- 599 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gülmelerden de ötede bir yaşam vardı…
Bir rüzgâr, bir ışık, bir ıslık sesi ve masada otururken elindeki bardağı avuçlarında yuvarlayan bir kadın…
Ve ardında salınımlarla şiddeti değişen bir müzik sesi ile karşısındaki kadının buğulanmış gözlerine bakarken sessizliğini bozmak istemeyen, bir adam…
Şarkının tınısındaki anlam, yılların soluk resimlerini cümlelerin içinde saklamış olmasıydı…
Titrek dudaklarla, buğulanan gözlerden sarkan ıslaklıklar peydahlanmış halde iken bile birbirlerine mağrur bakışlarını sakınmadan uzatıyorlardı…
Adamın dudağından uzayıp çıkan ıslıkta sür giden bir müziğin kesitleri vardı, belki de şaşkınlıkla geçen zamanın içinde kararsızlıkla çıkan ağırlaşmış bir ıslık sesiydi ve kadın bu sesle gitgide ağırlaşıp dalıp gidiyordu…
Rüzgârlaşmış gözlerinin peşinden, geçmişin koyu, karanlık kuytularında kaybolan gecelerinin içinde gizlenmiş yıldızlara bakarken, damıtılmış bir düş dengeleri bozuyordu…
Kadın beklenmeyen anda beklenmeyen bir cümle ile ses tonunu daha da masumlaştırdı “seni senin yokluğunda daha da çok özlüyorum” dedi. Ve ekledi, “dayanmam mümkün değil, gidişine tekrar deneyelim, tekrar özveri ile deneyelim, belki kurtarırız birbirimizi…” Dedi…
Adam bir anda silkelendi ve hırsla ayağa kalktı, bir anlık zaafı onu son veda anına düşsel yolculuk yaptırmıştı…
İçinde biriken söylenmemiş cümlelerle tekrar yığıldı sandalyesine…
Kendi kendine konuşurken “zorluyorum yaşamımdaki tüm kalan zamanlarımı” derken umulmaz bir istekle başını sıkıyordu, kendi kendine konuşmaya devam ederek “kaçıncı yıl bu gidişin, “ derken, sıkıntıdan midesi bulanıyordu.
“Kaçıncı yıl bu” ne kadar sert bir soruydu, şüphesiz bir sorgulama ve çürümeye uzayan bir yolun başlangıcına karar verme anıydı…
Zaman fulüleşerek geçiyor ve zaman yaşamın içinde var olan benliği çürütüyordu, önce ezilmişlikle başlayan daha sonra bariz bir çöküşle çürümeye uzanıyordu hasretin kollarına sarılarak…
Af edilemez duygulardı bunlar, geç kalınmış yaşanmışlıklarda kalan bir saklanıştı bu anlardaki zamana sığan tüm düşüncelerle bir sönüşün yerine geçen bir alevlenmeydi aslında…
“Sen benim kalabalıklığımsın” derdin hep, bilirsin ki yalnızlığım sensizlikle başlardı, bilirdim ki saatleri sensizlikle saymayı öğrendim, bilirdim ki yılları saymayı sensiz zamanın ilk başlamasıyla öğrendim, velhasıl yalnızlığım sensizliğine perçinlenmişti, bilirdim ki bu kadar çok kalabalığın içinde, yalnızlığımı hissetmem, sensizlikten boğulmam demekti…”
Sensiz kaç yılları, kaç kere saydım ki senli yıllar neden bu kadar çabuk geçip, ardından neden bu kadar yıkıntı bırakarak yok olmuş gitmiş, hayatımı sensizliğimdeki yalnızlığımla zorluyorum, en zor yıllarım sensizken yalnızlığımla geçtiğini anlayınca da sımsıkı sarıldım yalnızlığıma…
Nefes almak bayağı zorlaştı... Yoksun ve susuşlardasın… Senin susuşların ki benim sessizliklere dalışlarım oldu her zaman…
Bazen hayat bitti sanılır, bazen de umut biter gibi olur, bazen her şeyden vaz geçilir, bazen de unutulmuş ne kadar şarkı varsa biranda fırlar tiz sesleri ile ve o zaman hüzün başlar, aşk başlar, bazen aşk başladığı anda hüzün başlar, var olma mücadelesi başlar, yalnızlığın mumları yanar, sadece umut kalır aşk biter...
