- 753 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'scenario'
Birileri yine bir şeyler unutmuş. Unutmalarına bir şey demiyorum, hayır; unutmak insanın vazgeçemediği bir huyu. Beni reklamların altına doğru sıkıştırmaya çalışan iki takım elbiselinin ve bir de siyah, tüllü elbise giymiş (elbisesine uygun bir şekilde de yüzüne makyaj yapmış) genç bir kızın nefeslerini hissediyorum. Böyle bir pozisyonda hararet yapıyorum. Evde sıcak bastığında pencereyi açar, gökyüzüne ve sokağa bakınırım. Yalnız birinci katta olsa yükseklik korkusundan dolayı pencereden sarkamıyorum. Şu an nefes alabilmek için açabileceğim bir pencere yok. Bir sonraki istasyona kadar bekleyebilirim. O zaman kapı açılır ve biraz nefes alırım. Yeraltında olduğumuzu unutuyorum. Damarlarımdaki kan sirkülasyon yapamıyor. Kalbimin kapakçıklarındaki contalar da temiz kanla kirli kanın karışmasına ses çıkarmıyor. Lanet birer conta sahibi kapakçıklar! Kayışım koparsa bu sabah tıraş olmuş gencin yüzüne kirli kanımı püskürtebilirim. Bunda bir an için tereddüt etmem. Sinirlendiğim zaman ağzımdan kan püskürteceğimi düşünüyorum. Nasıl da acımasızlar! Beni yok sayıyorlar ve omuzlarının altında kalıyorum. Önümde birilerinin unuttuğu bir çift bot var. Kaşınıyorum. Uzanamamak ne kötü! Şu anda evimde olsaydım kalorifer peteğinin üzerine koyduğum bekar elini alır, sırtımı kaşırdım. Karşıda dar pantolonu kıçıyla, bacaklarını tamamen saran kadınla biraz samimiyet aramızda oluşmadı değil. ‘Pardon, tırnaklarınızı yeni yaptırdığınızın farkındayım ama sizin için de sorun değilse sırtımı kaşıyabilir misiniz?’ İğrenç et yığını, siyah, tüllü elbisesi içerisinde bilmiş havalara giriyor. İşte gençlik, sizin eseriniz: Rezidanslarda sabahtan akşama kadar bir başkasının takım elbiseli kölesi olmak! Nasıl da heyecanlı iki erkekten genç duranı, gözlerini göremesem de irice açıldığına eminim. Kızın sinesi dağlara paralel uzanıyor. Bu önemli bir şey olmalıydı ki, iki iri dağın arasında köylülerin kışın geçmekte zorlandıkları çataldan bahsettikleri oluyordu. Yer yer dikine doğru İzmir havası da almamış değil. Beni azat edin genç arkadaşlarım ve arkamı dönüp, çaprazımdaki üniversiteli kızın oradan çekilmesini bekliyorum. Muhakkak ineceğini bilmekte güzel! Ya şu üzerinde uyuşturucudan ölmüş şarkıcının resmi baskılı, beyaz tişörtü giymiş kıza ne demeli? Arkadaşlarıyla beraber konuşurken gülüyordu, eğleniyordu, rahat takılıyordu. Tüm arkadaşları önceki istasyonlarda inip, evlerine, yurtlarına dağıldılar ama o şimdi tek başına. Bakışlarımla olabildiği kadar rahatsızlık verdiğimi düşünmüş olmalı ki ‘yapma’ diyor koluyla. Bembeyaz, kemikli kollarıyla itiyor ona doğru üflediğim havayı. Ağır bir azot tabakası onun oturduğu ters koltuğun üzerindeki reklamların yükseltisinde duruyor. Şansıma çaprazım boşalıyor, oraya geçiyorum ve bir süre rahatlıyorum. Tedirgin ve tek başına kalmış kız da ben çaprazıma doğru geri adım atarken, kalkıp, otomatik kapı önünde bekliyor. İnecek. Burası neresi? İsimleri hep karıştırırım. Yalnız, bu ineceği istasyonun, onun, benim, vatmanın ve hala inmemiş dar pantolonlu kadının bir ismi olmalı.
