şeyi paylaşıp, halimize gülmemiz gerektiğini belirtiyorum.’ Yaşlı kadın zor duyuyor. Sesli, tane tane ve mimiklerimi belirgin ederek konuşuyorum. Çocuklar adına düzenlenen bir etkinliğe beni çağırdıkları günün iki gün sonrası. Yaşlı kadının ciğerleri su topluyor. Çok hap kullanıyor. Güneşi görünce mutlu oluyor. Avuçları arasında arabasının anahtarı var. Yalnız bir kadın. Sade bir film çeker gibi yaklaşıyorum. Yapayalnız olduğunu kendisi de biliyor. Siz tatlı, cimri ve çirkin kadın! Bir gün sizin de yaşlanıp, böyle güneşlenecek günü hayal ettiğinizi biliyorum. Sizin de derisi sarkmakta olan ellerinizle arabanızın anahtarını avuçlarken, ‘daha iyi bir şeyler olmalıydı yaşarken, biraz daha acı örneğin’ dediğinizi duyumsar gibi oluyorum. Sen de öyle olduğun zamanı düşün. Emekli maaşın da dolgun ayrıca, evin var, araban var ama yalnızsın. Bak nasıl kolay çıkıyor ağızdan ‘yalnızım’ ama gerçekte o kadar kolay değil. Koca evin temizliğini nasıl yapıyorsunuz? Tek başınıza hem de ve bu yaşta. Film de yaşlı kadın, konuştuğu çocuğu yanına çağırıp:’ Evlat, vasiyetimi geçen gün avukatım aracılığıyla noter de tasdik ettirdim ve yarısını bağışlamak kaydıyla, mal varlığımı ölünce sana bağışlıyorum’ diyor. İvazsız intikal vergisi üzerine güncel bir oran miktarı alınıp, dilimine göre de vergi hesaplanabilir. Yaşlı kadın söylediğine pişman olmadan çekip gitmeliyim. Ne iyi insanlar var! ‘Şimdi o avucunda tuttuğu anahtar benim olacak arabanın anahtarı mı olacak o ölünce?’ Ciğerleri su toplamış. Gebersin. Vasiyeti üzerine mal varlığının yarısı benim, yarısını da hayır kurumlarına bağışlamak üzere avukatına ricada bulunuyor.
Hiçbir şey istemiyorum. Böyle başlayabilirdim. Uzun bir sessiz zaman var aramızda. Sessiz zaman nasıl bir tamlama, yaşayınca öğrenebiliyor insan tamlamaları ve duya duya ilk duyduğunda garip gelen deyimler artık onun için çerez kıvamına geliyor. ‘Müsaade ederseniz evladım, size bir şey anlatabilir miyim’ diyen yaşlı kadına müsaade ediyorum. ‘Ben artık yaşlı bir kadınım. Bu zamana kadar yaşayıp, gördüklerim bana fazlasıyla acı veriyor. Şu elimde gördüğünüz gazete üzerinden beni değerlendirip, benden rahatsız olan insanlar keşke yanıma kadar gelip, bana bu sitemkâr tavırlarını açıklayabilseler. Beni anlıyorsunuz değil mi evladım? Bu zamana kadar yaşadığım hayatım da çok insanla karşılaştım. Hadiselerin vuku bulduğu her tarihi hatırlayamasam da, vaka itibariyle bu siyasi anlaşamamalar yüzünden çok insanın acı çektiğine bizzat şahit oldum. İstanbul’da, Ankara’da yıllarca yaşadım. Artık sakin bir şehirde, ömrümün son yıllarını hasta ama hadisesiz bir şekilde yaşamak istiyorum. Anlıyorsunuz beni değil mi evladım?’
