- 512 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Öğretmenin Romanı -2-
Yaz-kış şırıl şırıl akan deremizin karşı yamacından Şavşat-Ardahan kara yolu geçer. Kışları yağan yoğun kar yolları kapar. Ancak mayıs ayı sonlarında motorlu taşıtların geçini izleyebilirdik bu yoldan. Biz köy çocukları için bir kamyon görmek, hele duran bir taşıtı yakından incelemekle tarih ötesi gömütleri bulan hazine avcılarının merak ve heyecanına özgü heyecan duyardık.
Hava oldukça bulutlu, yaz sonunu yaşıyoruz. Kır evinde yalnızım. Orhan Veli usulü tarifsiz kederler içindeyim. Benimle oynayacak bir arkadaşım yok. Yoldan ağır ağır bir jeepin geçişini gözlemledim. Jeep evimizin görüş alanının sonuna yakın bir yerde duruverdi. Benim gibi meraklı, her gün yeni bir şeyler öğrenmek isteyen bir çocuk için bulunmaz bir fırsattı bu durum. Hemen jeepe doğru yürümeye başladım. Sürücü aracın yanında, elinde bir çantayı karıştırıyordu. Bir anda adamla göz göze geldik. Donuk yüzlü, muşmula suratlı bir adamdı. Duygusuzca bana bakıyordu. Ben, bu ilgisizliğe şaşırmış adeta donup kalmıştım. Aniden çantasından demir olduğunu fark ettiğin bir şey çıkartıp bana doğrultu. Bu bir tabancaydı. Seri bir biçimde geri dönüp eve doğru koşmaya başladım. Adam arkamdan sesleniyordu:
“Kaçma seni vuracağım!”
Çok korkmuştum. Fazla meraklı olmanın cezasını iliklerime kadar korkarak ödemiştim. Adam azıcık beni korkutmak mı istemişti yoksa ciddimiydi eylemimde bu soru yıllarca kafamda yanıtsız kaldı! Annem ve yengem anlatırdı. Çocukken çok soru sorarmışım. Sorularımla onları usandırırmışım! Soru sormak; köyde iş güç arasında büyüklerimizin pek hoşlanmadığı durumdu. Çoğu kez de sorularım havada kalırdı.
Yaz mevsiminde günlerimiz yaylalarda geçerdi. Mayıs sonu başlayan yaylacılık olgusu Eylül ayı bitimine kadar sürerdi. İki yaylada konarlardık köy olarak. Kışla dediğimiz aşağı yayla ve yukarki dağ dediğimiz yukarı yayla. Yukarı yaylada arkadaşlarla günlerimizi çok kere kara yolu üzerinde geçirirdik. Bir motorlu taşıtın geçmesini merakla beklerdik. Hele o taşıt gelip yaylaların karşısında durunca bulundukları kente sirk gelmiş kent çocuklarına özgü sevinçle aracın yanına koşardık. Kimimiz aracın parlak farlarına dokunur, kimimiz tırmanıp karesörün üstüne bakmak isterdik. Tabi sürücüler bu durumdan hiç hoşnut olmaz, bizleri ters bakışlarıyla araçlarından uzaklaştırırlardı. Hareket eden kamyonun arkasından koşup bazen arkasından tutunup bir miktar araçla birlikte birazcık yol alan büyük çocuklar vardı. Kolları yorulan çocuk, kendini salıverince çoğu kez yola serilir, üstü başı toz içinde kalırdı. Yüzünün derisini soyduran, ağzı-burnu kanayan çocuklarda olurdu böylesi maceralarda…
Yukarı yaylada, yaylacılık süresi ortalama iki ay sürer. Yaylaya kağnı arabaları ile gidilir. Hemen ilk günlerde iki ay için odun tedarik edilir. İşte, ondan sonra eğlence başlar. Şimdiki yayla festivalleri gibi her yıl en az üç gün süreli köyün tüm halkı yaylaya toplanır. Yediden-yetmişe kızlar-erkekler, gençler-yaşlılar doyasıya eğlenirler. Her gün dağların yüce düzlüklerinde farklı yerlere gidilir. Genelde havalar açık olur. Güneş tüm güzelliğiyle yemyeşil yayla düzlüklerine ışıklarını cömertçe yansıtır. Kadınlar bir tarafta erkekler bir tarafta buluşur vur patlasın, çal oynasın bol bol halay çekerler. Karakucak güreşleri yapılır. Gençler arasında kros örneği kır koşusu düzenlenir. Pancarcı günleri biz çocukların en mutlu olduğu günler olurdu. Pancarcı biter bitmez eli iş tutan kadın-erkek köye yollanırlar. Onları ta kış mevsimine dek sürecek çayır-tarla işleri beklerdi.