Gözümü tünellerin karanlığında karıştıran ışıklardan kurtulmak için gözlerimi kapatıyorum. İngiliz avam tabakasından Bayan Çayçana’nın resmiyle muhatap olduğum birkaç ay öncesindeydim. Bayan Çayçana aslında Hindistan’da doğuyor. Annesi hemşire, babası teğmen olan Çayçana tipik bir İngiliz kızı olmasına rağmen, İngiltere egemenliği altında olan Hindistan’da büyümek zorunda kalıyor. Bayan avam mutlu Çayçana! Böbrek yahnisi yaptığı günlerde, Bournemuth sakinleri için, özellikle South-east ikametgahında ayrı bir kargaşa hasıl oluyor. Bayan Çayçana aslında bir lakap, farkındayım ama anne babasının kızlarına isim bulmak için çok kafa yorduklarını da biliyorum. Bunların hepsini bana anlatan, Bournemuth’da dil kursuna gitmiş bir arkadaş ve misafirperver, insancıl, merhametli Bayan Çayçana’yla tanışma fırsatını yakalıyorlar. Aslında Bayan Çayçana ilk merhaba diyen olmuş. Arkadaşım ve yanındaki arkadaşı aksansız İngilizceleriyle Bayan Teau ile kısa bir sohbetin ardından, ülkeye geri dönene kadar her hafta olmasa da on beş günde bir Bayan Teau’nun evine misafir olmuşlar. Teau’nın manası ne diye soran Fatih’e, Bayan Teau, ‘tam olarak bir mana ifade etmiyor ve aslına bakarsanız teamiss gibi Yunan ritmi taşıyan bir isimden bahsetmiş annem. Babam, ‘hayır, miss olmaz, anlıyorum Hindistan’dayız, çay ismi hoş duruyor ama bir yu yeter. Evet, bir yu arkadaşlar, tiyu, yazarken t-e-a-u. Sizce de enfes değil mi? Sonra Fatih ve Selman’ın kendi isimlerini anlatma çabaları var ki, Fatih İstanbul fethinden bahsetmiş. Zamanında internet kafede oynadığı mitolojik, strateji oyunlarının işe yaradığını fark edince, ayrı bir sevince gark olmuş. Selman sanırım olayı çok farklı yönden anlatma çabasına girmiş. Prophet, Muhammet, trench (Fatih’in yardımıyla), Multilingual, clever, Muslim, Barber… Kendi kendine gülene deli mi diyorlardı? Yazma yeteneğimi iyice kaybetmeye yakın, birilerinden dinlendiğim bazı hadiseler üzerine kağıda –genelde kadınlar- hayalimdeki resmeder oldum. Ancak bu konuda da yeteneksiz oluşumu anlamam, bir tür işi komikliğe vurmamla hallolsa da, bazen resmettiklerim gözümde canlanıyor. İşte Bayan Çayçana, gülümsüyor sevimsiz; nasıl da fit, uzun yüz kemikleri ve alınmadığına emin olduğum incecik kaşları. Dudakları da zar gibi, bir o kadar ince ellerinin derisi. Koyu renkte gömlek giydiği gün mutsuz oluyormuş ama arkadaşlar Bayan Çayçana’nın üzerinde açık renkte gömlekten başka bir gömlek görmediklerini söyleseler de, ben kadının akıllı olduğunu düşünüyorum. Babası gibi zeki biri o. Teau ismi, Yunan Tanrıçaları ölmemiş olsalardı bu ismi kıskanırlardı. William Makepeace’nin romanını okuyan bayan, ‘dur, sana geliyorum.’ Ama ne anlayabilir ki bu ses ve beden kalabalığı içerisinde? Okumasına izin verirsek, okumaya devam edecek ve gözlerimi kapayıp her resme verdiğim isimleri düşüneceğim. Bayan Çayçana, Bayan Pussy, Bayan Nevus, Bayan Shank, Bayan Floppy, Bayan Peace, Bay Famine, Bayan Frog. Birilerinin unuttuğu botları giyip, yürüyen merdivene atıyorum kendimi. Mutlaka sağda durup, solda yukarıda ne bok varmış gibi tepişen insanlara yol vermeliyim. Dangalaklar. Bir de ‘çekilsene be’ demeleri yok mu, bunları sonradan gelenlere de öğretiyorlar.
