- 538 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Bağımsızlık Bayrağı Güzel Türkçemiz
“Şimden gerü hiç gimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahı her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye.” 13 Mayıs 1277
“Bugünden sonra divanda, dergâhta ve bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.”
Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk Dili’nden başka dil kullanmaya…
Ulusları, ulus yapan bağlar vardır, bilinir. Daha ilkokul yıllarında belleklerimize işlenmiştir bu bağlar. Tarih, birliği, ülkü birliği, dil birliği…daha niceleri.
Ortak geçmişe sahip milletler kolayca bir ulus olma bilincine ererler. Geçmiş yıllarda birlikte yaşanan toylar ve çeşitli şenliklerle gülünmüş, ortak acılarla üzünülmüştür. Böylesi insanları etkileyen sevinç ve acılar ulus olma bilincini oluşturan önemli ögelerden biridir. İşte bu değere biz tarih birliği diyoruz. Tarihini, atalarının geçmişte yaşadıklarını bilmeyen, iyi bilmeyenlerin ve de yaşanan olaylardan dersler almayanların mutlu gelecekleri olamaz gerçeğini göz ardı edemeyiz.
İnsan topluluklarını ulus yapan ögelerden bir tanesi de ülkü birliğidir. Aynı ortak amaç uğruna birlikte uğraş vermek, belirlenen hedeflere el birliği yaparak ulaşma çabasına da ülkü birliği diyoruz.
İnsanları bir arada tutan, onları ulus yapan çok çok önemli ögelerden bir de dil birliğidir. Diller ulusların ortak malıdır. Uluslar ancak dilleriyle var olabilirler. Bu olgunun önemini kavrayan ve tarihte iz bırakan devlet büyükleri kendi halklarına dillerini iyi öğretme çabasında olmuşlardır. Yüzyıllar ötesinde bu uğurda çaba harcayan bir büyük insan da Karamanoğlu Mehmet Bey’dir. Yazımın başında paylaştığım ünlü fermanında Mehmet Bey, Anadolu’da yeni kurduğu devletinin güçlü olması için dil bincinin önemini ne güzel vurguluyor. “…… Türkçeden başka dil konuşmayacak.”
Anadolu Selçukluların ardılı olan Osmanlı Devleti’nde kullanılan dil Osmanlıcaydı. Osmanlıca, Türkçe, Arapça ve farsça kelimelerden oluşan bir karma dildi. Bu dili saray ve çevresi kullanıyordu. Halkın kullandığı dil ise Türkçeydi. Bunun için sarayla halk arasında büyük bir kopukluk oluşmuştu. Bu gerçekler hiç yadsınamaz. Elit kesim aruz vezni ile şiirler yazarken, halkın arasından çıkan ozanlar şiirlerini yazarken Türkçeyi kullanıp halkın en uç kesimlerine seslerini duyuruyorlardı. Nazım’ın dediği gibi: “Gülmesini bile bıyıklarının altına gizleyen,” halkın divan şiirini anladığını savlayamayız. Oysa Yunus’u ve onun barış ve dostluk çağrılarını bu coğrafyada yaşayan herkes anlamaktadır.
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı.
Söz ola ağulu aşı,
Bal ile yağ eder bir söz.”
Evet, Yunus bu dörtlüğü ile bizlere yıllar ötesinden, güzel Türkçemizin en nadide bir örneğini sunuyor. Ne hoş tatlar tattırıyor ve herkesin ortak dileği barış duygularını haykırıyor…
Bir ulus yaratmada, dilin önemini çok iyi bilen Mustafa kemal Atatürk’te, dilimizin gelişmesi ve yabancı sözcüklerden arınması için Türk Dil Kurumu’nu kurdurmuştur. Bu kurum çok yararlı çalışmalar yaparak dilimizin daha da zenginleşmesi için önemli görevler üstlenmiştir. Başka dillerdeki her bir sözcüğe karşılık dilimizde en az bir sözcük bulmak hedeflenmiştir. Bugün ülkemizde doğudan-batıya, kuzeyden-güneye aynı dili konuşuyorsak bunu dil konusunda yapılan dil devrimine borçluyuz. Bu konularda Atatürk’ü dinleyelim:
“ Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı dillerin bağımsızlığından kurtarmalıdır. Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lazımdır.”
