- 1161 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
Üçün Sonu
En iyisi hiç umut kalmaması. En ufak kırıntısının bile olmaması. Böylece hayal kurmayı bırakıyorsunuz. Sabah uyanıp “Belki de öyle değildir” diyemiyorsunuz. Çünkü öyle. Biyopsiden gelen patoloji raporu da bu görüşte. Doktor eveleyip, geveleyip “Bir yıl... Belki biraz daha az.” dedi.
Bir yıl... En azından her mevsimi bir kere daha görme şansım olacak. Son bir kez daha tenisin dört büyük turnuvasını seyredebileceğim. Belki Amerika Açık sırasında ne seyrettiğimden çok bir şey anlamayacağım ama olsun. Birkaç kitap daha okuyup, bugüne kadar vakit ayırmadığım az tanınmış barok bestecileri dinleyebileceğim. En güzeli ise yıllardır biriktirdiğim şarap mahzenimi boşaltacağım. Başlarda biraz yavaş gidersem sonra her güne bir şişe düşürebilirim. Belki malum güne körkütük girerim. Ağzımda bir Chateau Margaux tadı, elimde tılsımlı kadehim...
Önceden, şu biyopsi raporundan evvelki yıllarda, eğer kişinin sonu yakınsa insanın hep pişmanlıklarını ya da yapamadıklarını aklına getireceğini düşünürdüm. Keşke’lerle acaba’lar arasında debelenip duran, son günlerini de yaşamayan birileri, belki de kendim, gözümün önüne gelirdi. Öyle olmuyormuş. Gözünüzün önüne sadece güzel günler geliyor: özenle düşünülmüş bir doğumgünü, size doğru ilk adımlarını atan kızınız, ilk kitabınız, Smokies’deki kamp, kızınızın astronot kıyafetiyle roketine yürüdüğü gün... Bunların sonsuza değin sürmesini istiyorsunuz ama olmayacağını bildiğiniz için de “keşke” demiyorsunuz.
Sürmüyor işte. O doğumgünün üzerine sıradanları geliyor, kızınız büyüyüp, elinde diplomasıyla sevgilisine doğru koşuyor, ikinci kitabınız çıkmıyor, Smokies’e bir daha gidemiyorsunuz ve kızınızın bindiği roketin kapısı kapanıyor. Onu bir daha görmüyorsunuz. Görmeyeceğinizi de biliyorsunuz. Bunun biyopsi raporuyla ilgisi yok; gittiği görevinin doğasında var.
Şimdi ise elimde kadeh, önümdeki tabakta peynir, tabağın yanında J. Lohr, J. Lohr’un altında daha iyi bir işe yarayacağını düşünmediğim biyopsi raporu. Akşama ne yemek yapacağımı düşünüyorum. Yemeğin yanında gidecek bir film seçmeye çalışıyorum. Televizyonu yemek odasına taşıdığımdan beri iki büklüm kanepe günlerim geride kaldı. Geçiyorum uzun şölen masasının ortasına, teyzemden kalma tabloların yerine astığım televizyonu seyrediyorum. Bu gece de öyle yapacağım. Yapacağım da sorun yemeğe uygun film seçmekte. Kulağa geldiği kadar kolay değil.
Kulağa başka şeyler de geliyor: Mesela şu durmaksızın çalan telefon. Beni kim arar, niye arar? Ben onları arıyor muyum? Ekrana bakıyorum: Houston. Bir sorunumuz var Houston. Belki siz farkında değilsiniz ama biyopsi raporum bana ulaştı. Bir yıl, belki daha az Houston. Ama siz hala arıyıp bu son yıldan bir beş dakika daha istiyorsunuz Houston. Derdiniz nedir Houston?
“Kemal Bey? Ben Ulusal Uzay ve Havacılık Dairesinden Albay Garry Spiceland. Üzülerek bildiriyorum ki kızınızın bindiği gemide bir kaza oldu efendim.”
“Öldü mü?”
Belki başka zaman böyle pat diye sormazdım ama başka zamanım kalmadı.
“Eh, henüz değil efendim. Araç bir meteor yağmuruna tutuldu ve yaşam destek üniteleri onarılması imkansız düzeyde zarar gördü. Ancak birkaç saat yetecek kadar havası var.”
“Beni aradığınıza göre durumu kurtarmanız imkansızlaşmış olmalı.”