İskele az ileride, her haliyle belli. Elleriyle kendi küçük bedeninin ulaşamadığı yerlerde bulunma arzusu taşıyan vinçlerin çok yakında konteynerler bordo renkli, ağır kapaklarıyla sıralanmış. Oraya varınca, orada olacağım. Bu gördüklerim amatörce olduğu için, içim kararıyor. Elinde patlayan tüfeği icat eden adamın makus kaderinden başka neye sahip olabilirim nihayetinde? Müflis bir rüzgar nereye eseceğini bilemeden yüzüme çarpıp, ağır saçlarıma İskele tozu çırparken, beş dakikadır arkalı önlü yürüdüğümüz gencin duraksayışı adımlarımı yavaşlattı. Yanından geçerken yüzüne baktım. Elinde tütün poşeti vardı. Sigara sarmaya çalışıyordu. ‘Al’ dedim, ‘al buradan yak, ne uğraşıyorsun.’ Gençliğini feri ilginç bir şekilde bu hayattan başını alıp gitmişti; geriye hastalıklı, sarı bir yüz ifadesi kalmıştı. Bütün gün evde oturup, hiçbir şey yapmayınca, ‘hiç dolu dolu yaşamıyorum’ diyebilme haysiyetsizliğim yüzüme çarpılmış gibiydi. Muhabbetimize başlar başlamaz, ‘abi’ olmuştum. Ben onun geçici bir abisi olabilirdim. Ayağımda benim olmadığını düşündüğüm botları fark etmesine gerek yoktu. Beni mutlu kılacak şeyler çok açık değil mi? Elma, Ihlamur, Adaçayı, Otrivine, Sade Soda, Balkon, Çikolata, Kitap, Basketbol, Yeni Kaliteli Bir Kıyafet, Toprak, Hız, Ter, Kıvamında Çorba. Saçmalanacak bir an değil. Benden korkmaması için onunla hemen arkadaş olabilirim.
‘Uğraşma, al iki dal al, çantamda paket var, rahat ol’ diyorum. Zorlama bir giriş olduğunun farkındayım ama samimi. Elim sıcak. Elime dokunsa, elleri sıcaktan eriyebilir. Bu durumdan şimdiye kadar hiç şikâyetçi olmadım;’ bir tür ateşli adamsın vesselam’ tabiri beni doğruluyor ve tanımlıyor Yine de bu ateşin beni korkuttuğu zamanlar oluyordu. Öyle bir andayım. Ejderha ateşinin doğurgan çenesine yapışmış sümüksü çiğ tanelerini andıran ter damlacıklarımı göremeyecek kadar karanlık bir yerdeydik ama beraber yürümeye başlayınca sokak lambalarının yer yeryüzümü aydınlattığı anlar oldu. ‘Karakoldan geliyordum, dün telefonumu çarptılar’ diyordu. Yüzüne baktım. –Sordum sarıçiçeğe, annen baban var mıdır?