- 769 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
UMUDA YOLCULUK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
SERKAN’ın en çok sevdiğim zamanlar akşam üzerleriydi. Yaylalarda akşam üzeri demek günlük işlerin bittiği ve çocukların serbest kaldığı zamanlardı çünkü. Birbirine yakın evlerdeki çocuklar toplanıp akşamın renginde oyunlar oynanırdı; mesela gün kararmadan yakar topu, biraz daha karanlık çöktüğünde ise saklambaç kaçınılmaz oyunlar arasındaydı. Kendilerini oyunlara öyle kaptırırlardı ki evi unuturlardı , ay ışığı ve yıldızlar oyunlarına katılırdı.
Yaylalarda elektrik yoktu gaz lambasının yarı baygın ışığında yemek yedikten bir süre sonra sabah erken kalkmak için uyulurdu. Akşamları köy bakkalının önünde yada evlerinin yanında oturan komşular ay ışığı eşliğinde sohbetler yapar çaylar içilirdi yaşlıların muhabbetleri öyle güzeldi ki SERKAN ve arkadaşları arada sırf onları dinlemek için giderdi yaylanın bakkalına, uzun uzadıya hikayeler yaşanmış olaylar kahramanlıklar anlatılırdı orda. Akşam uyumadan önce annesi masal anlatırdı, bir varmış ile başlayıp kaf dağının ardında biten masallar.
Annesinin anlattığı masallar hayallerinin filmi gibiydi. gaz lambasının ışığı masalın hikayesine uyar gibi bazen gölgeleri örter bazen de uzadıkça uzatırdı. Lambanın ışığının gölgelerinde arardı kendini masalın kahramanıymış gibi düşlerdi , hele ki en sevdiği hikaye anlatılıyorsa defalarca dinlerdi bıkmadan tekrar tekrar dinlemek isterdi.
Üstelik şimdiki gibi okumak için hikaye kitapları da yoktu ama annesinin hikayeleri öyle çoktu ki ona göre hikaye kitaplarından daha fazla hikaye biliyordu annesi.
SERKAN’ın yaylalarının yan tarafında düz yeşil bir alan vardı çoğunlukla orada oynarlardı arkadaşlarıyla. Orası çocukların oyun alanıydı. Şimdi ki çocuklardan çok şanslı olduklarını fark etmişti Serkan . Şimdiki çocuklar çocukluğunu dahi yaşayamıyorlardı Serkan’a göre betonarme binalarda hapis olmuş bir şekilde büyüyorlardı ama onlar sabahtan akşama kadar özgürdü.
Belki oyun parkları yoktu, rengarenk oyuncakları yoktu ama kilden yaptıkları oyuncakları ve kendi imkanlarıyla yaptıkları salıncakları vardı hiç bıkmazlardı oyuncaklarından çünkü en küçük parçasında emeği, alın teri vardı..
Her ne kadar kil yumuşak bir yapıda olsa da şekil vermek ve pürüzsüz olmasını sağlamak oyuncakların dayanıklılığı için çok önemliydi.
Killeri topraktan ayıklayıp çıkarmak ve oyuncakları yapmakla bitmiyordu her şey bu uzun bir süreçti, çünkü yapılan oyuncakların gün ışığına maruz kalmaması gerekiyordu ,çatlayabilir yada parçalanabilirdi. Tabi oyuncaklarımızı yağmurdan da korumak zorundaydı çocuklar ..
Serkan imkansızlıklardan imkan yaratmayı çocukluğunda oynadığı oyunlara borçluydu, Çünkü
olanakların sınırlarını düşleriyle hayalleriyle yok ediyorlardı , belki bu yüzden bazı kurallar hayatında çok etkiliydi Serkan’ın .
