- 1230 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
'immunize'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Oturduğu kanepenin üzerindeki bordo örtünün kumaşını seviyordu. Çoğu geceler eve geç geldiğinde, üzerindeki kıyafetler’n hiçbirini çıkarmadan doğruca kanepeye geçip otururdu. ‘Niye böyle yapıyorsun’ sorusuna verdiği cevaplardan biri de ‘niye böyle saçma sorular soruyorsun’ oluyordu. Kendisinde ara sıra benimle vakit geçirme isteği doğardı. Ayda bir ya da iki kez, nadir durumlardan bahsediyorum ama yine de onun böyle düşünüyor olmasına seviniyor, kafamı onunla dağıtacağıma dair düşüncelerim tekrardan canlanıyordu. Aslında suni bir canlılıktı bu. Tezgâhtaki kıvırcıkları ıslatıp, daha taze gösterme çabasından başka bir şey değildi. Doğum günüm olmamasına rağmen bana hediye almıştı. Şaşırmıştım. ‘Senden daha fazla maaş alıyorum’ söylemini ilk defa duymuyordum. Ancak benim her zamanki gibi boşluğuma gelen sert bir yumruğu ekarte etme çabama karşılık böyle söylemişti:’ Senden daha fazla maaş alıyorum.’ Uzun zamandır çalışma masamın üzerine almak istediğim lambayı, kataloğundan kesip, mantar panoya raptiyelemiştim. Üzerinde oturduğum döner sandalye de onun ‘ben senden çok maaş alıyorum’ hediyesiydi. Bir yandan da avuntusu şu oluyordu: ‘Bir gün gelecek, sen çok kazanacaksın.’ Arkamı dönüp, gülüyor, sonra da mutfağa gidip musluğu açıp, büyük bira bardağına su doldurup, çömelip iki metrekarelik halının üzerine suyu içiyorum. Beni kıskanmıyor. Niye kıskanmıyor anlamıyorum da ama kıskanmasını istiyor muyum, bunu da tam olarak bilmiyorum. Belki de beni kıskanmasını istiyorum. Uzun uzadıya anlatırken, beni dinliyordu. Boynuna doladığı ipek eşarpla oynuyordu. Bakışlarında ‘yapma, gitme, ben varken başka bir kadınla vakit geçirmeni istemiyorum’ cümlesini okumayı arzuluyordum. Ne kadar da boş bakıyordu, üstelik yere bakıyordu. Bana halıdan bahsediyordu. ‘Bu halıyı değiştirelim.’ Benden çok maaş alıyordu ve halıyı istediği gibi değiştirme hakkı vardı. ‘Babaannenin verdiği halı vardı ya, onu sergici bir arkadaşa gösterdim, resmini daha doğrusu. Çok beğendi. Eğer kabul edersen onu arkadaşa vereceğim.’ Yeşil halıdan bahsediyordu. Ben de o halıyı çok sevmiyordum. Kışın üzerine çorapla basarken dahi, zeminin soğukluğunu hissediyordum. Oysa salondaki altı metrekarelik halı öyle miydi? O almıştı. İtalyan bir markaya aitti. Önceden adını hiç duymamıştım. ‘Fuarda gördüm, beğendim, sipariş ettim, iki bin euro’ demişti. Evde onundu. Araba da. Mutfak robotları, porselen yemek tabakları, altın suyuna daldırılmış kaşıklar, çatallar, Çinli çiğ balık ustası arkadaşının hediyesi şef bıçağı… Yatağı ben almıştım. Ona nasıl izin vermişti hatırlayamıyorum ama uyku sorunum olduğunu söylemiştim. ‘Geceleri erken uyuyamıyorum.’ Mekanik hale dönüşmüş sevişmelerimizin birinde, bazanın makasından çıt sesi gelmişti. Sanırım ona duyduğum nefretten dolayı daha sert fiziksel yakınlaşmayı tercih ediyordum. Bir tür öç alıyordum kişiliğinden. Soğuk karakterinin altında bana bağımlı bir şeyler arıyordum. Bana inanıyordu sadece. Güveniyordu. ‘Bir gün sen de…’ diyordu. O bir gün dört yıl olmasına rağmen gelmemişti. Düz, kahverengi saçlarından nefret ediyordum. Dört yıl boyunca o saçlarını bir gün olsun boyamamıştı. Saçları beyazlamıyordu. İlginç geliyordu. Genetik bir mesele olabilirdi ama annesinin saçları pişmaniyeyi hatırlattığı için, belki de halasına çekmiş olabilirdi. Tek halası vardı. Ne zaman görsem halasını, ya yazma ya da eşarp taktığından saçlarında beyaz olup olmadığını bir türlü öğrenememiştim. Ona sormak istiyordum ama saçma bir soru olabilirdi. Ciddi olmak hoşuna mı gidiyordu? Bazen yaptığım taklitler hoşuna gidiyor, gülümsüyordu. Bu kadar. Kahkaha attığına rast gelmedim. Hakkını vermeliyim ki, bazen mekanik sevişmelerimizde kontrolü eline alan o oluyordu. Bunu nasıl başardığını merak etmiyor değildim. Ancak en fazla on beş dakika. On beş dakika sonra eski haline geri dönüyordu. ‘Ölümünü bekleyen pulsuz bir balık gibi çırpınıyor senin ki’ dediğinde, gülüyordum. Benimki, benimkiydi. Onunki, onunkiydi. Bizim ortak bir şeyimizin olma ihtimalini düşünüyordum. Somun ekmek yemiyordu. Garip bir ekmek yiyordu. Bir gün ucundan tadına baktığımda, ‘bunu yemeyi nasıl başarıyorsun’ diye sorduğumda, ‘sen kendi ekmeğini ye’ demişti.