- Çiçek Eylül solmuştu. Kafamda her daim uyuşuk halde duran ve bana bazen zor anlar yaşattıran canavarın ayaklandığını hissettim. Biliyorum, öyle bir amacım olmasa da, yüzü hikâye dolu bir insanla beraberdim. İki dakika önce onu tanımıyordum bile, önümde ilerleyen yabancıydı. Koyun gibi boşluğu tekmeliyordum. Sözü geçen zamparaların takılmayacağı bir yolda olduğumuzun farkındayım. Yüzüne bakıyorum. Biraz sonra sancı ritmik bir yavaşlama sürecine girdiğinde, gergin pervik kasları William Wallace’ın emriyle bağımsızlık için kendini salıyor. Yüz hatlarında, bir dağ havası taşıyan ve ağır bir bombardımana maruz kalmış tepeyi andırıyor. Anadilimizin elverdiği müddetçe anlaşabilir ve gülebiliriz. Gülüyorum, biraz kahkaha atıyor da olabilirim. Böyle anlarda biri kameraya çekip, sonradan bana kendimi izletse rahatsız olurum. Niye gülüyorum? Gülme. Biraz sonra ikimizi birden hüzünlendirecek terler akacak sırtımızdan soğuk ve oval bir kütle halinde. Burnu uzun değil. İnatçı değil. Beni dinliyor. Önünden geçtiğimiz halı sahanın demir çitlerine tutunmuş birkaç adam. Biri iğrenç bir bakışla beni gözlerinde ağırlıyor. Ona ne yaptım? Ben ve yanımdaki biz kimseye bir şey yapmadık. Onun dün telefonunu çarpmışlar. Ne acı. Öğrenci adamın telefona ihtiyacı var. Bundan on beş yıl önce böyle bir gereklilik yoktu. Lükstü. Şimdi gereklilik. Yerdeki orospulardan kurtulamamanın verdiği, ayrıca suyu katmanlı bir gök masalına dönüştüren Boreas’ın semiz kıçına kendi üflediği rüzgar dolarken, beyaz bir korku dilimin ucunda üflediğim dumanla karanlığa karışıyordu. ‘Bak, dumanlarımız havada birleşiyor. Bunu daha kalabalık yerlerde yaptığımda daha renkli geliyor. Bir gün…’ Kimsenin masal dinleyecek hali yok. Yanımda mutlaka olması gerekenlerden biri yok. Çantamı seviyorum. Büyük, hacmi bol, siyah bir çanta ama benim için kabus oluyor. Beraber düşüyoruz. Bir an kendimi yerde bulunca, birkaç ayakkabıya rastlıyorum. İşte, sahipsiz ve kimsenin olamayacak kadar büyük ayakkabılar. Deri, kimi siyah, kimi kahverengi. Bırakın öpeyim yeri. Asfalt sıcak. Ne güzel ezmişler işçiler kürekleriyle! Old age, tumturaklı olacağını eğer tutarlı bir zihinle ortadan kaldırabilirsek, paletli asfalt serme makinesine sonuna kadar aşık olabilirim. Mühendislik harikası paletinin o düz ancak taşlanmış bir makas yüzeyine benzeyen ve kendi etrafında, bir başka itici kuvvetin yardımıyla dönen yüzeyi, eğik başlı ağaçların anlatmaya çalıştığı hikayelerde geçen geri dönüşü bana hatırlatıyor. Yeryüzü orospularının talihsiz gövdelerinin de taşlanmaya ve tıraşlanmaya ihtiyacı var. Organ tıraşının kimseye faydası olmaz.