Yaylada çobanlarla her evde bir yaşlı kadın kalır. Biz çocuklarda yaylada kalıp üzerimize düşen görevleri yapardık. Buzağılarla ilgilenmek, koyunlar sağılırken koyunları sağım yapanların yanına sürmek benim görevim olurdu. Yaylamız çoğu yayla gibi iki katlıydı. Alt kat buzağılar ve sağım yapılan koyunlar için kullanılıyordu. Ayrıca, yaylaya bitişik küçücük bir ağıl yapılmıştı sağım işi için. Bir akşam sağımında ben koyunları sürüyorum sağım yerine. Gün batmış hava kararmaya başlamıştı. Buzağıların bölümündeki koyunları dışarı çıkarmak için içeri girdim. İçerisi iyice karanlıktı. Aniden bir boğa narası duymam ile kendimi kızgın bir boğanın boynuzlarına takılı bulmam bir oldu. Hayvan ayaklarımı yerden kesti. Beni bir köşeye fırlattı. Çılgın boğa, önceden girmiş buzağıların yerine. Fark edememişiz. Neyse ki yara bere almadan kazayı ucuz atlattım. Tabi ağlamak işim kimyasında var.
Her gün yaylada geçen uzun monoton bir yaşam. Meyve yemeye özlem duyulan uzun sıcak günler. Köye gitmek, olgunlaşmaya başlayan elmalara tırmanmak özlemi ile yanıp tutuşuyorum. Benden bir yaş küçük amcaoğlu ile köye kaçma planları yapıyoruz. Çocukluk bu, kaçış arzumuzu annemlere de söylüyoruz. Annem ve yengem:
“Köye kaçarsanız ormandan geçerken önünüze ayı çıkar. Sakın öyle bir şey yapmayın,” gibi sözlerle bizi isteğimizden caydırmaya çalışıyorlar. Böylesi sözler bizi korkutacağına adeta kaçış arzumuzu daha da pekiştirdi. Güneşli bir günde, buzağıları köyün çobanına teslim ettik. Gidiş o gidiş. Yaylaların görüş alanından çıkıncaya kadar arkamıza bakmadan köye doğru yürüdük hızlı hızlı. Üççeyrek saatlik ağaçsız yolda yürüdükten sonra yolumuz ormanın içine sapıyordu. Bir anda kesif bir pus sardı etrafı. Güneşli sıcacık bir atmosferden serin bir ortama girdik. Saçlarımız ve kirpiklerimizi su damlacıkları kapladı. Hava adeta karardı. Sanki güneş tutulmuştu. Biz kararlıydık, geri dönüş yok. Nefesimizi tutup, sessizce yürüyerek ormanı geçtik. Duyduğumuz tek ses sadece kalp atışlarımızın sesiydi. Önleye doğru köye varabildik. İlk işimiz meyveleri henüz olgunlaşmaya başlayan elmaya ağacına tırmanmak oldu. Tabi ertesi günü geri dönüş için yayla yollarındaydık.