“Ne yazık ki öyle efendim. Öncelikle durumu bildirmek istedik. Bir de kızınız Valentina’dan gelen görüntülü mesaj var. Ona yanıt vermek istersiniz diye düşündük.”
“Karşılıklı konuşmak için çok uzak değil mi?”
“Evet efendim. Mesajların ulaşması tek yöne üç buçuk saate yakın alıyor.”
Diyecek bir şey bulamadım. Albay değil, kızıma. Ne diyebilirsiniz ki sizin mesajınızı aldıktan dakikalara sonra ölecek kızınıza? “Merak etme, yanına geliyorum” ya da “Ben de kendi halime üzülüyordum.” denmez haliyle.
“Peki bağlantıyı nasıl yapacağım?”
“Size gönderdiğimiz bağlantıyı tıklayın. Orada hem kızınızın mesajı bulacaksınız; hem de kendinizinkini kaydedeceksiniz.”
Telefonu kapatıp, çalışma odama gittim.
Albayın dediği bağlantı beni onun mesajına götürdü. Seyretmedim. Kim olsa seyretmez.
Sanal bir kırmızı düğme vardı; ona bastım. “Kayıttasınız” uyarısı yanıp sönmeye başladı.
“Kuzum” dedim, “uzun uzun konuşmaya gerek yok. Gel beraber bir kez daha Niloya seyredelim.”
Çizgi filmi başlattım. Kurallar değişmemişti: Üç tane bölüm arka arkaya. Sonra uyku zamanı. Üçüncüsünün ortalarında bir yerde ona ninnisini mırıldandığımı farkettim.
YORUMLAR
Aslında birinin başına gelen kötü bir şeyi duyunca aklımıza gelen ilk şey kendimiz oluyor ne yazık ki refleks gibi, belki bu ona üzülmekten çok daha önce oluyor . Biz önce kendimize üzülüyor, kendimiz için korkuyoruz.
Sonrasında bir borç gibi diğerine üzülüyoruz.
Bu öykünüz üzdü, aynı zamanda hatırlattı uzak olmayan her şeyi.Bir kızım olsaydı, onu büyütmeden ölmek en son istediğim şey olurdu. Onun ölümünü görmek ise bundan bile daha kötüsü.
Saygılar.
İlhan Kemal
Sevdiklerinizin ölümü gerçekten bir kabus. Ama söylediğinizde de haklısınız, önce kendimize üzülüyoruz. Öyle ki zihinsel dengemiz yerinden oynuyor ve öyküdeki anlatıcının 'Başka zaman olsa böyle demezdim' reaksiyonları veriyoruz. Ta ki o kişi kaybetmek üzere olduğumuzu kavrayana kadar... Kavramak bizi kendimize dönüklükten alıkoyuyor. Belki kemal Beyin yorumunu gördüğümde o kavramaların bir türünü yaşadım. Bilmiyorum.
Zamanda yolculuk edip buraya geldiğiniz ve beni de getirdiğiniz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
Üçün Sonu-İlhan Kemal
GİRİŞ: Anlatıcının amansız hastalık nedeniyle bir yıllık ömrü kalmıştır…
GELİŞME: Aklında son bir yıla sığabilecek “keşkesiz”, acabasız” güzel şeyler… Oysa realite geçmişte olduğu gibi sıradanlığı getiriyor. Bunlar arasında büyüyüp elinde astronot olduğunu belirleyen diplomasıyla anlatıcıya değil de sevgilisine koşan kızının bindiği roketle çıktığı yolculuğu özellikle vurgulamak gerek, çünkü onun bu yolculuğu esnasında bir yıl dolacaktır ve onunla bir daha görüşülemeyecektir. Her şeye rağmen seçilen bir filmi izlemek, tv seyretmek ve yemek içmekten ibaret sıradanlık sürmektedir. Bunun yanında kalan bir yılın beş dakikasını gasp eden telefonlar tüm rahatsız ediciliğiyle susmamaktadır. Kızın görevli olduğu NASA’dan gelen telefonla kızın yolculuğa çıktığı roketin arızalandığı ve kızın birkaç saat içinde havasızlıktan öleceği öğrenilir. Kızdan gelen görüntülü mesaj ve ona yollanacak cevabi görüntü… Oysa cevabi görüntü M kıza belki de ölümünden sonra ulaşabilecektir.
Ve final…
“Kuzum” dedim, “uzun uzun konuşmaya gerek yok. Gel beraber bir kez daha Niloya seyredelim.”