Normalde bir başkası ‘delikanlı’, ‘evlat’, ‘birader’ tarzı seslense sinirlenen biri olsam da, bu yaşlı kadına karşı sinirlenmem mümkün değil. Dünyayla ilişkisini kesmiş gibi duruyor. Okuduğu gazete, ilaçları, çantası, ilaçlarını içerken hapı ağzına yavaşça götürüşü, yüzündeki binlerce kırışıklıklar, belinin hafif kamburlaşması, ayakkabısının klasik bir çağdan geldiğine ait deseni, polar hırkası; her biri benim için ilgi çekici. Tartıştığımız günü hatırlıyorum. O gün onu üzdüğümü düşünsem dahi, yine de erkeksi bir gururla özre yanaşmamış, onun yapmak istediği şeyi yapmasına asabi bir şekilde izin vermiştim. ‘Eviniz çok uzakta mı’ sorusu üzerine, evini tarif etmek için caddeden, sokak aralarına kadar tek tek sayıp, tarif etmesini dinlerken sıkılmıştım. İşte o sıkıntının tarif edilmesi güç boğuculuğuyla tekrar karşılaştığım için yaşlı kadını düşünüyorum. Dikkatli bakınca her şey değişebilir.
Bu birbirine hırlamalar ve bebek sesiyle karıştırdığım kedilerin hırçınlıkları bitmiyor. Dünün tıpkısı bir gün; kapı önünde sol gözünü kaybetmiş kediyle karşılaşıyoruz. Aramızda iki metrelik bir mesafe var. Toprağı eşeliyor. Birkaç hafta uzun tüylerini okşamak için onu yanıma çağırdığımda sol gözü yerinde duruyordu. Bir kavgaya karışıp, gözünü kaybetmiş olmalı. Burada bu kavgalar ve sonuçları normal. Erkek, sarı bir kedi vardı. Diğer kedilerden ayrı durmaya çalışır, özgür kişiliğini konuşturmak isterdi. Aramızdaki bağ, benim de ona yiyecek vermemle sağlamlaşmış, okşamalarım onu kendinden geçirmeye yetiyordu. Bir süre sonra aldığı yaranın kabuk bağlamadığını ve yumruğumun yarısı büyüklükte yaranın açılıp, iltihap bağladığını görünce zorla bir nefes alıp, yutkunmuştum. Bu düşünceler kafamın içinde, alnımın kırışıklığına paralel bir kazıntıya sebep olur. Göğsümü dinleyecek kadar uzun olmayan kulaklarım için kızacağım kimsem yok. Dokunabileceğim; düşündüğüm an da ellerim ağırlaşabildiği kadar ağırlaşıyor ve isteyerek kollarım önüme ilikleniyor. Ellerimi omzumun arkasına atıp, geri yürüdüğümü ve onu o gece son kez gördüğümü hatırlıyorum. Öldüğünü düşünmüyorum, öldü. Öldüğünü diğer kedilerden öğrendim. Bu bilinç, haki renkte kıyafetinin içerisinde memleketini düşünen askerin özlemi kadar aptalca bir durum. Memleketinde aslında hiçbir şey yok. Geri döndüğünde bir sürü işsizlik onu bekliyor olacak. Sabah akşam düşünecek ve ben teçhizatını kuşanmış asker yorgunluğunda her gün bu yitimle ayaklarımı hareket ettiriyorum. Bahçeye yürümeden önce, sol gözü bir daha görmeyecek kedinin pislediği yeri kapattığını görüyorum. Sanatçı yeteneğiyle ellerini kavuşturuyor tekrar ıslak burnunun altındaki dudaklarının kuru, tozlu kenarlarına. Kokladığım çiçeklerin beni iyi yapması gerekiyor. İyi biri; iyi bir insan, iyi bir evlat. Çok kötü şey düşününce, varlığımın temeline kadar uzanan ve başını asla görmediğim, sonunu açıkçası merak etmediğim bir etkinliğin içerisinde kendimi buluyorum. Bir zaman sonra tüm güçlerini yitiren, gözleri boşalırcasına yüzünden akan ve ‘dışarı çık, dışarı’ telkinlerini birer tahrip çağrısı olarak düşündüğüm güne geliyorum. Hiç yapmadığım kadar büyük bir çalkantıyla başımı yukarı kaldırıp, tek tek dairelere göz atıyorum. Sık sık kesintiye uğrayan bakışlarımın sebebi, olanları rahatsız etmemek. Böyle davranırsam, biraz sonra tatlı kirazlardan ve eriklerden tadabileceğim. Hafif pembemsi, benekli kirazların da, soluk bir açık yeşil renkle boyanmış, diri eriklerin de benim huzursuzluğumu geçiştirebilecek çok az bir zamanları var.