Çoğu zaman hayatı zorladık, çoğu zaman da kalemin ucunu kırdık, kaç kez yalvardık kendimize bu kan kırmızı yazıların sonunda, unutulması gereken ne varsa unutmaya yemin ettik, kaç kez döndük sözümüzden de düştük yollara, kurşun sıktık kelimelere, can üzdük, canda üzüldük, dost çeşmesinden sular içtik kanmadık, ardından hep hüzün sıralandı, yine pişmanlıklar kol gezdi yaşamımıza dahil, şiirler hediye ettik kendimize, yine de susmadı kalem, en sonunda rüyalara attık kendimizi de korktuk ayrılık görünce, sonuç mu adı sevmek olan bir kanyondaydık arkası ve önü boşluk...
Bir boşluk, bir derinlik bu göz alabildiğince karanlık, tek başınalıkla bir meydan okuyuş bu boşluğa, kendine güveninden başka, hiçbir şeyi kalmamış bir badenin, karanlık kuytulukta arayışlarıydı tek başınalıkla yalnızlık zorlanmasına zorlanan yalnızlık bu, karanlığın kol bekçiliği, zorlamak bu bedeni, zorlanmak bu hayattaki yalnızlığa, sessizliğe, çaresizliğe, yanıltılmışlığa meydan okuyuş bu tek başınalıktaki yalnızlıkla…
Bir arayış bu siyah gülün yaprağına özlemle geçen bu ömür…
Unutma beni çünkü ben çok dalgınım sana, dar gelir hayat, dar gelir sırtımdaki elbise bana...
Bazen bir yazı çıkar karşına ve tüm hayatını anlatır, aslında o hayatı yaşarken yaşatılmışsındır,
evet gün gelir acılarımı gözlerimde okurum ben ve o acılarımı kimseye okutmam ben bir gün o acılanmayı benimle beraber olup da hak edecektir o gözleri okumayı ki artık ilave acı koymasın
Bir gidiş bu ayaküstü ansızın,
vedasız,
zincirsiz,
geriye gelmesi imkânsız,
korkusuz,
apar topar,
sadece teklik bu,
sadece terk ediş ve kaçış bu,
ardında bıraktığına bakmadan,
kaçarcasına habersiz ve de acımasız,
arkada kalanın sahipsizliği bu,
per perişan olacak bir hayatın başlangıcı bu,
diplere düşecek bir hareketin başlangıcı bu,
sevmenin bedel ödenmesine ilk adım bu
geriye sadece bir enkaz kalarak zor nefes almalara sebep olan bir gidiş bu,
ardından sadece anlamsız bakışların kalacağı,
zamanların başlangıcı olan bir yaşama adım atış bu
ve hep böyle giderler,
hep vedasız başlar acıya çıkacak ilk adımlar…
Susuşlarındı arkama baka baka gidişlerim, susuşlarımdı sana sorgusuz inanışlarım, suskunluğumdu gidiyorsun dediğim anların sonraları, sadece bedenime ödettiğin bedeller vardı köşe başı bekçiliğini yaparken, oysa sen sevmelerden uzaktın aşka dair cümlelerle...
Sustum birçok bahar birçok yaz kayboldu hayatımdan bu susmalarla, sustun yalnızlığıma hoş geldin dedim, gittin bir yaşam yok oldu geride kalarak, acılar benim gülmeler senin dedim şen kahkahalara döndün hayat bu sevgili bahardan sonra çiçekler ölür bilmez misin mor sümbülleri...
Bazen insan baktığı bir şeyi sonraları çok özler, bazen de görmemek için gözlerini eliyle kapatır, oysa o kadar çok özlenmiştir ki kırk yıl hatırda kalır son kahvenin telvesinde...