Şimdi şehir yaşamında kurallar hayat çok farklıydı ve Serkan bütün bu karmaşayı anlamakta zorlanıyord
Serkan’ın köyünde telefon yalnızca köyün muhtarının evinde vardı ve telefon konuştukları süreyi belirleyen küçük bir cihaza bağlıydı, akrabalarını, tanıdıklarını ya da çocuklarını arayacak olanlar muhtarın evine gidip görüşmelerini yapar ve konuştukları sürenin parasını muhtara öderlerdi.
Haberleşmek başlı başına bir sorundu eğer zorunlu değilse genellikle herkes mektuplaşarak iletişim kurardı. Köyün görevli bekçileri her hafta köyün mektuplarını dağıtmak için dolaşırlardı. Bir eve mektup gelmiş ise o ev bayram yeri gibiydi.
Okuma yazması olmayanlar komşunun evine gidip çocuklarına mektubu okuturdu ya da okuma yazması olan birini çağırıp okuturlardı. Mektup yazmak için okula giden öğrenciler, yaşlıların ve okuma yazması olmayanların kurtarıcısı gibiydi, tabi bunun okuyan için olumlu yönleri çoktu, muhakkak mektup okunduktan sonra mükâfatını alırdı, özellikle mektupta yazanlar sevindirici bir haber yazıyorsa bu mükâfat çok daha büyük olurdu.
Ancak bu mükâfatlar mektubun yarattığı heyecanın yanında hiç kalırdı. Mektubun kendine has bir adı, sıcaklığı vardı, sanki mektubu yazanların kendisini taşırdı özlendiği adrese, öyle büyük hasretlerin bağrına su serperdi ki bütün özlem kelime kelime emanetini teslim edip hasretini dindirirdi insanın.
Kendi adına mektubu ilk olarak yeğeni tarafından bayramlaşma mesajı içeren bir kart postal ile almıştı Serkan. Üzerinde sarı kırmızı güller vardı, arka yüzünde kendi duygularını yazmıştı.
Öyle güzel duyguları sanırım bir daha yaşayamazdı Serkan, hele ki günümüz haberleşme olanaklarını düşününce sevinmiyordu, bilakis üzülüyordu şimdi yaşanılan hayatı oldukça resmi ve uzak buluyordu çünkü.
Çoktan mektuplaşmayı unutmuştu insanlar. Serkan, o da değişmişti bayram günlerinde gönderilen kart postalları mektupları hepsini unutmamış mıydı sanki. Çocukluğunda mektuplaşmanın çok kullanıldığı dönemleri hatırlıyordu, ev telefonları yaygınlaşınca mektuplaşmanın da devri kapanmıştı.
Yeni tanıştığı şehir hayatı, yaşadığı topraklardan yıllarca ilerdeydi.
Şimdi bütün gençler, akrabalar, herkes teknolojinin imkânlarından yararlanarak mesajlaşıyordu cep telefonları ve daha neler neler.
Oysa Serkan’ın yaşadığı topraklarda teknolojiyi kelime adı olarak bilirdi herkes ve evlerindeki tek teknolojik alet ise pil takılarak çalıştırılan radyoydu oda belli saatlerde yayın yapardı.
Medeniyet olarak ilerlese bile geçmişini özleyerek yaşıyor insanlar, çünkü o vakitler herkesin ilişkileri daha düzeyli daha samimiydi, mektuplar iletişimlerde duyguları taşırdı selamlar daha bir anlamlıydı, bayramlar daha özlenirdi çünkü her bayramda ya da yeni yılda mektubu olan hediyelerin en büyüğünü almıştır demekti.
Serkan alışık olmadığı bütün bu iletişim şekillerine uzaktı ve şehir yaşamını öğrendikçe, kendi düşüncelerinin, yaşam şeklinin ışığında kendisi kültürüne daha çok bağlandığını fark etmişti.
