- 883 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
Uçup Giden Yalnızlık
Güneş, bulutları aralayarak ışıklarını yeryüzüne ulaştırmaya daha yeni başlamıştı. İçindeki sıkıntıyı ağır ağır çözüyor, onu büsbütün yalnızlaştıran kuşatmayı yarmaya çalışıyordu. Gökyüzündeki griliklerin yerini mavi bir renk almıştı. Görünen her şey biraz daha güzelleşiyordu. Ama o içini burkan yalnızlık duygusu, tastamam yerinde duruyordu. Üzerinden kalkan, yalnızca gökyüzündeki griliğin yarattığı sıkıntıydı.
Bir süre sonra penceresinden güneş çekilince odanın her yanını koyu bir güneşsizlik örttü. Yaprak kıpırdamıyordu. Bu ortam, onu çok uzaklarda kalan anılarına götürdü. Rafları dolduran kitaplar, masanın üzerindeki dergiler, köşedeki radyo, duvardaki tablolar da o anılara kulak kabartıyor gibiydi. O, kollarını masaya dayamış, avuçlarıyla çenesini kavramış, devinimsiz, tümsekleri ağaçlıklı tarlalara, tarlaların bittiği yerden başlayarak yükselen yamaçlara bakıyordu.
Yeryüzü yoğun bir sessizlik içindeydi. Bu sessizliği, yalnızca arada bir fısıltı gibi duyulan korkak, ürkek bir esinti bozuyordu. Sessizlik, uzaktaki evlerde, evlerin bahçelerinde; evleri ve bahçeleri çevreleyen tarlalarda daha da koyulaşıyordu. Gözle görülür bir sıcak vardı, bu öğle saatlerinde. Uzaktan, kabuğuna çekilmiş kaplumbağaları andıran sap yığınları, bu devinimsizliğe bir de bitkinlik katıyordu. Kuzeyden güneye hafifçe alçalarak uzanan, dere boyundaki koyu yeşil yapraklı, baygın, ulu ceviz ağaçları soluk almakta zorlanıyor gibiydiler.
Karşı mahallenin doğusundaki yamacı baştanbaşa yararak ilerleyen yolda güneşten kavrulan, her gün onlarca kızağın sürütmeleri altında ezilip inleyen ve un ufak olan toprağın rengi, iyice uçuklaşmıştı. Durmadan bir o yana, bir bu yana evirilip devrilen toprak, kızağın ardından yürüyen çocuğun ayakları altında da bir sağa, bir sola yayılıyordu.
Adam, oturduğu yerden dikkatle bakmaya başladı bu çocuğa. Bunu bir yerden tanıyordu. Çok geçmeden anımsadı; bu çocuk, Erdem’di. Bu tanımanın ardından, çağrışımlar sökün etti kafasında. Çağrışımlar, biraz ötedeki kocaman pencereli ak yapıya götürdü onu. Sabahları temizlik yoklamaları, ardından ders, soluklanma; soluklanmalarda birbirine karışan sevinç ve heyecan çığlıkları… Sonra yine ders, ardından yine soluklanma… Son dersten sonra da evin yolu tutma...
Erdem, hem zeki hem de çalışkan bir öğrenciydi. Yaşamının en mutlu çağındaydı. İlk sınıflarda Kaf Dağının ardına, gökyüzünün mavi derinliklerine gezi yapmak ister, bunun için büyük bir sabırla Anka kuşunun gelmesini beklerdi. En çok da uçarak Çadır Dağı’nın doruğuna çıkmayı düşlerdi. Çadır Dağı, bütün görkemiyle karşılarında yükselen kocaman bir dağdı. Açık havada başka; bulutlu havada başka heybetli bir görünüşü vardı. Çadır Dağı’na bir çıkabilseydi, masmavi gökyüzüne dokunuverecek, gökyüzünün nasıl bir şey olduğunu anlayacaktı.
Sonra, Erdem’in arkadaşı Özge çıktı çağrışımlar denizinden. Özge’nin, omuzlarına dökülen kumral, durgun sular gibi uysal, yumuşak ve hafif dalgalı saçları, her zaman tertemiz parlardı. Her yana ışık saçardı Özge’nin güleç yüzündeki gözleri. Çok konuşmazdı Özge; sürekli gülümserdi. Erdem, onun ışık saçan gözlerine, güleç yüzüne ve dalgalı saçlarına bakmaya doyamazdı. O çocukluk tutkusunu, kutsal bir emanet gibi korumuştu içinde. Kılına bile dokundurmamıştı o duygusunun.