Çizgi filmi başlattım. Kurallar değişmemişti: Üç tane bölüm arka arkaya. Sonra uyku zamanı. İkincinin ortalarında bir yerde ona ninnisini mırıldandığımı farkettim.
Öykücülüğüne hayran olduğum yazarın bu öykü çalışmasını da çok başarılı buldum. Can-ı gönülden tebrik ederim. SAYGIYLA
İlhan Kemal
=> Öykülerin giriş bölümlerini yazmak en zor olanıdır. Bu bölümde zorlananlara tavsiyem, anlatıma bir dialog ile başlamalarıdır, bu şekilde öyküye en başta bir eylem kazandırılabilinir.
Ben de birçok öyküme bahsettiğiniz gibi bir konuşma cümlesiyle başlarım. Sebebi ise anlatıya giriş yaparken zorlanmaktan çok, olaylara dayalı bir öyküde "İşte bu anda olay zinciri başladı" diyebileceğim bir nokta yaratmaktır. Niye beş dakika öncesi ya da sonrası değil sorusuna elle tutulur bir cevap verebilmek içindir.
Bu aynı zamanda okuyucuyu anlatıcıyla aynı kompartmana bindirir. O cümle genelde anlatıcıya seslenir ve anlatıcı da, hiç bir şeyden haberi olmayan okuyucu gibi, o seslenmeyle kendi iç dünyasından çıkar.
Ama iç sese dayalı, olaylardan çok kişilerin iç dünyasıyla ilgili öykülerde (Bu öykü de biraz öyle oldu), o cümleye gereksinimim pek yoktur.
=> Öykü yazarlarının sık sık düştükleri bir yanılgı vardır. Genelde sonuç bölümünü umulmadık bir sürprizle bağlamaya çalışırlar; oysa bu çok gereksiz bir amaçtır.
Ben sürpriz sonları çokça kullanan biriyim. Böyle olsun diye mi yola çıkıyorum? Çoğu zaman değil. Çoğu zaman anlatı o sonu bana dikte ettiriyor. Sebebi de ortada aslında: Eğer olay anlatımına dayalı bir hikaye yazıyorsanız ister istemez Ben bunu niye anlattım? sorusu kapınıza dayanıyor. Siz öyle düşünmek istemeseniz bile zihninizin gerilerinden bir ses bunu size hissettiriyor.
Ama bu öyküde sürpriz bir son yok. Öncülü olan diğer iki hikayenin ilkinde babanın kızıyla son konuşmasının daha önceki bir tarihte olduğunu öğrenmiştik; ikincisinde de kızın uzayda bir kazaya kurban gideceğini biliyorduk. Okuyucu bu öyküleri bilmiyorsa bile bu seferkinin sonu sürpriz olarak gelmiyor: Öykünün ortalarında kazanın haberi geliyor, baba da kendinden beklenecek davranışlardan birini gösteriyor. Eğer kızıyla konuşmayı reddetseydi belki sürpriz son olabilirdi.
Uzun sözün kısası sürpriz sonu yazardan çok öykünün anlatımı belirler. Aynı konunun farklı anlatımlarında sürpriz son gerekebilir de, gerekmeyebilir de.
Eğer Sayın Aynur Engindeniz gibi yazıyorsanız kahramanınıza bakkala gönderip, ekmek aldırabilirsiniz ve şaşırtıcı hiç bir şey olmak zorunda değildir. Aynur Hanımın kahramanı aslında ekmek almaya gitmiyordur. O kendi geçmişinde yolculuğa çıkmış, bizi de beraberinde sürüklemiştir. Yerine tam oturmamış bir kaldırım taşı benzer taşlara daha sık gelindiği bir geçmişteki ananın hatırlatıcısıdır. Ya da köşedeki manavdan gelen taze sebze kokusu o karakterin dünyaya bakışını bize hatırlatan önemli bir pencereye dönüşür.
Ama olay bazlı öykü yazıyorsanız biraz baharat katmak zorundasınız:
Sabah kalkıp ekmek almaya gittiğimde bakkal yerinde yoktu. Oraya süpermarket de açılmamıştı. Olduğu gibi o bloğun yerinde yeller esiyordu. Hakikaten esiyordu. Hafif bir rüzgar karşımda duran yeşillikte her türlü yaprağı kımıldatıyordu. İki yüz yıllık bir meşe altındaki boş banka aldırmadan sonraki yüzyılı planlıyordu. Sağda küçük bir patika ilerideki akağaçların arasında kayboluyordu. Sanki o bakkal hiç burada olmamıştı.
gibi... Sonunun nereye bağlanacağı yazara kalmış.