Bir düğündeyiz. Normalde dört kişinin oturması gereken masaya başka masalardan alınmış sandalyelerle sekiz kişi oturuyor. Sarı ve siyah kolalar masanın üzerinde, bir başkasının kolasını içmekte olası. Düğün sahibi züğürt; kuruyemişler poşetler içerisinde ve çekirdek kabuklarını dökecek ayrı bir poşet yok. Sekiz adamdan biri iddia bültenini dağıtmış masaya. İçlerinden biri benim de bahsettiğim mevzuyu açıyor kısık sesle:’ Bizim mahallede oturan orospularla son zamanlarda daha çok karşılaşıyorum. Yalnız sorun şu, gavur kızı gavurlar, yüzüme bir kez olsun bakmıyorlar. Ama geçen gördüğümü inkar edemem, bak günaha girerim. Oturmuş, çay içiyorum. Arkadaş yanımdaydı, ihtiyacını gidermek için cami tuvaletine kadar gitti. Kahvehane de varmış tuvalet ama arkadaş önceden girmiş, ‘pis’ diyor, bir daha girmem. Neyse, iki bayan geçiyor. İki tane de ufak velet var. Veletlerden biri baktım kahveye doğru geliyor. Veledin peşinden anasını gördüm. Duvar var tabi, yüzünü görebiliyorum hafiften. Film artisti mübarek, sıfır makyaj ama bak; Sarışın mı sarışın, omuzlar narinim ancak güçlüyüm, yeri geldi kodum mu oturturum havası veriyor. Sonra çocuğuna bir şeyler dedi. Baktım, lan bu Rus! Şimdi bunu anlatıyorum ama bak ben gençken Rusya’da iki yıl çalıştım. Hepsi güzel değil. Yani böyle güzel değil. Çok sıkıcı, çilli, sivilceli, benli kadınları da oluyor. Yalnız bazıları havalar az ısınsın, üzerlerine palto giymeden çok güzel elbiseler giyiyorlardı bak. Tabi doksanlardan bahsediyorum ben. Neyse, ben kadına bakıyorum. Fark etti baktığımı, o da bana bakıyor. İçimin yağları erimesin mi! Biraz sonra duvar ortadan kalkınca, karnını görünce şok oldum. Hamileymiş kadın. İnanır mısın, dua ettim. İnşallah babası vardır. Bakar çocuklarına, şu gül yüzlüye de iyi davranır dedim içimden. Arkadaş tuvaletten dönünce, baktı bir bana:’ Beş dakika çekmedi tuvalete gidip geldiğim, yaşlanmışsın sen’ dedi. Düğün devam ediyor. Damat ve gelini piste davet ediyor biri. Mikrofondaki ses her gün aynı şeyi söylüyor mu diye merak ediyorum. Her gün düğün varsa, izinli bir günü olsa haftada, ortalama ayda yirmi desem; hayır, bu işin bir matematiği yok, mikrofonla saklandığı yerden söylüyor işte:’ Gelin ve Damadı piste alıyoruz.’ Davet ediyoruz da diyebilir. Üzerindeki bordo, pahalı tişörtün göbeğini saklayamadığı, üstelik bir o kadar da anadilinden nasipsiz, sorgusuz sualsiz altındaki tankcıl arabasını aldığı parada benim de emeğimin olduğu aşikar, sikik ciğerci patronuna benzeyen bir adam kırmızı elbiseli bir kadınla dans ediyor. Kızı diyorlar. Kızı ne afet bir şeymiş! Nasıl büyütmüş bu kalçaları acaba? Güzel yumuşaklık, asil bir boyun hattı üzerinde iki bin yıllık Roma duası eden sefil bir agnostiği bana hatırlatıyor. Herkes onun semiz kalçalarına hayran ama biliyorum ki, onun kolları ve kusursuz bacakları bugün evine döndüğünde, topuklu ayakkabılarını çıkardığı anda, duyduğu rahatlama hissinden pay alamayacaklar. Yalnız benim için cennetin huzuruna taşınmak, dağınık notalardan Schubert eseri çıkarmaya benziyor ki, oturup sussam yeterli olacak. Kola içmek bana iyi gelmiyor. Bol köpüklü bir tükürüğü ağzımda dolaştırıyorum. Biri soru sorsa, o an cevaplayamam. Sebebini de sonradan söyleyemem. Tüysıklet bir takı töreninin ardından, dans devam ediyor. Damadın gurbetçi akrabalarının sesleri kulağımı tırmalıyor. İçlerinden biri ikide bir ‘Grüb Gott’ diyor. Bazen de damatla geline dönüp ‘Die Grobe Liebe’ diye devamını anlayamadığım bir şeyler söyleyip duruyor. Bizim masadan yaşça en büyüğümüz, ‘şu masadakiler ne çok yağ, yağ diyorlar, ne bunlar yağcı filan mı, toptancılar mı’ deyince, diyaframdan gülmeyi öğrenen yedi kişi oluyoruz. Sekizinci kişi bizi güldürdüğü için çok üzgün. Biraz önce ‘yağ’ demenin bizim açımızdan hiçbir anlamı yoktu. ‘Ja’ veya ‘yağ’, istedikleri kadar devam edebilirlerdi ve içlerinde tek üniversite mezunu olmayan bendim. Yedi kişinin kağıt üzerinde en cahilleri olarak daha fazla gülmem gerekiyordu. Cahiller daha iyi kahkaha atar diyenin de boynu kesile!
