- 621 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Arkalarına Almışlar Denizi
Pencereyi mi açtılar? Bu esintiyi getiren o aralığı açan birileri olmalı mutlaka… Pencere, kapı, içten bir tebessüm, küçük bir kızın hayat karşısında kocaman kocaman açılan gözleri…
Bazıları işte o pencere olabiliyor, ya da o gülüş, o hayret dolu çocuk çocuk bakış… Tam havasız kalmak üzereyken; derin derin soluklarla gökyüzüne yaklaşmaya, maviyi yeniden hâkim kılmaya çalışırken dünyanda… Birden biri beliriveriyor boşlukta. Daha doğrusu odada, sokakta, kafede, yani o an her neredeysen orada işte… Ve orayı koca bir boşluğun parçası haline getiren iç daralmasını yerle bir eden o aralığı sunuyor sana.
İlle de âşık olduğun biri olması gerekmiyor o insanın, taze nefesler getirmesi için havasız kalmış ruhuna… Çok alakasız, belki hiç tanımadığın biri bile olabilir bu mucizenin sahibi… Hatta yanında bile olmayabilir… Kafede iki masa ötende, ya da bir TV ekranında kanalları öylesine çevirirken rastladığın bir dizide… Bir şeyler söylüyordur birine, ya da sadece gülümsüyor, öylece duruyordur tüm varlığını o duruşuna yükleyen katıksız bir sahicilikle… Yani sere serpe ortaya dökmüştür kendini… Kalkansız, duvarsız her neyse o olarak; kendini ifade etme gereği duymadan, sadece bir seyirci konumunda kıyıda duruyordur. Bu demek değildir ki hep öyle duracak orada öyle, sadece seyredecek… Ama işte bedeninin söylediklerine kulak veren herkes gibi o da yolculuğun bir yerinde soluklanma ihtiyacı duymuş, bir söğüdün altında mola veren gezgin misali gölgeli bir yer bulmuştur kendine. Gölgeli derken, ille gerçek anlamda gölgelerin var olduğu; ağaçlı, börtü böcekli bir yerden söz etmiyorum… Önemli olan o yerin, üzerinde yarattığı duygu açısından o söğüdün altını çağrıştırması… Hayatın fazla güneşinden koruması onu…
Yaşam denen bitmez koşuda herkesin alnından şıpır şıpır terler damlarken; O köşesinde serinlemekle meşgul, hafif bir tebessümle seyrediyordur iki adım ötesindeki bu karmaşayı. İşin tuhafı seni de katmıştır çevresini saran o efsunlu dairenin içine… Ve senin gibi onun ve estirdiği rüzgârların farkında olan herkesi… Bir aralık açmak isteyen, ‘benlik’ adı verilen o çelikten duvarların arasında… ‘Hiç kimse’ olmanın engin denizlerinde kulaçlar atmaya can atan…
Bu yüzden o masaya bakıp duruyorum şimdi. Bir kafenin bahçesindeyiz. O genç kızın el kol hareketleriyle bezediği konuşmasını bir ucundan yakalamaya çalışıyor, kelimeleri tam olarak seçemesem de bir bakıma belki de yanındaki herkesten daha çok duyuyorum onu. Masasındaki genç kızlar ve oğlanlar ne söylediğine odaklanabilecek kadar benzeşiyorlar onunla. Yeterince rüzgârları var kendilerine ait… Onunkine tutunmalarına gerek yok yani ruhlarını dışarı salmak için. Bu yüzden her bir kelimesi, mimiği onlar için çok önemli… Varlığının söylediklerine çoktandır aşinalar, başka konulardaki düşüncelerine kulak verebiliyorlar artık. Çünkü aynı hamurdan yoğrulmuş ruhları… Hep kıyıda kalan bir yanları var… Bu yüzden arada bir gündelik dünyanın hay huyuna karışmakta sakınca görmüyorlar.
Nasıl olsa bir ayakları kıyıda, arkalarına almışlar denizi… Biraz fazla mı kaldılar karada, kıyıdan baktıklarında çok komik görünen şeyleri çok fazla mı ciddiye almaya başladılar… hemen çekiyorlar ayaklarını oradan, gölgelere boğuyorlar fazla güneş alan yerleri. Bu yüzden de sohbetleri çok renkli… Kâh son zamanlarda trend olan mekânlardan söz ediyorlar, kâh hayatın asıl anlamından…
Bizim masamızda olmayan şey de o anlam zaten… O yokken her anlattığımız birbirinden kopuk, rast gele bir araya gelen sözcüklerden ibaret kalıyor. Bir sürü resim sıralıyoruz art arda… Onları birleştirecek, aynı bütünün birer parçası yapacak o şey eksik… Maya tutmuyor bir türlü, hamur kıvamına varmıyor.
O zaman kelimelerimizle var ettiğimiz o evren daracık, penceresiz bir odaya dönüveriyor. Gündelik yaşamın parçası olan şeyler o odanın duvarları oluyor birden… Küçücük de olsa bir pencere açmak, nefes almak istiyoruz.