Üç kişiyiz. Oturmuş, kamusal ve özel teşebbüs alanlarında kadınların çalışıp çalışmaması üzerine tartışıyoruz. Bu yalan oldu. Üç kişiyiz. İkisi tartışıyor ve beni kendi halime bırakmışlar. Biri ‘kadın dediğin evde oturmalı, ev kadının namusudur, kadın da namustur, evinde oturup, evinin namusunu korumalı’ diyor. Diğeri biraz da sıcak bakıyor olaya ama üzgün. Bana baktıklarını biliyorum. Bir fikir, herhangi bir sözle süslenince insanlara tatlı geldiği anlar olur. Anımız öyle bir tatlılıkla bağdaşıyor ama benim tadım yok. ‘Niyet ettim susmaya!’ Serhat ‘bırak onu kendi haline, yine takmış kafasını edebiyata’ diyor. Duyuyorum. Serhat’ın yüksek sesini iki masa ötemizdeki, beyaz elbiseli, sarışın kadın da duymuş olmalı. Onlara bakarken hem sevgilisine hem de beyaz elbiseli, sarışın kadına da bakıyorum. Şilan’a benzetiyorum kadını. Mehmet sakin ama yine de ılımlı yaklaştığı konuya şu açıdan yaklaşmayı tercih ediyor:’ Ben olmasınlar demiyorum ama öğretmen olurlar bak, sonra doktor olurlar, hemşire de olur ama diğer çoğu meslekte olmamaları gerekiyor.’ Sırf takılmak amacı ‘bayanları kim arayacak’ diyorum. Serhat anlamıyor: ‘Kim kimi arayacak, çağrı merkezinde de çalışmasınlar, sesleri tahrik edici oluyor. Neymiş efendim, açıyorum ben, tatlı, yumuşak bir ses karşımda:’ İyi günler efendim, ben Jale, nasıl yardımcı olabilirim’ diyor. O anda benim nerede olduğumu da bilmiyor. Belki yataktayım, elim bir yerlerde, bir elimde de telefon. Olmaz böyle.’ Mehmet ‘yuh, sapıklaşma hemen’ diye çıkışıyor ama yavaştan kendimi tartıştıkları konu içerisinde bulunca, susmak da zor geliyor. ‘Ben sana bayanları arama noktalarında kim arayacak diye soruyorum. Sıçtırtma çağrı merkezine, adam ol iki dakika. Özel güvenlik görevlisi bayanlar, kadın polisler olmayacak mı örneğin diyorum.’ ‘Ha’ diyor Serhat, ‘öyle desene.’ Öyle diyorum ama beni anlamak istemiyor zaten. Son üç yılda bağlı olduğu partinin il teşkilatında ciddi bir makama yükseldi. Sol tabanlı bir parti de böyle bağnaz düşüncesiyle pek yer edinemeyeceğini bilmekte bir taraftan trajik duruyor. ‘Konunuza sıçayım’ diyorum. Mehmet’in gerildiği yüzünden belli ama Serhat’ın umurunda değil benim sessiz kalma isteğim. ‘Ayrıca kadın sayısı arttıkça aileler yıkılıyor, düzenler bozuluyor. Kadının parası olunca niye evli kalmak istesin ki?’ Mehmet bu soruya cevap vermek için kıvranıyor. Ondan önce davranıyorum:’ Dediklerinde tamamen haksızsın diyemem ama bu son söylediğini yanlış anladığın ortada. Evet, aileler eskisi gibi değil, yuvalar daha materyalist bir anlayış üzerine kuruluyor ama yine de bir kadının iş sahibi olması, erkeğin gücünü azaltmaz. Eskiden ben de senin gibi düşünüyordum ama global bakınca meseleye, maalesef dediklerin tez bile değil, çürüyor hemen. Çok uzağa gitme, bizim ülkemizin çoğu ilinin bilmem ne ilçesinde, köyünde, mezrasında erkeklerin kahvelerde oturup, kadınların tarlalarda çalıştığı yerler var. Tabi sen buna çalışmak olarak bakmıyorsun. Şunu diyebilirsin, kendime hakim olamadığım için de, giyinişleri tahrik ediyor beni. Bu konu da haklı da olabilirsin ama asıl mevzu maalesef bu da değil. Elbette giyim kuşamın da önemli olduğu noktalar var. Sahici olalım. Erkeğiz işte, üçümüzün de cinsel dürtüleri var. Bak şu karşıda oturan kadına. Buraya geldiğimizden beri onu kesiyorum. Yanındaki erkek arkadaşı, kocası ya da bir başka şeyi, umurumda olmadan ara ara ona bakıyorum. Çok mu güzel, çok çekici, beni çok mu etkiledi, hayır, işte sadece bakıyorum. Sen bakarken, olayı farklı yerlere yorumlamakla meşgul oluyorsun. Ayrıca tarlalar da çalışan kadınlara gelelim, onlar gözden uzak olduğu için, bir şehir havasında yaşamadıkları için sana geleneksel bir tutumla görev gibi geliyor yaptıkları. Burada farksız mı? Şehirlerde ne farklı? Yaşamak istiyorlar bilakis. Her insan gibi, erkek, kadın fark etmiyor. Herkesin en başta düşündüğü insanca yaşamak.’ Mehmet gülümsüyor bana bakarken. Söylediklerim hoşuna gitmiş olmalı ama benim şirinlik olsun ya da iyi bir şey söyleme amacım yok. Susuyordum, niyetim öyleydi. Kendi can sıkıntımı onlarla paylaşma isteğim de yoktu. Serhat meseleyi tamamen değiştirecek, kişisel bir soruyla bana atak yapmakla geç kalmıyor:’ Ne oldu senin şu kitap işi? Yine beceremedin değil mi? Her zaman ki gibisin dostum.’ Gevşek, gevrek gülüşünü sakınmıyor benden. Mehmet artık bir taraftar gibi yanımızda. Beni tutuyor. Mehmet, git başımdan desem, ayıp olacak çocuğa ama yine de güzeliz. Serhat’ın ısrarıyla balık ekmek için geldiğimiz yeri inceliyorum. Buraya hiç gelmedim. Aslında ben bu şehirde balığı sadece kendim alıp balıkçıdan, kendim yedim. Sevmiyorum dışarıda yemek yemeyi ama Serhat’ın ısrarları olmasa, mümkün değil buraya girmem. Kasıklarımdan, diz kapaklarıma doğru inceden sızlayan bir damar sonrası, başımı ellerim arasına alıyorum. Saçlarımın kenarlarında bir türlü çıkaramadığım tüyler var. Bu tüyler doğuştan beri var. Doğuştan beri saçlarımın kenarlarında ellerimle çıkaramadığım garip tüyler var.