Yeryüzü orospularından, bakışlarıyla yardıma muhtaç filika içindeki ürkek gözleri öldürecek adamdan ve yabancı iki insanın korkularından uzakta otururken, Süleyman İstanbul Üniversitesinde Radyo-Televizyon bölümünde son sınıfta okuduğunu söylemişti. Eskiden senin okuduğun bölüme imrenirdim. Bazen eski imrenişlerim devam eder, hayatı başka türlü yaşama isteğim hiç bitmedi. Bir piç gibi sürülmekten ve sürünmekten daha ötesi olabilir dünyada. Kendi evimde bile kendimden usanıyorum çoğu zaman. Bazı geceler uğultu duyuyorum. Uğultuyu çıkaran bir adam, hayalet ya da ruh filan değil. Kitaplardan geliyor. Üst üste binmiş kitaplar uğulduyor. Bunu anlatabilmem güç. Hem ben de bir ara yazıyordum biliyor musun?’ Nereden bilebilir? Yarım saat olmadı tanıştığımız. Evine gidecekti, yolundan ayrı koydum. ‘Olsun abi, senin muhabbetin güzel, telefon da yok zaten, arayan soran yok, giderim eve.’ Dünyanın en iri göğüslü faresi taşların arasında durmuş, uzaktan kendini korku dolu gözlerle izleyen kedilere ve köpeklere aldırış etmeksizin, denizi seyrediyor. Bu gece yakamoz olabilir diyen aptalda halı sahada üçüncü golünü attı. Kafası fazla çalışmıyor ama ayak bilekleri kuvvetli ve estetik. Bileklerine hakim, ayrıca sol ayağıyla mermi gibi vuruyor. ‘Abi, aslında sen yazıyormuşsun ne güzel, dediğin gibi ben de çekerim senin yazdıklarını.’ Acemi hayalperest. Konuşurken sözcükleri baklava üzerin dağıtılan fıstık taneleri gibi etrafa saçıyorum, bu benim itaate bir türlü alışamamış bünyemle alakalı. Ayrıca organlarımın bazen kasılıp küçüldüğünde, sözcüklere de yansıdığı oluyor. Kokusuz bir çarşaf, yalnızca ipi boyarken, makine de bir süre kalışı var, o süre zarfında sinen boya kokusu da olabilir, kefenin bile kokmadığını kim söyleyebilir. Sevgilisi de yok. Bu zamanda sevgilisi olmayana kötü gözle bakıyorlar. Yaşlanıyor ve bitkinleşiyorum. Sigarayı bıraktığımı söylediğim zamanlar oluyor. ‘Abi, ne güzel olurdu’ diyor. Bütün düzeneği varmış. Amatör bir film çekebilirmişiz ama senaryo yokmuş. Senaryo mu? Radyo- Televizyon okurken, senaryo için bazı geceler uyumadan, öylece açtığı müzikle başını yasladığı kanepe başlığının tüm sertliğine rağmen, şefkatli senaryolar üreten adam şunu hayali olarak görüyordu:’ Bir gün, bir çiftin yaşamını en doğal haliyle kameraya çekeceğim. Tabi, gerçek bir çift olmalarını istiyorum. Sevişme sahnesinden tut, yemek, içmek, alışveriş, ne varsa gündelik hayatlarında, hepsini birden çekmek istiyorum.’ Bunu söylediği an, ben susmuş, hayaline duyduğum saygıyı sessiz kalışımla sunuyordum. Necati dayanamamış, ‘sen git otuz bir çek kamerasına koyduğum, bize gelmiş yönetmencilik oynama, bitir okulunu, bul torpilini, gir TRT’ye işte.’ ‘Film çekecekmiş, neymiş efendim bir çiftin gündelik hayatı. Sen git otuz bir çek angut! Hayallerde yaşıyor.’ Necati niye bu kadar kızmıştı, o an sadece şaşırmıştık söylediklerine ve Necati’nin birkaç gün sonra sebebini söyleyeceğini biliyorduk. ‘Sinirliydim işte geçen gün, ben iliklerime kadar ıslanayım arkadaş onu beklerken, o gelsin, niye beni acele ettiriyorsun diye bir de üste çıkmaya çalışsın.’ Şuleden bahsediyordu. Sarı elbiseli, kahverengi saçlı, bal rengi gözleriyle insanı kendine sulandıracak İşletme okuyan kız. Onu bir kez kampüste Necati’yle görmüştüm. Eğer bir kıza yazacak kadar yakışıklı olsaydım, bu fırsatı Şule gibi bir kız üzerinde deneyebilirdim. Ya da iş işten geçmeseydi, düğünde gördüğümüz, yedi kişinin de semiz kalçaları arasında cennet huzurunu paylaştığı kız da olabilirdi. Ne ahlaksız tereddütler bunlar! Nasıl yavan bir fırsat tepiciliği ayrıca!
‘Arkadaşın hayalini iyi anlatmış ama abi bir çiftin özel hayatını kameraya çekmek, bilmiyorum; Necati miydi adı, onun söylediği gibi, olmaz yani, bilmiyorum, bizim gibi bir ülkede daha imkansız geliyor.’ Başımı salladım, ‘evet, Necati.’ İmkansız diye bir şey yok ama yine de insan çekiniyor. Ayrıca ‘niye’ diye de sorarlar adama. ‘Ne amaçlıyorsunuz’ diye sorduklarında, ‘evet, ya biz, doğal bir sinema kültü oluşturma amacındayız mı diyeceğiz?’ Bir anda kendimi sahasında tecrübeli sinemacı gibi hissetmem, sol kaşımı hafiften kaldırıp, gururla gülmek adına çoğu zaman kullanamadığım çizgileri yüzümde belirince, ‘sen bir nişsin, sebebi ne olursa olsun, hangi konu da olursa olsun bir nişten fazlası değilsin’ dedim kendime. ‘Kalkayım birazdan’ derken, Süleyman birkaç yaş daha almış ve solgun yüzünün çıkış kapısı gözleri, sara nöbeti geçirmiş birinin titrek ve saydam göz kapaklarına sahipti.