Eksik kaldık hep yaşamdaki kendimize, eksik ettiler bizi sevdik dediğimize, kara bir kışta kış yosunu bağladık yüreğimize, vardık oysa sevgi çemberinde, vardık oysa yaşamın mutlu karelerinde, sonu gelmez istekler vardı hayata dahil kör ettik kendimizi inandıklarımıza ve bir demet mor menekşeye adadık kendimizi...
Bir gel bana bir gel, gözlerinin yeşiliyle gel, bir gel ki bir ses ver bana, ellerinin kokusu ile olsun, hadi bir gel, elinde bir demet mor menekşe olsun, özleşsin mavilerimle, karışsın kokuna, dağılsın renkleri sevdama, hadi bir gel bana, hayat senle mor menekşeli bahçeye dönsün...
Beklenecek son ana, son nefese sözler vardır, hep unutmak için değildir sevmelerim seni denir, bir hoş seda ile hoşça kal bile denmeden arka arka yürürler, aslında arkaya bakmak isterler, yere serilişimizi görmek isterler ama güçlü görünmek isterler, gözyaşlarını göğüslerine doğru akıtırlar veya daha sonralara saklarlar ağlamalarını, çoğu kez saklanırlar kendi nefeslerinin içlerine, çoğu zaman da kendi güçlerine saklanırlar, özlerinde vardır güçlerini sonralara saklamak, gizlileridir fırsatlarla tekrar geri dönmek için ama hayat çoğu zamanda tek nefesle değişir ve en çok ağlayan giden olur ve çoğu zaman düşünülür giden mi daha çok ağlar, kalan mı diye ve cevapsızdır aslında saklılarda kalır hep, oysa saklanmıştır tüm düşler bir mor menekşe tarlasına…
Bazen yaşam renklerin içinde saklıdır ve gizli kalmış çok duygu renklerle açığa çıkar ve bir menekşe ki en itirafçı çiçektir ve seni ben çok sevdim kelimesini hep sayıklar, fısıltılarla...
Sadece içinde incelmeler olan bir an zamanı bu, ötesiz, eskisiz, tarifsiz, iç huzura koşmak isteyen bir yürek vuruşu ile...
Belki de sandığımız bir düştü düşünce kulvarlarında zorladığımız bir düştü, hayatın an an bizi hırpalayan zamanları, sadece belki de bir sığınmaydı, isteklerimizin içinde, kaç bedel ödenecekti daha yürek mahkumluğuna, "bir tek seni ben çok sevdim" dediğimiz cümleye...
Ne yazık ki hayat sür telaş dönüp giderken, engellenemeyen düşüncelerimizin içinde kaybolurken, çoğu zaman kendimizden ürktük, çoğu zaman başkaldırdık, çoğu zaman yollara düştük ama vaz geçmedik düşüncelerimize ulaşmak için verdiğimiz çabalardan, belki de kendi kendimizi zorladık, belki de vaz geçemediğimiz isteklerimizin altında ezildik ama yine vaz geçmedik doğrularımızdan, kendimize güç veren düşüncelerimizden, çoğu kez zorlarken an zamanlarımızı yine de vazgeçmedik düşüncede yücelttiğimiz yürek ikizimizden...
Bazen bir insanı çok sevmek istersin, bir gün seversin de o sevgi ile hep yaşamak istersin ya, işte böyle bir şey bu gün yapmak istediğim ve hep içinde kalmak istediğim, bu bir dilek, herkes içinde dilemiş olmak ne güzeldir, kim bilir...
Oysa biz denmeliydi konuşarak kalmak için, konuşmalara dahil olmak için, kararlaştırılmış acıları da yaşayabilmek için, sonraları da bir ömür gülebilmek için, biz denmeliydik şüphesiz, oysa biz çoğu zaman sen ve de ben’lerde kalarak belki de kendi hayatımızı darmadağın ettik...