Burada özgür bırakılmayan ve geri tepmesi muhtemel şeylerle boğuşmuyorum. Balkona çıktığımda, çıktısı bile ‘beni yak’ diye bağıran kâğıtlardan kurtulma zamanım ne zaman diye sesli düşünüyorum. Tüm denemelerim ardından, geriye bana kalan bu yalnızlığın ilginç bir tarafı var: Geriyi düşünmüyorsun ama geriden gelenlerin yüzünden yüzüne bakamıyorsun. İşte şu kâğıtlar; at, yak, parçala, kes, kır artık ustasıyım sandığın kelimeleri. Duvarların bile yüzü olur, yeri geldi mi çatlaklarını belli etmeseler de bir okşamayla yıkılabilirler. Nejat’ın ‘Semiramis’le bu filmi izlemiştim geçenlerde, sen de izle diye söylüyorum, tam senlik’ dediği filmi bir defa daha izliyorum. ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’ filmin adı ve benim Kafka üzerine kurmak istediğim soruma örnek teşkil ediyor. Bir gün heyecanla Kafka’yı okuyorduk. Sen beni dinliyordun. Sonra sen bana ‘en sevdiğin yazarlar kimlerdir’ diye sordun. ‘Böyle aptalca sorular sorma’ dedim. Gülüp, ‘biliyorum cevap veremeyeceğini, öylesine sordum’ dedin. Fakat Kafka’yı sana okurken, sonuna kadar dinledin. Bazen nefes alış verişlerin, bazen öksürmelerin, bazen de elindeki eşyalar yüzünden çıkardığın sesler beni bölse de, sana Kafka’dan okudum. Sen beni yine anlamadın. Anlamayacağını bile bile okudum. Aklında Milena ve mektuplardan başka bir şey yoktu. Kafka senin için Milena’ya mektup yazan adamdı. Güzel yazmıştı, iyi yazmıştı, aşk şarkısı yazan popüler bir şarkıcı gibiydi Franz aklının derinliklerinde. Ben sustum. Sonra bir gün yine konuştum. Bu sefer Kafka ya da başkası değildi mevzumuz. Ben konuştum. İki cümlemle kendini yerden yere attın. Saçlarını kanepenin ayaklarına sıkıştırıp, bütün gece orada, halının üzerinde uyudun. Karnını yasladığın tahtaların içinden çıkan hamamböcekleri yüzünde dolaşmaya başladı. Korktuğun ve tiksindiğin hayvandan yüzlercesi senin ayaklarında, bacaklarında, karnında, göğüslerinde, yüzünde dolaşıyordu. Korkuyor musun diye sormadım, tiksinseydin, yüzünden anlayabilirdim ama yüzünü göremiyordum. Kapkara bir yüzün vardı artık. Kapıyı kapattım. Saatin pilini yeni takmıştım. Saat dokuza geliyordu. Dışarı çıktım. Bağırmıyordun da, belki de ağzını açmaya çekiniyordun ama dayanamadın. Bir ses duydum, ‘yapma’ dedin. Kapıyı çoktan kapatmıştım. Hamamböcekleri açık ağzını fark edince, ağzına doluşmaya başladılar. İçlerinden biri tahtanın kenarında duran birine bir şeyler fısıldıyordu:’ Bütün yoldaşları çağırın, Lenin’i indireceğiz.’ Yerine geçecek kim olursa olsun, gün gelecek Stalin sürdüğü insanların ahıyla can çekişirken, yine aynı hamamböcekleri doktrinlerin temelinden yemeye başlayacaklardı. Kapıyı tekrar açıp, girme isteğimle bir ilgisi yoktu bunların. Kapıdan hiç uzaklaşmamıştım. Orada duruyordum. Sesini almak istiyordum. Hiçbir şey yapmadan, ‘yapma’ dediğini bile ilgiyle duyarak, hiçbir şey yapmadım.
Masanın üzerinde duran mumu yakma vakti gelinceye kadar bekledim. Sokağın karşısında, kaldırımda oturan, sokağın en ağırbaşlı kedisine fırlattığın tavuk parçası, kedinin hemen yanına düşünce sevindim. Az önce bakkala giden, kendini beğenmiş genç bir kız iki kez kediyi rahatsız etmişti. Bir zamanlar olduğum yer, burası mıydı diye kendime soruyorum. Ağırkanlı bir kol, omzumu tutuyor. Zamanın gerçek kötülüğüne doğru kendi içimde büyüyen ustanın duvarı tekrardan yapma isteğini anlıyorum ama dermanım yok. Bu vızıltılar uzun koridorların feri kalmamış ışıkları altında bir yere vardığına inandırılmış insanlarla büyüyor. Kapkara bir odanın artık bir daha iman etmeyeceğini bilen insanlara da yeri var. Ancak bir zaman sonra dayanılmaz geliyor. Seslerin de, davranışların da yetersiz kaldığını, toprağın üzerinde, çaresizliğin çaresiz olmakla bir alakası olduğuna dair düşüncelerle uğraşıyorsun.