Ak yapıya bakan adamın belleğinden şu tümce geçti: Küllendi seviler güzelim, gittikçe uzaklaşıyor anılar; yalnız bir özlem kaldı bize o günlerden.
Erdem, sıcaktan bunalan öküzlerin zorlanarak çektiği kızağın ardından aynı hızla yürüyordu. Kızak, dönemeçten sonra bir süre görünmez olmuştu.
Her yeri saran sessizlik yorulmuştu. Uzak bahçelerdeki ağaçların birinden, zamansız sararan bir yaprak düştü sessizliğin içine. Ardından bir yaprak daha düştü. Düşen yapraklar, sessizliğin yorgunluğunu dağıttı.
Neden sonra yolda bir karartı daha göründü. Yaklaştıkça kimliği belirginleşti karartının. Yorgun; ama hızlı adımlarla yürüyen küçük bir kızdı bu. Kız, yaşından büyük bir ciddilik içinde yürüyordu. Dönemeci geçip Erdem’in yanına yaklaştığında, tökezleyip yere düştü. Erdem, “Ne oluyor?” diye ardına döner dönmez, kızın düştüğünü görünce, kendisi düşüyormuş gibi gerildi bir an; ama çabucak toparlandı, kızı kaldırmak için bir adım atmıştı ki kız doğrulmuş, üstünü silkelemeye başlamıştı.
Kimdi bu kız? Adam, öğle sıcağında toz toprak içinde kalışı nedeniyle karşısındakini bir türlü seçemiyordu. En iyisi, belleğindeki fotoğraflardan yararlanmaktı. Onların yardımıyla tanıdı; bu kız Özge’ydi.
Bunaltıcı öğle sıcağına bir de hüzün karışmış, havanın sıkıcılığı büsbütün artmıştı. En iyisi, bu havayı dağıtmaktı. Adam, Erdem’le Özge’yi orada baş başa bırakarak çağrışımlar dünyasının kapılarını kapattı. Yönünü, rafları dolduran kitaplara çevirdi. Kaç kez elden geçirmişti onları!.. Kaç kez paketlemiş, oradan oraya taşımıştı yıllar yılı. Gittiği her yerde, özenli paketlerinden çıkarıp raflardaki yerlerine koymuştu. Her yer değişiminde en önemli sorunu ve en çok zaman alan işi, bu kitapların paketlenmesi; gidilen yerde de yeniden yerlerine yerleştirilmesi oluyordu. Değişik zamanlarda türlü nedenlerle tümünün en azından önsözünü, son sözünü okumuştu. Okuduklarının yanında, okunmayı bekleyenler de çoktu. Çünkü o, beğendiği kitapların çoğunu alıp kitaplığına koyuyordu. Ona göre gerçek okur, ilgi duyduğu, okumak istediği her kitabı olanak buldukça almalı; istediği zaman, onu raftan indirip zamanı geldiğinde dünyasına katmalıydı. Bu nedenle onlardan birçoğu henüz okunmamıştı. Ama bir gün mutlaka okuyacaktı onları. Yakında yazmaya başlamayı planlıyordu. Hele o zaman işi çok kolaylaşacaktı. Nerdeyse istediği her kitabı elinin altında bulabilecekti.
Belleğinde derin izler bırakan kitapları anımsadı. Kitaplar gizil dünyasıydı onun. Nice çarpıcı dünyaları ayağına getiren; onu yaşamın derin acılarından uzak yerlere taşıyan; özgün, varsıl, erişilmez güzelliklerle buluşturan… Ama onun gözü kulağı asıl, okumadıklarındaydı. Okudukları çoğaldıkça ayırtıları daha iyi görüyor, olay ve olguları daha iyi algılıyordu. Okudukça anlatımı daha renklenip güçleniyor, yazma iştahı kabardıkça kabarıyordu. Okumadığı kitaplarsa ekilip biçilmeyi bekleyen verimli topraklar gibiydi onun için.