Aşk kelimesine gelince o kadar yalnız bir kelimedir ki ne zaman karşılıklı söylense hep tek kalmıştır ayrılıklarla diyen de duyan da, "bu yüzdendendir benim seni sevdiğimi ben bilirim sevdiğim, sen de bilsen ne zamansa unutacaksın bilirim sevgili, bu yüzdendir tek tasam tul çiçeği gibi, sana gelince sevgili, sen kalabalıklarınla şen saatler yaşarken, ben yalnızlığıma ağlardım, bir gün baktım ki sen de ağlıyorsun, işte o gün şaşkınlıkla hıçkırdım, bilirdim sevgi iki kişilikle olurdu da, ağlamak hep tek kişiye yakışmıştı, şimdi işim daha da zorlaştı, ben şimdi ne yapayım iki kişilik mi ağlayayım, yüreğim dayanmaz ki, bakma senden sonra bu günlere geldim ama o zamanlar tek kişilik ağlardım, eee bakacağım başımın çaresine her halde büyük bir taş vardır bir yerlerde...
Bu akşam aklıma geldi de bir merhaba diyeyim dedim tüm arkadaşlarıma, sonra merhaba ne demek diye sordum kendime gülümsedim, cevap çok yorucuydu, araştırma gerekti ve ben onu yaptım, tekrar gülümsedim...
"Ölürüm yoluna, ölürüm gülüşüne" diyenlerin hepsi, bakıyorum da deniz kenarlarında bir başkaları ile kol kola dolaşıyorlar, nasıl bir ölmekmiş bu ki sadece onlardan birine sormak istedim, aldığım cevap da çok şaşırtıcıydı, "her dediğimize ölsek, hayatı kim yaşayacaktı" ve ben sustum artık, zaten hiç sevmezdim ölürüm kelimesini, şimdi bir başka sevmem, çünkü artık gülümsüyorum...
Bu şehrin öbür ucunda da bu şarkı çalınıp dinleniyor, ben bu yakasındayım sevgili, dinliyorum şarkıyı, senin dinleyip dinlemediğini, bilmiyorum ama bu şarkıyı ben yazdım, bu şarkıyı yazarken yalnızdım, bu şarkı benim yalnızlığım, ıssızlığım, öksüzleştiğim bir zamanda ses verdi…
Belki sen ötelerdesin, belki uzaklarda veya başka bir şehrin güneşinin ışıklarına açıyorsundur gözlerini veya O şehirde uyukluyorsundur ve sen benim ıssızlaştığımı bilmediğin gibi bu şarkıyı da dinlemiyorsundur, biliyor musun o şarkı “hüzzamdı”…
O şarkı hüznün sesiydi, o şarkı ısınmanın sesiydi, o şarkıda acılanmaların tarifleri, dik duruşun onuru, vazgeçilemezlerin duraksadığı, belki de bir çok düşüncenin sarsıldığı, ayrılıklarla, kopuşlara dahil an zamanının geldiğini, yalnızlaştırılarak da yaşanabileceğini, ölümden öte cümlelerin de varlığını, anlatırken, sadece göz yaşlarını destekliyordu…
Ağlamaların da hazzı vardı, gülmelerden de ötede bir yaşam vardı…
Sessizliğin ötesinde de bir hayat vardı…
Dili lâl olmuş bir bedenin düşüncede de bir yaşam hakkı vardı…
Unutulmaz aşklardan birini yaşamanın da bir hazzı vardı…
Bir onur savaşımıydı bu şarkı,
Bir utku doluşumuna sahip olmaya dairdi bu haz
ve
sevmenin eşsiz gizeminin unutulmazlık mührüne sahipliği vardı…
Ayrıca
Sevebilmenin de gurunu yaşatan bir şarkıydı bu
ki
hem senin eksiklerini, hem de benim öfkeye karşı sabrımı
anlatıyordu ki senin bu şarkıyı sevebileceğini sanmam…
O bir hüzün geçidiydi, kalbini hüzne kapatanların mezar taşlarında “bence sadece yaşadılar” yazısı olurdu…
Ve onlar sadece her şeye rağmen yaşadılar bu hayatı ve de mecburdular yaşamaya, çünkü kendi şarkıları vardı, çünkü mecburdular şarkıdaki sözlerin ardında durmaya, onlar her şeyde severek kaldılar ve onlar severek gittiler uzak şehirlerden şehirlere duramayasıya, çünkü sevgideki yaşamda vardılar var kalmaya çalıştılar, belki beceremediler ama hiç olmazsa denediler arlıca…
Bu yaşam birlikte yaşanmış an zamanları ile doluysa bu gün bunları inkâr etmemek yürek işidir, o yürek çaptığı müddetçe her yazdığım cümlenin arkasında olurken, sadece senin için üzüldüm ki yaşam paylaşılanlarla beraberse eğer yaşamdır…
Hasretin ve de unutulmazın şarkısı buysa tamamen duygusal olur sanırım...