Şeyda anaokuluna giden oğlunun öğretmeninin yetersizliğinden söz ededursun; ben çoktan sonsuzluğa karışmıştım bile. Hayatın bin bir nahoş yüzüne; insafsızlıklarına, adaletsizliklerine bilgece gülümsenen o noktadan bakıyordum artık. Normalde o öğretmen hakkında atıp tutar, Şeyda’ya oğlunu başka bir okula yazdırmasını söylerdim. Ama dedim ya, başka bir yerden bakıyordum artık. Önceden bulunduğum noktadan seçemediklerimi görebilecek mesafeyi kazandırmıştı bana bu konum değişikliği, çok yakın bakmak yüzünden fazla büyüyen şeyleri gerçek boyutlarına indirmişti.
Üstelik onlar küçülürken, büyüyenler de vardı bir yandan. O yakın mesafe yüzünden çok büyüyen şeylerin arkasında kalıp anlamını yitirecek kadar küçülen, kendinden çok başka bir şeye dönüşen… İşte onlardan biri de söz konusu öğretmendi. Onu bir kez bile görmemiştim gerçi… Ama bunun konuyla bir ilgisi yoktu. Önemli olan saçı, boyu, gözlerinin rengi, ses tonu falan değildi ki! O masadaki genç kız ve arkadaşlarının duvarlarımda açtığı pencereden gördüklerim daha başka, daha bütüne dâhil şeylerdi.
Ben oradan bakınca en başta bir insan görüyordum. Ardından yavaş yavaş diğer ayrıntılar geliyordu. Ama Şeyda’nın anlattıkları arasında yer vermediği, bu yüzden de pencereden göremediğim… Mesela yüzündeki ifadeyi merak ediyordum. Hayatın oradaki yansımasını… Babası ne iş yapardı, annesi sabahları kahvaltı hazırlar mıydı, Pazar günleri geç kalkmasına izin verilir miydi evde; yoksa tüm haftanın yorgunluğuna bakmadan ütü yapması, evi çekip çevirmesi mi beklenirdi… gibi onlarca şeyin yüzünde bıraktığı izlerden geçip ne dönüşümlere uğradığını o hayatın…
Fazla mı uzaklaşmıştım yoksa? Bu kez de burnumun dibindekileri fark edemez olmuştum galiba. Biraz geri çekilip ormanı göreyim derken en sevdiğim ağacı göremez olmuştum: Canım arkadaşım Şeyda’yı yani…
Öğretmen kızın yanlışlarını çok önemsiz, görmezden gelinebilecek insani kusurlar olarak gösteren bu pencereyi biraz daha yaklaştırsam iyi olacaktı galiba. O masaya gidip sorsa mıydım acaba o kıza, “mesafeyi nasıl ayarlıyorsun” diye? Eğer sorsaydım en küçük bir şey anlamayacaktı muhtemelen dediklerimden. Çünkü onda gördüğüm şeye, farkında olmadan sahipti.
“Biraz daha sabret bence.” dedim dakikalardır benden bir değerlendirmede bulunmamı beklediği için fena halde sabırsızlanmaya başlayan Şeyda’ya. “Öğretmenle biraz vakit geçirmeye çalış, sohbet et… Ve en önemlisi de oğlunu gözlemle. Okulda geçirdiği saatlerin davranışlarındaki izlerini sür… Sonuçta o kız hakkında tek bildiğin Arda’nın sana söyledikleri… Bence 5 yaşında bir çocuktan öğretmeninin yeterli olup olmadığı hakkında karar vermesini istemek, ona fazla ağır bir yük yüklemek olur. Böyle kararları alabileceği yaşa gelinceye kadar bu sorumluluğu sen üstlenmelisin. Hep patates köfte yemeye mahkûm edersin yoksa çocuğu, ıspanak yediremezsin. Bu öğretmen kız yenmek istenmeyen ıspanak mı, yoksa yenmek istenip de yenemeyen bayat köfte mi, bunu değerlendirmek sana düşüyor arkadaşım. Anlayacağın işin çok zor…”
Şeyda kıkır kıkır gülmeye başladı birden. Kızmaya başlayacaktım nerdeyse ama az sonra dedikleri bu tepkisine bir açıklık getirmemi sağladı neyse ki. “Seni tanımasam Ayfer Hanım’ın yakın akrabası falan olduğunu düşüneceğim.” dedi, yeni bir kahkaha krizine daha girmemek için yüzünü şekilden şekile sokarak. “Buraya geldiğimizden beri bir haller var sende zaten, fark etmediğimi sanma sakın! İkide bir ilerideki masaya bakıp duruyorsun. Yaş ortalaması seninkine uygun düşse bir kalp çarpıntısından şüphelenebilirdim pekâlâ ama oradaki erkeklerden en yaşlısı olsa olsa en fazla 20’sindedir. Ama yine de bu sınırsız iyimserliğinde ve yüzünden dakikalardır silinmeyen tebessümde o masanın bir payı olduğuna eminim ben… Ve bu sırrı öğrenmeden de buradan gitmene asla izin vermeyeceğim. Bu gülüşten yüzüme bir tane de ben istiyorum çünkü. Gençlik aşısı gibi bir şey bu, mübarek… Karşımda 10 yıl önceki seni görüyorum sanki.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.