D E N İ Z Ç E L İ K
YORUMLAR
Mazi böyle bir şeydir işte. Kolay kolay kopamıyor insan. Bazen düşünürüm, özlem duyulan şey mazide; bizzat çocukluğun ya da gençliğin kendisi midir, yoksa o yılların yaşam şekli midir diye? Sanki, bizzat çocukluğun, gençliğin kendisidir. Belki de ikisi birden...
Şiirsel anlatım daha yazının başında sarıyor insanı. Serkan'ın ilk başlarda neden büyük harflerle yazıldığını anlamadım? İletilmek istenen farklı bir şey mi vardı?
Uzun cümlelerde bocalamalar olmuş, bazı yerlerde. Acaba, daha kısa cümleler mi kurulmalıydı? Yoksa, noktalama işaretlerinin azlığı mı nefessiz bıraktı?
Arada yazar da öyküye dahil oluyor mu, yoksa farkında olmadan mı kuruldu bazı cümleler? Mesela, " Tabi oyuncaklarımızı yağmurdan da korumak zorundaydı çocuklar .." cümlesi.
Öykünün zamanında bir karmaşa var sanki, yoksa bana mı öyle geldi?
Bir sitede okudum." Yazınızı bitirdikten sonra, sesli okuyun. Mutlaka hatalar vardır, düzeltirsiniz. Sonra da bir gece dinlenmeye bırakın, sonra bir daha okuyun" diyordu. Ben faydasını gördüm. Gerçi, öykü bir anda çıkıyor kalemden ve insan hemen paylaşmak istiyor.
Umarım eleştirilerimle sınırı geçmemişimdir.
Güzeldi öykünüz.
Kaleminize sağlık.
Sağlıcakla,
Deniz Çelik
Öyle an'lar geçer ki gözlerimin önünden ve öylesine ! Zaman umudu kollarına alır savurur oradan oraya...Ve ''umut ,hep yarındır'' diye biliriz. Yarından önce'sini yaşarken ,yarından sonra kocaman olduğumuzda,'' ah dün'üm, ah çocukluğum ve ahh ki ne ahh'' diye bitirmişiz.
Her zamanın tadı, her yaşın dünyayı algılaması, her akıl sahibi bilir ama bilmemezlikten gelir. Taki, abi,amca,dayı, ve baba kelimelerini isminden önce duymaya başladığında. Artık dün mazi,bugün an' ve yarın yine umut yine umut. ...
Dünyanın giderek bireyselleşmesi ve giderek nüfusun artması ,bunu izleyen koruma ve güvenlik korkusu artık toplumsal hayatı ister istemez yeniden düzenlemeye başlıyor. Tabi bundan en çok etkilenen çocukların oyun oynayacağı alanlardaki özgürlükleri. Belki de bu korku çocukların evlere kapanmasında en belirgin neden. Tabi bunu sağlamlaştıran teknolojik gelişmelerinde etkisi büyük.
Biliyor musunuz ? Artık el yazımı bile unuttum. İnsanın el yazısını unutması ne kötü. Şimdi açtık mı Pc'yi .,tuşlamaya başlıyoruz klavyenin her harfini. Dert küpüne dönüşen Pc ekranı kağıdı kalemi de rafa kaldırdı. Anlayacağınız bizim oyuncaklar da el değiştirdi. Bunun sonu neye varır kim bilir.
Saygılar
Deniz Çelik
Köroğlu'nun ; '' tüfek icat oldu , mertlik bozuldu '' dediği gibi ...
Telefon icat oldu , mektuplar unutuldu ...
Hasret bitti ...
Hem de öyle bitti ki ; ruhumuza hamle ettirecek o mukaddes hayale , yani hasrete hasret kaldık ...
Çakıl taşlarının inci diye alınıp satıldığı şu çorak asrımızda ; cevherin kadrini bilen sarraf gönüllü nazenin insanların özlemini , ne de güzel terennüm etmişsiniz efendim ?
Gecemize düşen inciler gibiydi .
Kalbi tebriklerim ve saygılarımla...