- 561 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sadece bir hediye
SADECE BİR HEDİYE
Aradan on beş sene geçti ve ben halâ, hayatın canlı, kıpır kıpır sıcacık akışını, en derinimde hissetmekte zorluk çektiğim zaman, belki de hayatımın o en zor anına, her şeyin sıfırlandığı, bütün kâinatın, tanrıların, inanmaların, inanmamaların hiçlendiği noktaya geri gidiyorum. Ve oraya vardığımda tekrar bütün problemlerin ufukta kaybolan gemiler gibi birer birer yok oluşlarını seyrediyorum. On beş sene önce bir sunami dalgası gibi gelen sulara bugün bilinçle ve tüm gücümle kendim dalıyorum, her şeyi alıp götüren, mahveden ölümün soğukluğunu ciğerlerime çekiyorum. Sonra yavaş yavaş tekrar hayata uyanışın muhteşem gücü ile doluyorum.
İçimizdeki can, O, benim, senin diye adlandırdığımız hayat enerjisi hiç bir şahsa, hiç bir boyuta ait değil, tamamı ile hür, tek ve mükemmel bir bütün. Onu bir bütün olarak algılayabilmek tüm bilinçli varlıkların varoluşlarının amacı ve onlara verilen şahane bir hediye.
On beş sene önce doktorumdan, herkesin duyunca aman çok feci diyerek bana acıyarak bakmalarına sebep olan, hâlbuki benim bugün hayatımın en güzel en gizemli hediyesi dediğim, haberi aldım. Kulaklarımda oluşan üçüncü kulak infak tüsünden sonra kulak doktorum beni bir beyin MRT sine göndermişti. Bende ondan sonra kendimi iyi hissettiğim için MRT sonuçları da otomatikman ev doktoruma gönderildiği için, tekrardan doktora gitmeye hiç ihtiyaç görmeyerek, doğru eşimle İtalya’ya tatile koşmuştum. Tatilde tekrar bir baygınlık geçirince, Berlin’e döner dönmez hemen doktoruma gitmeye karar verdim. Pazartesi günü çalıştığım bankadaki şefime haber vererek öğlen yemeği paydosu esnasında doktora gittim. Aslında gene kendimi iyi hissettiğimden, sadece kocama verdiğim sözü yerine getirmek için gittim. Tatilin verdiği dinlenmiş ve neşeli bir ruh hali ile oturdum doktorumun karşısına. Doktorumun yaşlı yüzü, dosyama baktıkça renkten renge girdi, daha da kırıştı, sarktı. „ Size MRT’den sonra bir şey söylemediler mi veya rapor vermediler mi?“ dedi. Tabii bir rapor verdiler ama ben okumadım bile dedim. Kızım senin beyninde bir TÜMÖR var dedi, senin çok acele ameliyat edilmen lazım. Sonra ev doktorumla telefonlaşmak için dışarı çıktı.
Ben o an bir türlü ne dediğini anlamadım. İnsan ancak aklındaki olanak sal sınırların içine uyabilen yenilikleri birden anlayabiliyor, bu sınırların dışında bir şey oluştuğu zaman, kendi yarattığı, olabileceklerin sınırını aşabilmesi çok zor oluyor. İşte ben de öyle şaşkın bir vaziyette kaldım orada, doktorun söylediğini anlamaya başladığımda, geri döndü ve ben içimde hissettiğim bütün itirazı, direnci, anlamaz lığı, sesimin ola gücü ile ona haykırdım; “Siz nasıl böyle bir şey söyleyebilirsiniz? Nasıl bana sizin bir Tümörünüz var beyninizde diyebilirsiniz?
