boşboğaz
Vakit geceyarısını geçmiş. Soğuk rüzgar, ağaç dalları arasında geziniyor, hışırtılı sesiyle insanın içini ürpertiyor. Şehrin gürültüsüne uzak, bulunmayı bekleyen değerli maden misali hareketsiz villalar arasında, yokuş çıkmakta olan iki arkadaş konuşuyor.
“Buraya neden geldik?” diye sordu Ercan.
Tayfun’un yüzünde tebessüm belirdi, “Küçük bir işimiz var. Bana borçlusun, söz verdin unutma, bu gece yardım edeceksin.”
“Baştan söyleyeyim, senin karanlık işlerine bulaşmak istemiyorum.”
“Sessiz ol, geldik sayılır,” dedi Tayfun.
İki sınıf arkadaşı, bir sokağın en karanlık yerinde, ağaçların arkasına gizlenip sessiz bekleyişe koyuldular.
Sokakta çıt çıkmıyor. Serin rüzgar, kış mevsimi makamına uygun soğuk havayı buraya kadar sürüklemiş. Okulların tatile girdiği gün beklenen kar, İstanbul’a gelmeyince soğuk hava şehrin iliklerine iyice yerlemiş. Kaldırımlardan ve apartmanların betonundan yansıyan soğuk iç titretiyor.
Ercan, böylesi soğuk havada sokakta ne işi olduğunu düşünüyordu. Yanında sessizce bekleyip karanlık sokağı gözleyen Tayfun’a baktı. Serserinin tekiydi Tayfun. Gelecekte ne olacağı belirsiz bir adam. Sabıkası henüz kayıtlara geçmemiş birkaç küçük hırsızlık olayı vardı. Lisede aynı sınıfta olmakla birlikte, aynı mahalledendi ikisi de. Yoksul hayatın sunduğu her türlü dışlanmışlık duygusunu paylaşıyorlardı.
“Şu karşıdaki ev kimin biliyor musun?” dedi Tayfun.
“Nereden bileyim?” dedi Ercan.
“Emre’nin evi.”
Ercan, Tayfun’un gösterdiği eve baktı. Terk edilmiş gibi görünen lüks evin yüksek duvarlarındaki sarmaşıklar, buz tutmuşlar gibi hareketsiz duruyorlardı.
“Bizim okuldaki Emre’mi?”
“Evet.”
“İyi de burada ne işimiz var?”
Bu sırada bir kedinin acı feryadı işitildi, ardından devrilen şişe sesleri sokakta yankılanınca uzakta birkaç köpek havladı.
“Sakın bana düşündüğüm şeyi yapacağını söyleme!” dedi Ercan.
Tayfun, pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. Bir parmağını burnuna götürüp kaşıdı.
“Bunu yapamazsın. Arkadaşımızın evini mi soyacaksın?”
“O, arkadaşımız değil.”
Ercan, eliyle alnına vurdu, “Benim hatam, sana anlatmamalıydım. Ah aptal kafam, aptal aptal…”
“İşte geliyor,” dedi Tayfun.
“Kim? Kim geliyor?” diye sordu Ercan ve birlikte, yürüdükçe büyüyen ürkünç gölgeyi izlediler.
Yirmili yaşların ortasında esmer yüzlü genç bir adam İsmail. Saçlarının makasla kökünden traş edilmiş gibi rahatsız edici bir görüntüsü var. Yaptığı karanlık işlerin izi yüzüne kazınmış. Çirkinlik değildi insanın yüzünü korkunç kılan, kötülüktü. İsmail, bir süre Ercan’ı inceledi karanlık gözleriyle. Sonra çenesini kaldırıp, “Bu mu?” diye sordu.
“Evet,” dedi Tayfun, “Fikri veren arkadaşım, ama o dışarıda bekleyecek, bu işleri bilmez.”
“Erkete yani. İyi, ayağıma dolanmasın da… Ev hangisi?”
“Şu karşıdaki.”
“Güzel, büyükmüş.”
“Bizim lisede Emre diye bir çocuk var. Onun evi.”
“Neredeler şimdi?”
“Ailesiyle birlikte yurtdışında tatilde.”
“Çok iyi. Kedi olalı bir fare tuttun. Tereyağından kıl çeker gibi olacak.”
Tayfun, göğsünü gururla şişirdi ve anlatmaya başladı, “Şu zengin bebesi Emre, herkes uyuduktan sonra evden gizlice çıkıp girmek için pencere kilidini bozmuş. Böylece eve geç döndüğünde, babası kapıyı kilitlediği için dışarıda kalmıyormuş. Bu sırrı okulda ağzından kaçırınca bizim Ercan duyuvermiş. Bana anlatınca…”
“Anladık kısa kes,” dedi İsmail, “Hadi bir an önce yapalım.”
“Sen burada dur, birini görürsen ıslık çal,” dedi Tayfun, “Merak etme, hiçbir şey olmayacak.”
Eve doğru yürüyen biri diğerinden daha kısa olan iki karaltıya baktı. Sonra bahçe duvarı üzerinde gözden kayboldular.