Raylar arasında trenin geleceğini duyan ulak faredişlerini gıcırdatıyormuş gibi ses çıkarırken, kapı açılıyor. ‘Bir Trenin La Ciotat Garı’na Varışı’ muazzam olabilirdi, buna kimsenin de öznel bir eleştirisi bulunamazdı. Açılan kapı, çatı katında bir odaya aitti. Gözleri kan çanağı olmuş, dudakları kurumuştu. Kalın alt dudakları onun gözlerinden sonra en güzel yeriydi. Uysal hastalara benzeyen elinin ağır ancak etkili dokunuşları vardı. Oda ona aitti. Sobasını pencereye yakın kurmuştu. Sobanın az ötesinde pembe ikili bir koltuk vardı. Bu koltuğun karşısında duvara bitişik bir l koltukla, l koltuğa da bitişik, l koltukla takım ikili bir koltuk daha vardı. Biri dört metrekarelik, diğeri iki buçuk metre karelik halıların feri çoktan gitmişti. Bedenleri oradaydı ama ruhlarını kimin çalıp götürdüğü bilinemezdi. Bu kadını o odada çoğu zaman göremeseler de, yine bu odasını, pencerelerini, pencere eşiğinde biriken kuş pisliklerini dahi seviyordu. Gençliğinde duyumsadığı militarist devrimci eşiğini aştığı ve hapishanede uslandığı yıllarda çoktan sararmaya başlamıştı. ‘Yorgunum’ dedi, ‘kendimi yorgun ve bitkin hissediyorum.’ Ağzında erimemesi için çaba gösterdiği ve dudaklarını balık gibi yavaşça çarpıp, nefes alışverişlerini kontrol etmekle uğraşırken, ruhunun kımıldanışlarına ses çıkaramıyordu. Gideceği bir yer aslında pek yoktu. Çoğu zaman ince belli bardakta çayını içtiği, ağaçlar arasındaki kafenin dışında dışarıya da pek uğramıyordu. Yine de evde uğraşacağı iki canlı vardı. Bir kedi ve bir köpekle çoğu zaman yalnızlığının o sessiz uğultularından arınmaya çalışsa da, hayatı adına bir şans olarak dileyebileceği, sevilebilmeyi umut etmekten vazgeçemiyordu.
Süleyman ayağa kalkınca, ben de kalktım. ‘Abi, dün bu saatlerde telefonu çarptılar. Cüzdanı da çarparlar bu gidişle. Gideyim en iyisi eve de, senin de feribota pek fazla bir süre kalmadı sanırım. Tanıştığıma çok memnun oldum. Daha uygun bir zamanda görüşürüz değil mi?’
Feribot tehlikeli bir şekilde sallanırken, dizlerimi bir an için kıç tarafına yakın bir yerde, nemli demir yığının üzerinde buldum. Bin sekiz yüzlü yıllara ait bir tepkiydi benimki. Göbeğinin katlarına inmiş ve sönük plastik topları andıran göğüsleri artık toprağa karışmak için yalvaran kadının birkaç sene içerisinde nasıl da zayıflayıp, elden ayaktan düştüğünü görünce, içim burkulacaktı. Ayak parmağıyla kainatın çekirdeğini okşayan, sırlı bir bakışı bıraktığı yerde, sandalyenin altında ona sığınıp, hüznümü unutmayı diledim. Süleyman’la bir daha görüşeceğimizi ve senaryo üzerine konuşacağımızı düşünmediğim için, o sandalyenin altına doğru sürünmekten geri durmadım. Bir gün o sandalye sıcak olacak diye dua eden şişman bir kediden farkım yoktu.
YORUMLAR
İsimlerle benim de pek aram yoktur. Unuturum çoğunlukla. Bazen, günlerce hatırlayamadığım olur. Hatta, bu isim unutma derdinden dolayı sessiz sinema anlatmakta da, internette aradığımı bulmakta da çok ustalaştım.
Ruslarda amma az isim var. Bu yüzden galiba, baba isimleriyle çift hitap ediyorlar. Viktor İvanoviç ya da Natalya İvanovna gibi. Biz bu konuda en az Kızılderililer kadar şanslıyız galiba. Fakat isimlerin anlamını açıklarken çok gülüyorlar bize. Haklı oldukları taraflar da yok değil. Adamın adı Yamaç, gel de anlat?!
Gerçekten de yüzü hikaye dolu insanlar var. Tüysıklet bir takı töreni güzeldi. Orada olsaydım ya,
Necati'ye sıkı bir kafa çıkartırdım. Tam lavuk.
Sahi kediler sıcak severler di mi? Yoksa biz mi uyduruyoruz? Severler tabi, sobanın yanına, kaloriferin altına niye kıvrılırlar yoksa.
Güzel bir hafta sonu yazısı olmuş. Tek bir yerde, aynı cümlede aynı kelime iki kez geçmiş. Necati gibi hissettim bak şimdi.