Ne acıdır ki, bizi ulus olarak birbirimize bağlayan bağlardan hızla uzaklaşıyoruz. Bir kesim, büyük uğraşlar sonucu elde edinilen başarılarıları göz ardı edip genç cumhuriyeti beğenmeme aymazlığına düşüyor. Osmanlı bizlerin atalarıdır. Bu olguyu hiç kimse yadsıyamaz. Atalarımız, bir devran yaşamış ve tarihe karışmışlar. Onların, başarı ve başarısızlıklarını bileceğiz. Geçmişimizi iyi öğrenip geleceğimizi biçimlendirirken atalarımızın deneyimlerinden elbette yararlanacağız. Şimdi üzerimize düşen görev, bizlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin birer özgür yurttaşı olarak, tarihimize, ülkülerimize ve dilimize sahip çıkmak bir insanlık görevimiz olmalıdır. Yoksa Türkçe karşılığı olan kelimeler yerine işyerlerine yabancı dillerle ad koymak aymazlıktan öte bir aşağılık kompleksidir. Günümüzde şair ve yazarlarımızın bilerek ya da bilmeyerek eserlerini yazarken çokça yabancı sözcük kullanmaları da yanlış ve yersiz çabalardır.
Bizlerin barış ve huzur içinde birlikte yaşayabilmemizin önemli koşulu aynı dili severek konuşuyor olma bilincini en üst düzeyde tutmamızdan geçiyor. Ne güzeldir Türkçe ile birbirimize hitap etmek. Türkçe şarkı-türkü çağırmak. İngilizce ya da Almanca’yı en güzel konuşabiliriz. “I love you, Ich liebe dich” cümleleriyle sevdiğimize duygularımızı söyleyebiliriz. Lakin seni seviyorum cümlesindeki uçsuz güzellikteki büyüyü karşı tarafa hissettiremeyiz yabancı dillerdeki sevi cümleleriyle.
Dilde oluşabilecek kirlenme ulusal kültürün yapısını bozar. Dili iyi tanımak, iyi kullanmak ile iletişim kolay olur. Bir ülkede halk farklı ülkülere yönlendirilirse, farklı diller konuşmaya özendirilirse ülke bütünlüğü açısından yanlış yollara sapılmış olunur. Sonunda şu durum ortaya çıkar. İhanete uğrayan uluslar, ilk önce dilini, kimliğini sonra da bütünlüğünü kaybederler…
Yazımızı aynı isteği farklı dillerde dillendiren insanların kıssasını anlatan Mevlana ile bitirelim:
Adamın biri dört kişiye bir dirhem verdi. Adamlardan biri:
“Bu parayla engür alalım,” dedi.
Diğeri Arap’tı:
“Hayır, dedi, ben inep isterim, engür değil.” Üçüncüsü Türk’tü:
“Ne engür, ne inep, bununla üzüm alalım,” diye tutturdu. Dördüncüleri Rum’du, o da itiraz etti:
“Bırakın bu lafları,”dedi, bununla istafil alalım.
Derken kavgaya başladılar. Birbirlerini yumrukluyor, tokatlıyorlardı. Pek çok dil bilen âlim birisi onları gördü:
“Durum, dedi, hepinizin de isteği olacak. Parayı aldı, onlara üzüm getirdi.
Türk, Rum ve Arap’ın kavgasından engür ve inep şüphelerinden başka bir şey çıkmaz. Bu ikilik, manevi dilleri bilen bir Süleyman gelmedikçe kalkmaz. Bize de dilimizin önemini anlatan bir değil, Karamanoğlu Mehmet Bey, Atatürk gibi iki Süleyman gelmiş. Onların yollarından gidelim. Birlikte, barış içinde yaşayabilme, birbirlerimizi iyi bir biçimde anlayabilme adına tutulacak başka bir akılcı yol yoktur.
YORUMLAR
İlk cümleniz, “Şimden gerü hiç gimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahı her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye.” 13 Mayıs 1277'de söylenmiş.
Hiç-Arapça
Divan-Arapça
Dergah-Farsça
Bargah-Farsça
Ve-Arapça
Her-Farsça
Bir de sizin yazınızın hepsini tarasam nasıl bir çerçeve çıkardı ortaya? Bunları işgüzarlık olsun diye yazmadım elbet. İngilizce'nin %70'i yabancı dillerden gelmiş kelimelerden oluşur derler. Bunda gocunacak hiçbir şey olmasa gerek. Çünkü, tüm diller birbirinden etkilenirler. Arapça ve Farsça Türkçe'nin en çok beslendiği dillerdir ve bununla mücadele abestir. Olsa olsa dilimizi fakirleştirir.
Sizin söylediğiniz dilde sadeleştirme dönemi tam bir fiyaskodur ve zaten anlaşılıp, terkedilmiştir. Türkçemiz, içindeki tüm yabancı dediğimiz kelimelerle beraber Türkçe dediğimiz, kullandığımız dildir. Biz onu o haliyle kullanmalıyız. Zira bu karşılıklı etkileşim, öyle üç beş yılda olmamış, yıllarca süren bir zaman diliminde kendiliğinden, kendi dinamiğiyle olmuştur. Müdahale yapıcı değil, yıkıcı olur.
Saygılarımla,
İBRAHİM YILMAZ
saygı ve sevgimle.
İBRAHİM YILMAZ
saygımla.