Allahtan doktorum çok anlayışlı bir doktordu ve benim ani duygusal çıkışıma hiç aldırmadı, sırtımı sıvazlayıp beni teselli etmeye çalıştı fakat ben hiç bir şey duyacak halde değildim. Bir Otomat gibi oradan çıkıp ev doktoruma gittim. Oraya vardığımda, kulak doktorum telefon ve faksla bütün bilgileri ulaştırmış, Üniversite hastanesinde bir beyin mütehassısından randevu alınmıştı. Doktorumun söylediklerini kalın bir sis perdesi ardından dinledim, işyerine gidip şefime durumu söyledim, masamı toplayıp oda arkadaşıma kısa bir devir raporu hazırladım. Bütün bunları nasıl yaptığımı bilmiyorum, öylesine sersemlemiştim ki, sürekli bir kaç cümleyi tekrar ediyordum. “Hayır, olamaz, olmaz! Aman Allah’ım ben ne yapacağım şimdi? Neler olacak? İmkânsız ben hazır değilim daha…”
Eve geldiğimde eşim de, önceden telefonla ona bildirdiğimden, elinde bir buket çiçekle geldi. Birbirimize sarılı uzun bir müddet kıpırdamadan kaldık, sonra içimde bir isyan oluştu: „ Bütün aşklar sevgiler neye yarar ki, can veremedikten sonra. Senin için canımı veririm deriz, sevdiğimizde, evet onun için belki can verebiliriz ama ona can veremeyiz. Hâlbuki benim o anda istediğim sadece yaşamaya devam etmekti. Bir ara, ah bir göbek bağımız olsaydı, ben onun canıyla oradan beslenseydim dedim, aynı bir annenin karnında çocuğunu beslemesi, canlı tutabilmesi gibi. Saatler geçtikçe, düşüncelerim, içinde bulunduğum haller de değişiyordu. Bir müddet isyan ettim, sonra ümit etmeye çalıştım, sonra ağladım, Allaha yalvardım. Gece oldu, Terasa çıktım.
Dışarıda sanki gökyüzü bana eşlik eder gibiydi, ağlıyordu, üzerimizdeki balkonun altına saklanıp yağmuru izledim, haziran ayında olduğumuzdan, terasımız çiçeklerle doluydu, her birinin ayrı ayrı kokusunu almaya başladım. Hayat dedikleri bu muydu? Bu kadar mıydı? Ben hiç bir şey anlamadım, bitti mi yani simdi her şey? Nasıl biter, daha hiç yaşamaya başlamadım ki ben. Çocukluğumda oyuncak dolu bir odam olsun isterdim, büyüdüm büyük bir aşkım olsun istedim, hiç durmadan bir şeyler istedim, yanlış kararlar verdim, onları düzeltmekle uğraştım. İş yerinde başarılı olmak için uğraştım, iş arkadaşlarım la mücadele ettim, kocamı isteklerime göre değiştirebilmek için uğraştım, aileme ve çevreme kendimi sevdirebilmek için uğraştım, eşimden ayrıldım, yabancı bir ülkede yalnızlıkla mücadele ettim, hiç istemediğim birine sırılsıklam âşık oldum, aşkıma, kalbime isyan ettim, kalbimi değiştirmek için uğraştım, sonunda pes edip âşık olduğumla evlendim, bu evliliğe karşı olanlarla savaştım, sonra çocuğum olsun istedim, olmayacağını idrak edene kadar çok uğraştım. Sonra ev almak için, geleceğimize para biriktirmek için uğraştım, bütün bu uğraşıların bazılarından başarılı bazılarından yenik çıktım. Evet, ben sadece istediğim, hayalini kurduğum bir hayatı gerçekleştirmek için durmadan mücadele ettim, tabii ki çok mutlu olduğum anlar oldu ama ben daha hiç yaşamadım.
Evet, aşağı yukarı böyleydi sanırım o gün, bahçede balkon altında yağmurun ince ince yağışını izlerken aklımdan geçenler. Kendime acımam, bir müddet sonra düşüncelerim ile beraber değişmeye başladı.
Nisan ayında köpeğimizle her gün gittiğimiz parkta elma ve kiraz ağaçlarının çiçek açışının fotoğrafını çekmiştim, ne kadar da güzeldi, bir daha görebilecek miydim? Belki bir sene daha yaşayabilirim kim bilir? Bahçemiz, küçük lamba ışığında ne kadar da güzel… Düşüncelerim gibi algılarım da değişmeye başladı, önce „ben „ odağından çıkıp etrafımdaki tabiata yayıldı sanki. Her bir çiçeğin kokusunu ayrı ayrı duyar gibiydim, toprağın kokusu, yağmur damlalarının sessizce yaprakların çiçeklerin üzerinden akışları, derinlerimde bir yerlere değdi. Hayatı, can dediğimiz, ne olduğunu bilmediğim o muhteşem bir şeyi ilk defa yaşadım. Düşüncelerim yavaş yavaş sanki kayboldular, ben o yaprakların üzerinden akan su oldum, yağmurun yağdığı bulutlar oldum, bütün çiçekler, toprak, böcek, solucan, hatta içime çektiğim hava oldum.
