5
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1178
Okunma
En iyisi hiç umut kalmaması. En ufak kırıntısının bile olmaması. Böylece hayal kurmayı bırakıyorsunuz. Sabah uyanıp “Belki de öyle değildir” diyemiyorsunuz. Çünkü öyle. Biyopsiden gelen patoloji raporu da bu görüşte. Doktor eveleyip, geveleyip “Bir yıl... Belki biraz daha az.” dedi.
Bir yıl... En azından her mevsimi bir kere daha görme şansım olacak. Son bir kez daha tenisin dört büyük turnuvasını seyredebileceğim. Belki Amerika Açık sırasında ne seyrettiğimden çok bir şey anlamayacağım ama olsun. Birkaç kitap daha okuyup, bugüne kadar vakit ayırmadığım az tanınmış barok bestecileri dinleyebileceğim. En güzeli ise yıllardır biriktirdiğim şarap mahzenimi boşaltacağım. Başlarda biraz yavaş gidersem sonra her güne bir şişe düşürebilirim. Belki malum güne körkütük girerim. Ağzımda bir Chateau Margaux tadı, elimde tılsımlı kadehim...
Önceden, şu biyopsi raporundan evvelki yıllarda, eğer kişinin sonu yakınsa insanın hep pişmanlıklarını ya da yapamadıklarını aklına getireceğini düşünürdüm. Keşke’lerle acaba’lar arasında debelenip duran, son günlerini de yaşamayan birileri, belki de kendim, gözümün önüne gelirdi. Öyle olmuyormuş. Gözünüzün önüne sadece güzel günler geliyor: özenle düşünülmüş bir doğumgünü, size doğru ilk adımlarını atan kızınız, ilk kitabınız, Smokies’deki kamp, kızınızın astronot kıyafetiyle roketine yürüdüğü gün... Bunların sonsuza değin sürmesini istiyorsunuz ama olmayacağını bildiğiniz için de “keşke” demiyorsunuz.
Sürmüyor işte. O doğumgünün üzerine sıradanları geliyor, kızınız büyüyüp, elinde diplomasıyla sevgilisine doğru koşuyor, ikinci kitabınız çıkmıyor, Smokies’e bir daha gidemiyorsunuz ve kızınızın bindiği roketin kapısı kapanıyor. Onu bir daha görmüyorsunuz. Görmeyeceğinizi de biliyorsunuz. Bunun biyopsi raporuyla ilgisi yok; gittiği görevinin doğasında var.
Şimdi ise elimde kadeh, önümdeki tabakta peynir, tabağın yanında J. Lohr, J. Lohr’un altında daha iyi bir işe yarayacağını düşünmediğim biyopsi raporu. Akşama ne yemek yapacağımı düşünüyorum. Yemeğin yanında gidecek bir film seçmeye çalışıyorum. Televizyonu yemek odasına taşıdığımdan beri iki büklüm kanepe günlerim geride kaldı. Geçiyorum uzun şölen masasının ortasına, teyzemden kalma tabloların yerine astığım televizyonu seyrediyorum. Bu gece de öyle yapacağım. Yapacağım da sorun yemeğe uygun film seçmekte. Kulağa geldiği kadar kolay değil.
Kulağa başka şeyler de geliyor: Mesela şu durmaksızın çalan telefon. Beni kim arar, niye arar? Ben onları arıyor muyum? Ekrana bakıyorum: Houston. Bir sorunumuz var Houston. Belki siz farkında değilsiniz ama biyopsi raporum bana ulaştı. Bir yıl, belki daha az Houston. Ama siz hala arıyıp bu son yıldan bir beş dakika daha istiyorsunuz Houston. Derdiniz nedir Houston?
“Kemal Bey? Ben Ulusal Uzay ve Havacılık Dairesinden Albay Garry Spiceland. Üzülerek bildiriyorum ki kızınızın bindiği gemide bir kaza oldu efendim.”
“Öldü mü?”
Belki başka zaman böyle pat diye sormazdım ama başka zamanım kalmadı.
“Eh, henüz değil efendim. Araç bir meteor yağmuruna tutuldu ve yaşam destek üniteleri onarılması imkansız düzeyde zarar gördü. Ancak birkaç saat yetecek kadar havası var.”
“Beni aradığınıza göre durumu kurtarmanız imkansızlaşmış olmalı.”
“Ne yazık ki öyle efendim. Öncelikle durumu bildirmek istedik. Bir de kızınız Valentina’dan gelen görüntülü mesaj var. Ona yanıt vermek istersiniz diye düşündük.”
“Karşılıklı konuşmak için çok uzak değil mi?”
“Evet efendim. Mesajların ulaşması tek yöne üç buçuk saate yakın alıyor.”
Diyecek bir şey bulamadım. Albay değil, kızıma. Ne diyebilirsiniz ki sizin mesajınızı aldıktan dakikalara sonra ölecek kızınıza? “Merak etme, yanına geliyorum” ya da “Ben de kendi halime üzülüyordum.” denmez haliyle.
“Peki bağlantıyı nasıl yapacağım?”
“Size gönderdiğimiz bağlantıyı tıklayın. Orada hem kızınızın mesajı bulacaksınız; hem de kendinizinkini kaydedeceksiniz.”
Telefonu kapatıp, çalışma odama gittim.
Albayın dediği bağlantı beni onun mesajına götürdü. Seyretmedim. Kim olsa seyretmez.
Sanal bir kırmızı düğme vardı; ona bastım. “Kayıttasınız” uyarısı yanıp sönmeye başladı.
“Kuzum” dedim, “uzun uzun konuşmaya gerek yok. Gel beraber bir kez daha Niloya seyredelim.”
Çizgi filmi başlattım. Kurallar değişmemişti: Üç tane bölüm arka arkaya. Sonra uyku zamanı. Üçüncüsünün ortalarında bir yerde ona ninnisini mırıldandığımı farkettim.