Beş dakika geçmişti, musluk ucundan bir türlü düşmek bilmeyen su damlaları gibi uzuyordu her saniye. Ağzını tutamadığı için bu haldeydi.
“Gerizekalısın, burada ne işin var? Böyle insanlarla ne yapıyorsun? Zekisin, derslerin de fena değil, üniversiteye bile gidebilirsin istersen, şimdi bir polis aracı gelse, burada ne yapıyorsun dese, ne cevap vereceksin? Bülbül gibi şakımaz mısın? Ah aptal, ah gerizekalı, ne vardı ağzını açacak!”
Sanki yüzlerce göz, göremediği bir yerden izliyormuş gibi kendini suçlu hissediyordu. Göğsünde giderek büyüyen bir kalp vardı. Yaklaştıkça yükselen davul sesi gibi kulağının dibinde atıyordu. Dizlerinin titrediğini hissetti. Nefret etti kendinden. Eğilip titreyen dizlerini tuttu. Hırsız mı diyeceklerdi? Hırsız Ercan. Babasını düşündü, hayatının yarısı una bulanmış şekilde fırında, ocağın karşısında geçmiş o ulvi adam geldi gözleri önüne. Ah, baba. Özür dilerim, dedi içinden.
Karnı ağrıyordu. Eve girmese bile bir şekilde suça yardım ediyordu. Koşup kaçmak geliyordu içinden. Tam kaçacaktı ki tanıdık bir isim duydu. Biri adını çağırıyordu. Karanlığın içinde evin bahçe kapısında Tayfun’u gördü. Yanına çağırıyordu. Korkuya yaklaşır gibi isteksiz gitti. Tayfun’un yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Bahçeden evin açık kapısı görülüyordu.
“Ne oldu?” diye fısıldadı Ercan.
“Gel, içeride anlatırım. Hadi, burada öylece dikilemeyiz.”
Evin içi karanlıktı. Tuhaf ve güzel bir koku vardı. Tayfun, daha önce sayısız kez gelmiş gibi evin içinde rahat yürüyordu. Merdivenleri çıkmaya başladılar. Ahşap trabzanlara tutundu Ercan, sonra ölüye dokunmuş gibi birden çekti elini. Kendine ait olmayan bir yere izinsiz girdiğini hatırlamıştı. Parmak izi bıraktığı geldi aklına.
Evin ikinci katında dört oda vardı. Bir tanesinin ışığı yanıyordu.
“Neler oluyor,” diyebildi. Tayfun, başıyla odaya girmesini işaret etti.
Ercan, çekinerek odanın sarı ışığına yaklaştı. Kapıdan başını içeri uzatınca geniş yatak üzerinde bir çift çıplak ayak gördü. Daha sonra bu hareketsiz ayakların sahibi belirdi kaşısında. İpekli mor pijama içinde, elleri ve ayakları bağlı şekilde, anlamsız bir yüz ifadesiyle oturan Emre’nin babasını görünce oda dönmeye başladı. Işıklar söndü. Bayılmamak için kendini zor tutuyordu Ercan.
Beş dakika sonra koridorda üç kişi konuşuyorlardı. İsmail, öfkeli görünüyordu. Duvarı yumrukladı, “Evde kimse olmayacağını söylemiştin,” dedi Tayfun’a çıkışarak. Yakasınından tutup parmak uçlarına dek kaldırdı Tayfun’u.
“Üzgünüm, bilmiyordum. Ailecek tatile gideceklerdi. Öyle dememiş miydi? Konuşsana Ercan!”
İsmail, eliyle yüzünü ovuşturdu. Birden bıraktı Tayfun’u.
“Bizi gördü. Ertelenmiş cezam var, eğer bir suçlama daha olursa on yıl yatarım. Bir daha içeri giremem. Siz içerisi nasıl bir yer bilir misiniz? Nereden bileceksiniz? Okul bebeleri!”
“Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu Tayfun çekinerek.
“Konuşalım, belki ikna ederiz,” dedi Ercan.
Ercan’a öfkeden çok saf birine bakar gibi baktı İsmail. Bir süre sessiz kaldılar. İsmail ve Tayfun kendi aralarında telepatik bir bağ varmış gibi iletişim kuruyorlardı.
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” dedi Ercan, fakat kimse onu ciddiye alıp yanıt vermedi.
“Bunu yapmak zorundayız,” dedi İsmail.
“Emin misin?”
“Başka şansımız yok.”
Ercan, ilk kez o zaman anladı ne yapacaklarını.
“Bunu yapamazsınız,” dedi. Yine onu duymazdan geldiler.
“Nasıl olacak?” diye sordu Tayfun.
“Bilmiyorum, intihar süsü verebiliriz. Bir ip bulmalı önce.”
“Ciddi olamazsınız?” dedi Ercan, “Ben gidiyorum, bir cinayete ortak olamam.”
Arkasını dönüp bir adım atmıştı ki ense kökünde soğuk bir şey hissetti.
“Bir adım daha atarsan seni öldürürüm,” dedi İsmail.