„Her şey canlı, işte o can benim, ben her zaman vardım ve her zaman olacağım“ Çok derinimden gelen bu cümle ile kendime geldim. İçmeden sarhoş gibiydim. Evet, bu yaşadıklarım sayfalar dolusu tariflerle anlatabilirim ama aslında bütün bunları sanki çok derin bir suyun altında yaşadım da anlatırken, dalıp, dalıp, o derin sularda kalmış bir şeylere bakıp gördüklerime mana verip kelimelere dökmeye çalışıyorum gibi. Kendimizi aldatmaya ne kadar yatkın olduğumuzu bildiğimden, içine fantezimin de karışmasından korkuyorum, onun içinde anlatabileceğim başka bir şey yok.
Bildiğim bir şey varsa, geçirdiğim o belki de birkaç saniyelik bir tecrübe, beni yok edip yeniden yarattı. Yavaş yavaş bilincime gelen ilk düşünceler müthiş bir hayranlıkla doluydu ama neyin beni böylesine müthiş bir hayranlıkla doldurduğunu bilmiyordum. Tabiata hayranlıkla başladığı halde sonunda beni mest edenin sadece bir tabiat görüntüsü olmadığını biliyordum. Biraz önce ağlayan kalbim, sevinçten hop hop zıplıyordu. Muhteşem bir güzelliği görmeden görüyordum, duymadan duyuyordum ve bu o zamandan bu yana böylece kaldı. Tabii ki bundan sonraki seneler içinde çok şeyler yaşadım, hiç kızmadım, endişelenmedim, korkmadım diyemem ama ayni sarhoşluk, hayranlık, kalbimi dolduran taşan neşe bitmedi ve kendim için ettiğim tek dua da bu, hiç bitmesin…
Tabii ki önceleri bende ölüm hakkında çok düşünmüştüm, felsefeyi seven bir insan olarak, bu konuda çok da okumuştum ve de ölümü çok normal, hayata dair olarak görüyordum, hiç değilse öyle gördüğümü sanıyordum. Ölüm şekilleri hakkında bilimsel kitaplar okumuştum, çeşitli dinlerin bu konuya yaklaşışlarını da biliyordum, velhasıl ölümden korkmadığımı zannediyordum. Hâlbuki ben uzaklarda bir yangını, dürbünle izleyen biri gibiymişim, insan çeşitli kaynaklar sayesinde bir şey hakkında çok bilgiler toplayabilir ama kendi yasamadan o şey sana hep uzakta bir resim gibi kalır, değmeden o ateşe sıcaklığını, yakıcılığını anlayamazsın. Bende dürbünle çok uzakta olduğu bilinci ile baktığım ölümü anlıyor ama ondan korkmadığımı zannediyordum. Meğer o uzaktan seyrederken, sadece tahmin ettiğim ateş sıcaklığı, birden çok yakından yalın baktın mı, hayatında ne varsa yakıp yok ediyormuş. Bütün giysilerini, benim dediğin her bir şeyi, hayat boyu kendin ve dünya hakkında çizdiğin resimleri, dinler felsefeler ve hatta Allah hakkında edindiğin, çizdiğin bütün resimler bir anda o ateşte kavruluyor. Hiç bir şey ama hiç bir şey kalmıyor.
İşte o noktada hürdüm, bütün bildiklerimden sıyrılmış olarak bu dünyaya bir kere daha geldim. O gün bu gündür ara sıra gerektiğinde oraya bilinçli olarak geri dönüyorum, tabii ki o zamanki tesiri olmuyor çünkü nede olsa o da beyinde yaratılmış bir resim haline geldi fakat simdi olan başka bir şey var, ben kendi gücümle bu resme ancak yaklaşabiliyorum, ondan sonrasında başka bir güç devreye giriyor. Sanki ben o resme bilinçle yaklaşırken, başka bir dünyaya açılan bir kapıya gelip çalıyorum ve kapının açılıp açılmamasının benimle hiç ilgisi yok, sonra sanki oradan bir el cıkıp beni oraya cekiveriyor.
Ölüm bana yakıcı yüzünü gösterdi ama canımı almadı, o günden bu yana onbeş sene geçti, tümor iyi huylu bir tümormuş, ameliyat oldum iyileştim fakat tümorun oturduğu yerde yaptığı hasar sebebi ile bir hastalık ve bu hastalığın yan tesirleriyle baska hastalıklar oluştu, bu da benim erken emekli olmama sebep oldu.