Beş yaşındayım, çocukluk günlerimin en hoş anılarımdan birisi de amcamın büyük oğlunun düğünün yapılmasıdır. Güzel bir mayıs öğleden sonrası gelin alayı meyve bahçelerinin arasından geçerek amcamların eve yaklaşıyor. Ekinler boy atmış her taraf yemyeşil. Meyve ağaçlarında, elma ve armutlar yaprakların arasından gözlenebilecek kadar büyümüşler. Köy delikanlıları at sürüyorlar. Ortada başında kırmızı valası ile gelin, önünde ve arkasında iki kadın at sırtındalar. Gelin alayı eve yaklaşıyor. Biz çocuklar ilgiyle olan bitenleri izliyoruz. Gelin attan indirilip eve alınıyor. Daha sonra düğün yemekleri yeniyor. Davul ve zurnanın sesi düğün evinden tüm köyün diğer mahallelerine yayılıyor. Herkes neşe içinde gülüp eğleniyor. Köyümüzde orta düzeyde zurna çalan bir Sabit ustamız vardı. Onun bu konuda ustalığı pek beğenilmezdi. Pancarcı için ilçenin en usta zurnacısı davet edilirdi. Halaylar bir ara durdu. Köy büyükleri düğünü sessizce izleyen takım elbiseli bir adama ısrar etmeye başladılar.
“Rüstem usta ne olur, zurnaya bir ses ver, bir iki hava çalıver, eski günleri yâd edelim…” Adının Rüstem olduğunu öğrendiğim bu amca ilçemizin en ünlü zurna ve ney ustasıymış. Köyümüzün yetiştirdiği bu büyük usta Sakarya iline göç etmiş. O günlerde sılayı ziyarete gelmiş. Israrları kırmadı. Hala anımsarım, Sabit ustanın zurnasını aldı eline. Cebinden temiz bir mendil çıkararak zurnanın ağza alınan dil kısmını bir güzel sildi.
Yaşamım boyunca o derece güzel, büyülü zurna sesi bir daha duymadım. Düğündeki herkes kıyama durdu. Kuşlar uçuşlarını erteledi, börtü-böcek seslerini kestiler. Zurnanın, sözlerle betimlenemez sesi köyün tüm mahallelerine dalga dalga yayıldı. Karşıdaki yamaçlarda, tepelerde yankılanmaya başladı o güzel melodiler.
Çocukluk günlerimin bir diğer anısını da şöyle anımsıyorum. Mayıs ayı içindeyiz, yaylacılık günleri henüz başlamamış. Köyümüzün ünlü çayının aktığı vadinin iki yakasındaki çayırlarda koyun güdüyor birçok çoban. Dağların doruklarında karlar tam erimemiş. Çayırlar henüz yeşermiş. Havalarda yeterli üçlüde sıcak değil. Sisli, yağmurlu bir gün. Güneş ara ara yüzünü gösteriyor gökyüzünü saran bulutlar arasından. Ben de çobanlarla beraberim. Hayli üşüyorum. Bir an önce akşam olsun eve dönelim diye zamanın geçmesini bekliyorum. Nihayet eve dönüyoruz. Hemen eve dalıyorum, bir de ne göreyim! Anneme bir yatakta sessizce yatıyor. Hemen yanı başında da bir bebek mışıl mışıl uyuyor. Kimin bu çocuk diye sormama kalmadan, annemin yanı başındaki kadınlar anlatıyorlar:
“Bu bebek komşunun, Emine hanımın çocuğu.”
Durumu daha sonra öğreniyorum. Evimizi sık sık ağlamasıyla şenlendiren bu bebek benim minicik kız kardeşimmiş. Böylece annem son çocuğunu da dünyaya getirmiş. Benden küçük bir erkek kardeşim vardı. Şimdi de bir kız kardeşim doğdu. Artık ağabeyliğim tam pekişmiş oluyordu. Okul yaşım yaklaşmıştı. Aynı yılın sonbaharında ilkokula başladım.
YORUMLAR
İBRAHİM YILMAZ
selam-saygı ve sevgi dileklerimi ayrıca iletiyorum.
İBRAHİM YILMAZ
tarafınıza selam ve saygılar iletiyorum.
güzel eserinizi kutlarım yaşanan hayat öyküsünü ne güzel anlatmışınız...severek okudum..gül diyarından selamlar
İBRAHİM YILMAZ
bende gül diyarı güzel İsparta'mıza ve de şahsınıza selamlarımı iletiyorum