Dinle beni. Buradayım. Işıksız, güçsüz ve kupkuru. Umduğundan daha iyi olabilir sağlıksızlığı insanın. Hiçbir refahın biz insanları kurtaracak tarafı kalmadı. Ağır çeliğin altında ezilmiş gerçeği tek başıma çıkaramam ama belki bir gün diye de bir şey yok, hiçbir şey yok aslında. Yok.
YORUMLAR
Bir kuş öldü yüreğimde
sonra çürüdü
sonra daha çok.çürüdü
anka falan olmadı
çürüdük sadece...
çürüyoruz dostum.
iğreniyorum artık insanlardan öyle şeyler varki anlatmam ama anlatmamam gereken
sanırım meslek değiştirmem gerek ölmemek için...
yada zaten ölüyümdür bilmiyorum.
hayatın tam içinde kalıp debeleniyoruz....
ne sürüdeniz ne sürünün dışından...
madem Kafka dedik burda devam edelim...adının en çok milena'yla anılması onun yüce sevgisinden kaynaklı olabilir...Kafka demek yalnızca milena demek değil tabi...insanların hep aradığı ama bulamadığı bu aşk değil, para da değil -aradığımız ne peki ben de tam bilmiyorum?- belki kurulan cümlelere duyduğumuz hayranlıktır, belki de -keşke biri benimle böyle konuşsaydı- keşmekeşliği kim bilir...o derin sevgiye duyulan açlık ya da...ve uzaktan daha güzel sevilir...bu iki insanın biraraya gelememesidir aslında onları daha değerli yapan...ulaşılamayan her şey daha güzel görünür uzaktan...bi dava'yı okuduğunuzda hayatı daha güzel sorgularsınız...ve bilakis insanları...veya değişim-dönüşüm'ü okuduğunuzda...ama milena'ya mektupları okursanız içinizdeki duyguları irdelersiniz önce...bi karşılaştırma bile yapabilirsiniz bu çok doğaldır ama hep sonlarını merak ederiz...biraraya gelecekler mi? sorusu hemen gelir akla...yeri gelir onların o ilişkisini öyle kafaya takarsınız ki kendi sorunlarınızı unutacak olursunuz...o ayrılık sizi de boğar...onların yan yana gelmeleri demek bi yerde kendi kurtuluşunuzdur...başkalarının tutkusu-arzusuyla doyurursunuz açlığınızı...daha kolay bastırırsınız açığa vurmak istemediğiniz duygularınızı...
josef k. karakteri çok farklı oysa...daha çok sorgulayan ve düşünmeye iten duygular hakim..."insan bu dünyada otuz yıl yaşamışsa eğer ve benim gibi hep yalnız başına savaşmak zorunda kalmışsa, o zaman beklenmeyen olaylara karşı bağışıklık kazanıyor ve bunlar yüzünden çok sarsılmıyor; özellikle bugünkü gibi olaylar yüzünden."...öyle ki; saat sekiz civarı bir sabah vakti resmi üniformaları üstünde olmayan görevliler k.'yı götürmeye gelince geceliğiyle gözetmenin karşısına çıkacak Kadar yüreklidir üstelik...
bana göre Kafka bi josef k. ve samsa karakteriyle daha çok örtüşüyor...orda kendi kimliğini arayıp bulmanın peşindedir ve milena'nın çok çok uzağındadır...