Hayatımızda karşımıza çıkan her bir şey başka bir düzeyde, göründüğünün dışında hatta aksine ve çok değişik, benim hediye diye adlandırdığım bir bilgi yükü ile geliyor. Bütün mesele o güzel yada çirkin hatta cok feci bulduğumuz paketi açıp içindekilere iyi bir göz atmak. Şimdi, bana gelirken şahane bir hediyeyle geldiği için ben hastalığıma cok minnettarım. Bana büyüler dolu bir hayat getirdi. Hiç bir şey ama hiç bir şey eskisi gibi değil artık.
Bugün gözlerim dolmadan aya bakamıyorum, onun öyle boşlukta asılı dünyaya bakışı, o güzelliği beni herseferinde insanoğlunun bu güzelliğe çıldırmadan nasıl tahammül ettiğine şaşırtıyor. Tüm varlık, en ince hatlarına kadar, her bir atomuna kadar sihirli bir boyaya dalmış sanki. Ben ya bir rüyaya daldım yada bir kabustan uyandım ve şimdi bambaşka bir dünyadayım, çok değişik bir dünya bu, her şey aynı göründüğü halde, aynı değil...Diğer dünyanın içinde yaşıyordum, halbuki bu dünya benim, ne aydan ne yıldızlardan ayrıyım veya başkayım, öylesine sımsıkı bütün her varlığa bağlıyımki, her an hepsinin kalplerinin ağrısı kalbimi acıtıyor, sevinci, içimde dans ediyor. Şaşkınlıklar içindeyim, her gün her saniye beni şaşırtıyor.
Bugün şimdiye kadar yaşadığım hayatıma dönüp baktığımda, iyi, kötü diye değerlendirdiğim dönemlerin değerini, manasız zannettiklerimin manasını, acıların tatlı hediyelerini, tatlıların bedellerini, bu muhteşem tabloda yer alan her noktanın gerekliliğini ve aynı zamanda bir "bütün" olan güzelliğini görüyorum. Bazen O’nun çok ince zarif bir mizah yapısını algılıyorum, bazende şefkatini...
Benim hayatım o gece, terasta çiçekler arasında bir anda değişirken, dış dünyamda hiç bir değişiklik olmamıştı, sadece bendim değişen fakat bu değişim öylesine güçlüydü ki, yalnız beni değil yakın çevremi de değiştirdi zamanla. Tabii bu değişim öylesine muhteşem bir büyüydü ki, anlayabilmem için önce kabımın gelişmesi, genişlemesi gerekiyordu...
Evet birdenbire hayatıma giren, beni, dünyamı ve hatta çevremi değiştirenin, ne olduğunun bilincine varmam çok zaman aldı, fakat bu sadece insan beyninin bunu kavraması hakikaten zor olduğu için. Hele yapı olarak benim gibi, çok şüpheci, akılcı bir yapıya sahip isen, zaten bir şeylere inanmakta güclük çekiyorsan işin çok zor demek.
Onun adı AŞK, o girdiği her kalbi önce yakar yıkar, viraneye çevirir, sonra tek tek bütün kalıntıları, yıkıntıları yok eder. Bir kasırga olur silip süpürür. Artık kendisinin dışında herşeyden arınmış o boş alan, O’nun sevişme alanıdır, yatağıdır, yuvasıdır. Bir gülün saçtığı koku gibi etrafa yayılır, kalbin sahibinin bundan haberi bile olmaz, sadece olan bitenleri aklıyla yorumliyebilmekle mesguldür o.
Aşkı anlamak mümkünmü, hele bir nesnesi yoksa, her gördüğün güzellik, her güzel müzik, her güzel koku, doğa, güneş, ay, gökyüzü, bulutlar, çocukların gülüşü, aşıkların bakışları, insanlar, hayvanlar, tüm varlıklar seni mest ediyor, sarhoş ediyorsa…
YORUMLAR
Sevgili Sema, Murat Aydın Bey'in yorumunda olduğu gibi, tek kelimeyle enfes. Okurken yaşadığım bir yazı ile karşılaştım. Tebrik ederim. Senin gibi ''AŞK'' ın bilincine varmış birini sitemizde görmek çok güzel. Hoşgeldin.