Kitapları, henüz bir iki rafı doldururken, aldığı her kitabın ilk sayfasına büyük bir heves ve özenle adını soyadını yazar, tarih ve imza atardı. Kitapları çoğaldıkça, bu hevesi geçmişti. Kitaplığının raflarında bugün, onu ayrı iklimlere, ayrı mevsimlere götürmeye hazır bekleyen, yüzlerce değil; binlerce kitabı vardı. Örneğin, şu sarı kaplının anısı, taptazeydi. Onun geldiği paketi açtığında duyduğu mürekkep ve kâğıt kokusu hâlâ burnundaydı. En sevdiği kokulardandı matbaa mürekkebi kokusu. Her kitapla buluşması, ayrı bir heyecan, benzersiz bir anıydı.
Arkasına yaslandı; gözlerini kapadı bir süre. Dalmıştı. Neden sonra gözlerini açtığında, karşıdaki tümseklerde ağaçların gölgelerinin hayli uzadığını gördü. İçini serinletti gölgeler. Kalktı, kitaplığına yöneldi. Alt rafları dergilere ayırmıştı. Bunlar, geride kalan yıllarının tanıklarıydı. Bu tanıklardan birinin sayfalarını çevirmeye; sayfalardaki yazılara, şiirlere, resimlere göz atmaya başladı. Resimlere ilk baktığı; yazıları, şiirleri ilk okuduğu yarım yüzyıl önceki duyguları çıkageldi bütün canlılık ve dirilikleriyle. Bu yazı ve şiirleri anlamakta, kavramakta nasıl da zorlanıyordu ilk zamanlar!... Ama yılmamıştı. Ödünsüz bir çabayla bu engeli aşacak, bunu mutlaka başaracaktı. Okuduğu her tümcede, şiirlerin her dizesinde dile getirilen düşünce ve duyguları, algılamanın derin hazzını bir gün yakalayacaktı. Bunu kısa sayılabilecek sürede başarmıştı; yıllardır o hazzı yaşıyordu. Ama bitmemişti o çabası. İçini, o çetin, gergin ve sıkıntılı yolculuğu çok gerilerde bırakmış olmanın erinci sardı.
Dergiyi kapattı. Kapağında Degas’nın kara kalem, Kurulanan Kadın’ı vardı. Dergide, yıllar önce hayranlıkla izlediği bir yapıtı yıllar sonra yeniden görmenin mutluluğunu yaşamıştı bir kez daha. Sayfaları çevirirken çıkan ses, yarım yüzyıl öncekinin aynısı mıydı? Geçen onca yıl içinde sürdürdüğü yaşam savaşımından, nice zorlukları aşarak buraya gelişinden, yarım yüzyıldır açılmamış olan bu sayfaların haberi var mıydı? Sayfaların birinde okuduğu şu şiir, onun için mi yazılmıştı yoksa?
“Saadet rüzgâr gibi gelip geçer
Gönlümüzce açılmaz dilediğimiz çiçek.
...
Bir bakarız, gün ışıkları çekip gitmiş,
Tozpembe hayaller yerinde kapkara gerçek.
Hemen uzatma ellerini kader cellâdı
Bir küçük türkümüz kaldı söylenecek.”
Odaya kapıdan, pencereden karanlık dolmaya başlamıştı. İçini daraltan duyguların boğucu havasını dağıtmak için balkona çıktı. Günün aydınlığı, batıdaki tepelerden tümüyle silinmemişti daha. Vadilerde, biraz sonra, dipsiz bir kara gölü andıracak bir karanlık başlayacaktı.
Gece ve anılar onu gerçeklikten uzaklaştırıp kendi kuyusuna çekiyordu ki duyduğu ses, onu karanlıktan çekip çıkardı:
Baba!!!
Bu sesle birlikte sımsıcak bir sevgi kapladı içini. Kuşatmayı bir kez daha yarmıştı. Duyduğu yaşama sevinci, tüm hücrelerini sarmış; yüzüne düşen aydınlıkta uçup gitmişti yalnızlığı.
YORUMLAR
Ne çabuk bitti dedim yazı bitince...
Tek kelime ile muhteşem.
Kitap kokusu, evlat kokusu üstüne bir de öykünün sıcaklığı eklenince yazarı gibi okuyana da yaşama sevinci veriyor.