peki Ahmed Arif denildiğinde neden ilk önce aklımıza Leylâ Erbil gelir?..oysa Ahmed Arif'in çetrefilli hayatı ne güçlüklerle-zorluklarla geçmiştir...mapus ve sürgündeyken bile Leyla'ya mektuplar yazmıştır...onun çıkardığı tek kitabıdır "hasretinden prangalar eskittim"..."leylim leylim" her iki ailenin gönül rızasıyla çıkan sonraki kitaptır...ahmed arif'in evlendiği eşinin adını çoğumuz bilmeyiz...en çok gönül verdiği leyla'sını ise herkes ezbere bilir...oysa çıkan altı üstü bir kitaptır...ve bir kitap hayatınızı böylesine değiştirir...herkes leyla'yı aklının bir köşesine yazdı neden?..Ahmed Arif'in o sevgiye baş koyduğu ama karşılık bulamadığı, kavuşamadığı leyla'sıydı çünkü...değerliydi...kıymetliydi...ve birinin birini el üstünde tutması böylesine tapması bizim de hoşumuza gidiyordu toplum olarak...çünkü komşu civarda bize böylesine tapan insan henüz yeryüzüne gelmemişti:)
varsayımlar çoğaltılabilir...nedenler? niçinler?..ben sadece bir kapı aralıyorum ve o kapıyı açık bırakıyorum...bir masa var orda ve boş sandalyeler...etrafına toplanıp fikirler yürütebilir, tezlerimizi savunup çürütebiliriz...bu hakka sahibiz...ama nedense parmak kaldırıp konuşuyor herkes...bir kelimeyi anca tartıp biçerek ondan sonra da gelişigüzel kırparak konuşma cesaretine sahibiz...topu topu üç beş cümlemiz kaldı elimizde...onu da sese dönüştürmeden ayaklarımızın dibinde mezarını kazıyoruz hemen...düşüncelerimize hangi ara zincir vurduk bilmiyorum...sanki o sandalyelerin üstünde bizim yerimize geçen başka dublör'ler var ve örnek konuşmaları dil altı haplarıyla uyuşturmaktalar şu an...
o masa boş değildi...ben geldim güzel bir yumruk salladım sandalye devrildi:))
olay budur...
Yaralım tarafından 5/26/2016 6:20:56 PM zamanında düzenlenmiştir.
HakkınSesi
yalnız şu şeye takılıyorum işte. hani, kendini imar etme meselesi var ya, ruhun inceliğiyle kabiliyetlerini arttırmaya çalışılan yaşın hiç geçmemesi.. güzel değil mi bu aslında?
bulutlar şu an kırmızı güneşi tutuyor. az sonra denize düşecek ve vicdanen yine rahat olamayacak kimse.
Gule
ruh yaşlanmaz...yüzyıl da geçse kırışmaz hiçbir tarafı...sadece hücreler yaşlanır ve çürür...biz mezarları niye kazıyoruz...çürüyen bedeni ortadan kaldırmak ve delilleri yok etmek için...bunun için illa ölmek gerekmiyor...oturduğu yerde diriyken de çürür insan...ama ruh serbesttir...avare avare dolaşır diyarlarda...
belki iyi anlamamış da olabilirim sizi...
HakkınSesi
Benim karamsarlığım nüksetti:)
Gule
kabul dilimin ayarı yok ve bazen kaş yapim derken göz çıkarıyorum ama sanki bana kızmışsınız gibi geldi:)
Değerli ustam, sizin bu tür öykülerinizi kendime daha yakın buluyorum; sanırım anlatılanları anlayabilmek için öteki öykülerinizde yaptığım gibi iki kez okumak ihtiyacı duymamamdan ötürü. Yok, olumsuz anlamda değil; iyi yazıları sıradan okuyucu zor kavrar da... Siz de yazılarınızda Kafka gibi bizleri labirentlerde dolaştırmayı seven bir kalemsiniz, çoğu kez onun yazılarına benzetmişimdir yazdıklarınızı. Kaleminiz daim olsun. Saygıyla