Dört gün sonra Ayşe’nin yanına gideceğimi biliyordu. Şüphe duymasını istiyordum. Bir otel odası ayarlayıp, Ayşe’yle vakit geçireceğimizi düşünmesini istiyordum. Beni kıskanmasını istemiyordum tam olarak, sadece önemsenmek denebilir buna, evet, beni önemsemesini istiyordum. Acı bir vapur ıslığına sarılıp, yanında yok olmamalıydım. Karşıya geçip, uçağa bindiğimde, Ayşe beni beklediğinde ve başkalarıyla da görüşüp, konuşurken, gecenin bir vakti günün yorgunluğunu atmakla meşgul sokakları temizleyen çöpçüler arasında büyüyen serseri yanımla yanımdaki arkadaşlarla herhangi bir konu üzerine geceyi yitirirken, beni merak etmeliydi. Bir mesaj, bir ses:’ Alo, nasılsın, iyi misin?’ ‘Alo, neredesin?’ ‘Alo, işleri hallettin mi?’ ‘Alo, canım orada mısın?’ Sadece bir ‘alo’ sesi de olabilir. Uzayan sakallarımı okşamasını bekliyordum. Ellerini sevdiğimi ona kaç kere söyledim? Yüz kırk yedi diyeyim. Belki beş kere ‘teşekkür ederim’ dediğini hatırlıyorum. Hayır, cevap olarak teşekkürlerini sunmasını değil, bana yakınlaşıp, benimle ilgilenmesini bekliyordum. Elleriyle herhangi bir yerime dokunabilirdi. Ayşe sakallarımı okşarken ‘yapma, dur’ dedim. ‘Kusura bakma, ileri gidiyorum sanırım’ dedi. ‘E, uçak nasıldı, yolculuğun rahat mıydı’ diye sordu. Ayşe’nin bebek götü gibi kırmızı, yumuşak yanaklarından eser yoktu. Zayıflamış olabilirdi. ‘Bir tane kısa saçlı, etekli hostes vardı, şeytan çok fena gülümsüyordu’ dedim. ‘Ha, bir de, düztaban pabuç giyiyor şu hostesler, kızın boyu uzundu gerçekten, mal sağlamdı. Çok fena gülüyordu. Etkilendim yani. Neyse ki, acil çıkış kapısında oturan hostes o değildi. O olsa, heyecanlandığımı anlayabilirdi. Sıska, çirkin bir hostes geldi karşıma oturdu. Cansu’ydu adı, soyadını da gördüm. Resimde sanki daha güzeldi gerçek halinden. Kilo alsa biraz belki gideri olabilirdi’ diye ekleyince, ‘ya salak şey, ben sana hostesleri mi anlat dedim, yolculuğun nasıldı diye sordum’ derken, Ayşe gülümsüyordu. ‘Hiç değişmemişsin. Evli olman şu huyundan seni vazgeçiremedi.’ O huyum neydi ki? Dikizlemek? Betimlemek? Şıpsevdicilik? Ruh hastalığı? Bir tür sapıklık? Aktarmalı uçağın ilk yolcularıydık biz. Esen tepenin kapısından girecek diğer yolcularla beraber, aktarmalı uçak gideceği yere devam edecekti. Ben çoktan inmiş olacak ve otobüse binecektim. Ayşe’ye o gün yanıma geldiğinde sutyen giyme demiştim. Böyle bir istediği herhangi bir bayan arkadaşa değil, insan eşine söylese, eşi