“Tamam, indir silahı, sorun yok,” dedi Tayfun, “Sakin ol, Ercan bizimle.”
“Bunu kendisi söylesin,” dedi İsmail.
“Söyle hadi,” dedi Tayfun.
Ercan, ense kökündeki cesaret vericiden aldığı güçle, “Sizinleyim,” dedi.
“Seni duymadım?” dedi İsmail.
Ercan, “Sizinleyim!” diye bağırdı.
“Güzel, şimdi gidip ip bulun.”
Tayfun ve Ercan, uzaklaşırken İsmail bir sigara yaktı, “Sağlam bir şey olsun!” diye seslendi arkalarından.
Yarım saat sonra evdeki yemek masası üzerinde on bin dolar nakit para, ziynet eşyaları ve birkaç elektronik alet yanında dağcıların kullandığı mavi halat vardı.
“Daha önce hiçkimseyi öldürmedim,” dedi İsmail, “Demek her şeyin ilki varmış.”
Tayfun ve Ercan birbirine baktı. Düşüncesi bile insanı ürpertiyordu. Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyordu?
İsmail, halka yaptığı ipi bileğine geçirdi, “Tek yapmamız gereken boynuna ilmiği geçirmek, sonra da çekmek,” dedi. İp bir anda bileğine düğümlenmişti.
“Gördünüz mü? Kurtulması imkansız," dedi kendisiyle gururlanarak, "Adam, biraz ağır fakat üç kişi kolayca üstesinden geliriz. Uzun süreceğini sanmam, birkaç dakika içinde kendinden geçer, sonra ipi bağlar ve bekleriz. Öldüğüne emin olunca da herkes yoluna. Günler sonra onu bulduklarında intihar sanacaklar.”
Birkaç kadeh viski içtikten sonra İsmail halatı aldı, “Bodrum kata inelim, tavanda bir kanca gördüm,” dedi ve elindeki silahla ensesini kaşıyıp yürümeye başladı.
Karanlığın fısıltısı duvarlarda geziniyordu. Zavallı adam, bir taburenin üzerinde boynuna geçirilmiş bir ilmikle idam sehpasında bekliyordu.
“Görmek istemiyorum,” dedi Ercan.
“Göreceksin ki gidip bizi ispiyonlamayasın,” dedi İsmail ve silahı Ercan’ın yüzüne doğrulttu. Ardından sert bir tekme savurunca tabure devrildi.
Adamın yüzüne bakamıyor sadece çırpınan ayaklarını görüyordu Ercan. Çıplak beyaz ayaklar sanki su yüzüne çıkmak istercesine çırpındılar. Kısa süre sonra da hareketsiz kaldılar. Beklendiğinden çabuk bitmişti.
Ercan, tuhaf şekilde buna sevindi. Derken adamın çıplak ayakları üzerinden bir sıvı aktı.
“Kendini asanların ölüm anında altına kaçırdığını duymuştum, demek doğruymuş,” dedi Tayfun.
Uzun süre kimse hareket etmedi ve konuşmadı. İsmail, sallanmakta olan adamın yanına geldi ve temkinli bir şekilde nabzına dokundu. Ardından adamın bağlı ellerini çözdü ve ağzındaki bandı çıkardı.
“Hadi, gidelim. Burada işimiz kalmadı,” dedi, “Aldığımız her şeyi yerine koymalıyız. Soygun olduğu anlaşılmamalı. Lanet olsun, bütün gecem boşa gitti.”
Ercan, hareket edemiyordu. İsmail’in tokadıyla kendine geldi. Ercan’ı sokağa çıkardıklarında serin gecede kaybolmuş ruhunu arayan ışığını yitirmiş gözleriyle aklını kaçırmış görünüyordu. İsmail, sırayla iki arkadaşın yüzüne baktı ve hiçbir şey olmamış gibi ellerini cebine sokup yürümeye başladı. Tayfun, arkadaşının koluna girdi. İki aksak gölge yokuş aşağı gözden kaybolurken mahalle halkı evlerinde rahat bir uyku çekmekteydi.
Günler sonra gazetenin üçüncü sayfasında, küçük puntolarla bir intihar haberi çıktı. Haberde iş adamının borçları nedeniyle bunalıma girdiği ve ailesinin evde olmadığı bir sırada intihar ettiği yazıyordu…
YORUMLAR
Öykü, kurgusu, anlatımı, tasvirleri gibi tüm öğelerile harika. Kendini okutuyor da.
Fakat, bana çok inandırıcı gelmedi. Okuma boyunca içimden atamadım bu duyguyu.
Bu üç kişinin lise arkadaşı olmasıydı bu duygu. Emre'nin, Tayfun ve Ercan'la aynı lisede okuma ihtimali hemen hemen hiç yok. Bu, ancak 1980 öncesinde, zayıf da olsa olası bir şey. Bence, ya bu gençler Üniv.den arkadaş olmalılardı ya da 1980 öncesi olduğu bir yerde vurgulanmalıydı.
Sağlıcakla,