Düşünmeye sevk eden yorumunuz için çok teşekkür ederim. En derin saygılarımla.
sadelikten derinliğe düşen son yolculuk.. düşündüm ben ne yapardım.. sanırım ona en sevdiği ninniyi söylerdim. ve sarılırdım ona sıkıca.. belki de bağlantıyı kırıp döküp avazım çıktığı kadar bağırırdım.. evet bunu yapardım..
sevgiler.
İlhan Kemal
Kurduğum empati beni sağlıklı düşünmekten alıkoydu. Son paragrafta gözlerim yaşardı. Keşke mesajı dinleyebilseydik diye düşündüm. Çizgi film çok iyi düşünülmüş. "son" kelimesi ne kadar dolu ne kadar hüzünlü...
Beklenen bir öyküydü. Kısa oldu demeyeceğim bu sefer. Hakikaten dozunda oldu.
Saygılarımla.
İlhan Kemal
Aylan Bebek'in tetiklediği bir seri hikayenin sonuncusu oldu (Başlıktaki Üçün Sonu'nun işaret ettiklerinden biri de bu. Ama asıl anlamını siz zaten yakalamışsınız) Yine yolda araba kullanırken tasarladıklarımdan oldu. Başta kansere yakalanan bir adamın meslek olarak da ölüm mahkumlarına psikolojik destek veriyor olması üzerine kuruluydu. Hatta bir sahnede mahkumla anlatıcının sözleri birbirine karışıyor, okuyucu kimin ne dediğini kaçırıyor olacaktı çünkü her iki kişi de yakın gelecekteki kendi ölümlerinden bahsedeceklerdi. Ama Aylan serisi sazı ele aldı ve On Sekiz'de bitirdiğimi sandığım bir konu devam etti.
Çizgi film son dakikada ortaya çıktı. "Ne diyebilirsiniz ki sizin mesajınızı aldıktan dakikalara sonra ölecek kızınıza?" okuyucuya değil o noktaya gelince kendime sorduğum bir soruydu. Ben de ne yapacağımı yazdım. Ortaya çıkan metin değil ama o anları düşünmek beni de duygusal açıdan zorladı.
Saygılarımla.
İlhan Kemal
Beş yıl sonra bu yoruma geri döndüm ve yukarıda bahsettiğiniz noktaya değinmek istedim. O mesajı dinlediğiniz an kızınızın ölümü gerçekleşir; bilirsiniz ki bundan sonra ondan hiç bir şey gelmeyecek. Şimdi ise elde dinlenmeyi bekleyen bir mesaj var. Mesaj süresince birkaç dakikalığına olsa da kızı hala canlı. Yıl sonunda, kendi bu dünyaya veda edene kadar kızını canlı tutacaktır. Saygılarımla.
Yazarı öykünün içinde görmenin pek akıllıca olmayacağını düşünürdüm. Olayın kurmaca olduğunun göze sokulması, öykünün sihri bozulur kaygısını taşımamdandı, bu. Nehrin altından çok su geçti, yanıldığımı anladım, elbet.
Bunlar hep Amerikalıların başının altından çıkıyor. Modern çağın bitimi de onların elinden olacak gibi. İlk adımlar atıldı çoktan. Günümüzde başlayıp, sonrasında taşınacağımız bir flashforward olsa daha mı enteresan olurdu, acaba? Denemek lazım.
Kaleminize sağlık.
Sağlıcakla,
İlhan Kemal
Flashforward'la da olabilirdi. Belki günümüzdeki gelişmelerle bunların gelecekteki yansımaları bu şekilde gösterebilirdik (En azından bir çizgi film seyretmeyi bu şekilde görebiliyorum). Yalnız bir nokta var: Bu öykü tek başına bir öykü değil. Tahmini Varış Süresi ve On Sekiz adlı öykülerimin devamı (Hatta başlığındaki Üçün Sonu üç çizgi filmden sonrası kadar bu üçlemenin de son hikayesi olduğunu belirtiyor) Bu yüzden de bu öyküde kullanılan flashforward'ların daha önceki öykülerde anlatılanlarla örtüşüp onları tekrar edebileceği olasılığı var. Bu yüzden belki flashback daha iyi çalışabilirdi (Ötenazi başvurusu kabul edildiğinde kızın mesajını seyretmesiyle başlayan bir flashback serisi).
Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.