Çok teşekkürler Sayın Bakırcıoğlu ,saygımla...
Rasim Bakırcıoğlu
Sekseninde de olsa, beğenilmek hoşuna gidiyor insanın. Beğenilmek, hem kamçı oluyor insana hem de insanı zora sokuyor. Çünkü her zaman beğeni çizgisini tutturamayabiliyor insan. Olsun! Bu öykümü beğenmişsiniz ya bunun bana verdiği mutlulukla epeyce bir yol kat edebileceğimi sanıyorum.
Teşekkürlerim ve sevgilerimle.
Bir yazıyı okurken ne kadar satır kaldığına bakıyorsam, o yazı beni yeterince içine alamamış demektir genelde. Sizin yazınızdaysa tam aksi oldu, ne kadar satır kaldığına yazının bitmesini istediğim için değil, bitmesinden korktuğum için baktım. Öyle naif, hoş bir anlatımınız var ki; okurken sürüklenip gidiyor insan. Bol aksiyonlu, olayların ardı ardına sökün ettiği nice yazıda bu akıcılığı bulamadım. Sitedeki nadir kalemlerden birisiniz. Tebrikler :)
Rasim Bakırcıoğlu
İnanır mısınız, öykümle yansıtmaya çalıştığım duyarlıkları, tam canevinden yakalamışsınız okurken. Yansıtmak istediği duyguların duyumsandığını okumak, bir yazarı ne kadar sevindirir, bunu en iyi anlayanlardan biri olduğunuzu sanıyorum. Seksenindeki bir yazarı çocuklar gibi sevindirdiğinizi bilmenizi istiyorum.
Çok sevgilerimle.
Rasim Bakırcıoğlu
Kimi sevindirmez ki bir değerli okurun favori listesine girmek, beni de sevindirmesin! Çok sağ olun. Ancak, bu tür öyküler yazmaya seksenine merdiven dayadığı yıllarda girişmiş bir kişinin öykülerini Çehof'unkilere benzetirseniz, o kişinin içine korku salarsınız, haberiniz olsun. Her şeye karşın, yine de beni hem mutlandırdınız hem de umutlandırdınız. Çok teşekkürler.
Rasim Bakırcıoğlu
Kimi sevindirmez ki bir değerli okurun favori listesine girmek, beni de sevindirmesin! Çok sağ olun. Ancak, bu tür öyküler yazmaya seksenine merdiven dayadığı yıllarda girişmiş bir kişinin öykülerini Çehof'unkilere benzetirseniz, o kişinin içine korku salarsınız, haberiniz olsun. Her şeye karşın, yine de beni hem mutlandırdınız hem de umutlandırdınız. Çok teşekkürler.
Bir bakarız gün ışıkları çekip gitmiş
Tozpembe hayaller yerinde kapkara gerçek..
Düşündüren ve akıcı üslubu ile güzel bir öykü okudum.
Tebrik ederim.
Selam ve saygılarımla.
Rasim Bakırcıoğlu
Okuruna "Düşündüren ve akıcı üslubu ile güzel bir öykü okudum." dedirtebilmek, büyük onur benim için. Değerlendirmenize iki dize ile girmeniz de hoşuma gitmedi değil.
Teşekkürlerim ve sevgilerimle.
Çok güze! Bir ara şiir okuduğumu sandım.
Ne güzel imgeler oluşturmuşsunuz.
Ya tasvirler, metaforlar...
Ustalıkla kullandığınız kelimeler, bizi kah hüznün kah mutluluğun içine taşıdı. Hissettik anlattıklarınızı.
Kaleminize sağlık fendim. Günün en güzel öyküsüydü okuduğum
Sağlıcakla,
Rasim Bakırcıoğlu
Hisedildiğini duymak anlattıklarınızın! Bu, ne müthiş bir duygu yaşatıyor, o satırların yazarına, bir bilseniz! İtiraf edeyim ki kimi acı, kimi tatlı yaşantılardan yola çıkarak yazdığım o öyküde bir şiir tadı olsun istemiştim. Sevinci de üzüncü de şiir tadında anlatmak. Bunu becerebildiğimi siz değerli okurumdan duymak, ne güzel!
Çok sevgilerimle.