ona ‘delirdin mi?’ diye cevap verebilirdi. Kendine güveni olmayanların da hazır bir tepkisi olabilirdi. Yerçekimine yenik düşmüş hangi göğüs boynu bükük bir şekilde dolaşmayı tercih edebilirdi ki? Sahibinin inatçı fikri olmasa, elbette tercihleri bu yönde olurdu. Ayşe bana ‘sen var ya oğlum, tam bir kabile üyesi gibisin. Afrika’da hala kalmış birkaç kabileden birinde yaşamalıydın. Orada kadınlar senin dediğin gibi giyiniyor’ diye söylenince, ‘bırak bunları da, çıkarmadın değil mi’ diye sordum. ‘A, çıkarır mıyım hiç manyak, yatarken de sutyenle yatarım ben’ deyince, üstelemedim daha fazla. Arabasını park ettiği otoparktan çıkarken, sıcak havaya rağmen soğuk kalmayı nasıl başardığını merak ettiğim yanağından öpüyordum. Sinir olmuştu. ‘Tükürüyor musun, bu ne böyle göl gibi oldu yanaklarım, sırnaşık şey seni!’ Dudaklarımı gösterdim. Bıyıkların ve sakalların arasında kalmış iki parça haricinde bir de dudakta büyük bir hacme sahip ancak kurumuş uçuğu görünce, ‘uçuk mu çıkmıştı sen de, ya bir de öptün tükürüklü tükürüklü, ya niye yaptın ya’ diye söylenmeye başlayınca, ‘sus be kızım, o virüs sende de hep var, sadece zayıf anını bekliyor’ dedim. ‘Benim bir arkadaşım var’ dedi, ‘ya kızın her ay uçuğu çıkar mı? Çıkıyor işte.’ Gözlerine baktım. Gece saat üç olmalıydı ve uyumak istiyordu. Öyle dalgın ve tatlı bir bakışı vardı. ‘Kesin özel dönemine denk geliyordur, stres yapıyordur o, ondan çıkıyor olabilir’ deyince, ‘hakikaten, o da öyle söylemişti sanki, sanırım ya’ deyip, üzerine de ‘sen de her şeyi biliyorsun ya’ dedi Dört buçuk yıl önce olmalıydı. Ayşe’ye ‘ben evleniyorum’ dediği an, bakışlarında büyüyen şaşkınlığı iyi hatırlıyorum. Bir şey diyememişti önce. Susmuştu. Konuşacaktı ve konuşacağı an merakını dindirecek sorular soracaktı. Sormasını istiyordum. ‘Nasıl, yoksa aşık oldun mu kıza?’ diye soracaktı. ‘Senin Türkan var ya, arkadaşın, hoca diyorsun hani, ona benziyor’ demiştim. Dudaklarını büzüştürerek, alnını çatmış, sol kaşını yukarı doğru kaldırarak ‘nasıl’ demişti. ‘Türkan’a çok benziyor fiziği evleneceğim kızın’ demiştim. ‘Ha, Türkan hocaya mı? Uzun boylu, mal yerinde diyorsun yani’ derken, gülüyordu. Resmini görmek istemişti. ‘Hayır’ dediğimi hatırlamıyorum ama göstermemiştim. Ayşe sessiz sedasız, sakin biri gibi gözükebilir ama ani tepkilerinden korkuyordum. Yıllar onun ruhuna ayrı bir teskin edici güzellik kazandırmıştı. Ayşe aynı Ayşe’ydi ama daha olgundu.