İnanılmaz güçler, fark edilmez istekler, bazen bir köşeye saklanmak isteriz, bazen de bir göl kenarı kalabalıklılığındaki sakinliğe sığınırız, işte yaşam dediğimiz an zamanlarının bilinmez isteklerinin gölgesi, çoğu zaman yalnızlığımızdaki karamsı, mavi dışı düşüncelerdir bunlar ki o zaman anlarız kalabalık düşüncelerin içinde kaybolduğumuzu, artık ben nerede varsa, hangi düşünce içindeysem, sende ben gibi, benle berabersindir o yalnızlık kulvarında...
Bazen hayat çok şey yaşatır sanılır ama aslında çok şey, boşa geçmiş olanlardır...
Çoğu zaman güle güle derken özlemin hüznü ile içi sızlar insanın, kaybetme korkusu veya kazanılmış duyguyu yitirme korkusu basar geçer yüreğin tabanına…
Ne zaman bir sen düşsen aklıma, gündüzüm kararır, gecem heba olur gider, uykusuzluk sürgündür geceme, ne zaman düştün aklıma, kaç yıl sürdü bu sürgün, kaç yıl bıraktı bu gölgelikleri, hayatı kolay sanıp gülmeye düşen yıllar ne kadar çok çabuk arka mazide kaldı, ben sana ömür vermek isterken sen neden vurdun kırbacı bir bana...
Yalnızlığa terk edilmiş bir benlik bu, yasaklanmış istekler, sahipsiz yürek titreyişleri, zamansız akan göz yaşları, sevinçle hüznün karıştığı an zamanları, bir metafor değil bu gökkuşağı renklerini bakıp da görmek, bir sevgi sözcüğü bu uğruna ölünecek, bir kahır zamanı bu diplerde dolaşılacak, bir istek bu buğulanmış gözlere bakarak, unutma beni çünkü ben çok dalgınım sana, dar gelir hayat, dar gelir sırtımdaki elbise, bir sen varlığı idi beni kendime sen için bağlayan, bir sen düşüydü gecelerimdeki bakışlarım, şimdi karanlıkların yolcusu olamam, ne desem boş beynim sana kilitlenmiş, tüm hüzün şarkılarının tınısı senden yapışmış bana, ben sende olmak için hayatımı sana bağladım sevgili, sen görmedin, sen bilemedin benim seni nasıl sevdiğimi, bunun tekrarı yok, bunun ardı da yok sevgili, ben bana söz verdim unutmayacağım seni...
Hüzzam şarkı nasıl bir hisle dinlenir bilir misin, sevgili?
Bir tül perdenin ardından pencerenin dışına bakıp sayıklamaktır, buruk bir sesle sevgilinin yüzünü görmeden adını hıçkırmaktır, inlercesine, titrercesine, akıttığın gözyaşlarını tutamayıp avuçlarının içinde biriktirircesine, öylesine işte ağlamak için dinlemek demektir hüzzam şarkıyı ki çoğu zaman içine kendini katarsın kelimelerle ve de düşüncelerle gözü yaşlı...
Mustafa yılmaz
Mustafa Yılmaz 4
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.