Sinema salonundan içeri girmeden önce koca mısır kovasını göğsüne yaslamıştı. ‘Sarı kola içelim mi’ sorusuna aslında ikimizin de vereceği cevap aynı olacaktı:’ Midemizi bozar.’ Yine de ikimiz de büyük kağıt bardakların içinde soğuk sarı kolalarımızı da alıp, salona doğru geçerken, komik bir görüntüsü vardı. Sol eliyle göğsüne yasladığı mısır kovasını sımsıkı tutuyor, sağ elinde de kola bardağı vardı. Çantası onu rahatsız ediyordu. Ben rahattım. Sol elimle kapak kısmından avuçladığım bardak haricinde üzerimde bir şey yoktu. Gömleğin kollarını dirseğime kadar katlamıştım. Kollarım da çıplaktı dirseğime kadar ve yürürken pantolonun cebinde birbirine sürten bozuk paraların seslerini duyabiliyordum. ‘Çıkışta kitapçıya da uğrayalım, iki kitap alalım’ dedim. Yarı aydınlık salonun içerisinde on kişi bile yoktu. Öğlen saatinde, diğer filmleri de genelde sinemada az izlenen bir yönetmenin yeni filmini izlemeye giden birkaç insandan biriydik. Ortama alışmak için bolca reklam izleyeceğimize emindim. Yedince sırada, ortalardan aldığım iki koltuğa geçip oturunca, bir anlık yağmurun ilk toprağa değişindeki gerginliği hissetsem de, çok geçmeden esenlik benim içinde gerçekleşecek, hem yolculuğun hem de aklımın yorgunluğunu üzerimden atacaktım. Ayşe heyecanlıydı. ‘Biz bunu niye önceden hiç yapmadık’ diye sorunca, ‘benim yüzümden’ dedim. ‘Ne zaman senin yanına gelsem, birilerine aşık oluyordum. Ben aşık olunca, biliyorsun, çok dengesiz biri oluyorum. Hem zaten normal olarak da dengesiz biriyim. Aşkın anlamını çok başka yorumlarken, kendi anlık beğenilerimi aşk diye yorumluyorum. Evlendiğim günden sonra pek fazla aşık olduğumu söylemem’ derken, Ayşe’nin heyecandan yanakları titriyor gibiydi. ‘Nen var canım’ dedim. Gerçekten heyecanlıydı. ‘Oğlum, on senedir tanıyoruz birbirimizi, ilk defa beraber film izliyoruz.’ Haksız değildi, on senedir birbirimizi çok yakından tanımamıza rağmen bir kez olsun beraber film izlememiştik. Ne büyük eksiklik olsa gerek! Elbette böyle düşünmüyorum ama yine de bir film izleyebilirdik. Komedi filmi bile olabilirdi. Yeter ki bir filmi beraber izlememiz gerekiyordu. Bazen düşünüyorum da, gerçekten küçük şeyler bizi mutlu edebiliyor. Film başlamaya yakın elimi yanaklarında gezdirirken, yanaklarında hissettiği yumuşak cisimden dolayı ürpererek ‘o ne be’ deyince, gülümseyerek ‘çok sevdiğin bir şey’ dedim. Dudakları arasından biraz zorla olsa da girip, dişleri arasında ezilmeden önce dilinin dokunarak tanımladığı cisim jelibondu. ‘A, jelibon mu var yanında’ dedi. Cebimde iki paket jelibon vardı. ‘Ya sen delisin ya, unutmamışsın’ diyerek, ‘e, diğerleri nerede’ sorusuyla meraklı bakışlarını ceplerime doğrulttu. Zaten sadece dört cebim vardı. Gömlekte cep yoktu. İki yan ve iki arka olmak üzere pantolonda dört cep vardı. Arka cebin sağ tarafında cüzdan vardı. Geriye üç ihtimal kalmıştı. Olasılık hesabı yapacak durumda değildi. Mısırı ve kolayı koltuk arasındaki bölmeye koyarak, ‘hadi çıkar ya’ dedi. Sesi biraz yüksek olmalıydı ki, ön tarafta oturan iki değişik tipteki oğlan bize dönüp baktı. ‘Kızım sus’ dedim, ‘yanlış anlayacaklar çıkar filan, ne diyorsun, dur çıkaracağım.’ ‘Salak’ diyerek tepkisini ortaya koydu. Koltuğuna yaslandı. Sinirli bir şekilde mısır kovasına avucunu daldırıp, avucunun hacmi kadar mısırı alıp, tek sokuşta ağzına tıkadı. Görülmek istenmeyecek bir manzaraya sebep olmuş, ağzı var olan halinden beş kat daha genişlemiş ve yanakları şişmişti. Jelibonları çıkarıp ona uzatınca, ‘yemeyeceğim, salak, keyfimi kaçırdın hemen ya, illa keyfimi bozacak bir şey yapacaksın değil mi’ diye konuşunca, filmin başladığı gizemli sahneye gözlerimizi dikip, jelibon çıkarma meselesine geçici bir son verdik.
Filmde oynayan başroldeki kadını on yıl evvel oynadığı bir diziden hatırlıyordum. Sinemagraflık yüzü vardı. İnsan tereddütte kalıyordu; gülüyor mu yoksa hüzünlü mü? Psikolojik olarak daha çok canlı bir resim olarak onu hafızama kaydetmiştim. O, oyuncu, bir altmış beş boyunda, geniş kalçalı bir kadın oyuncu. Dizide giydiği dar kıyafetleri de anımsıyorum. Film başlangıcı itibariyle sıkıcı olacağını hissettirirken, parmaklarım arasındaki yumuşak cisim yine gireceği ağzın etrafında dolanıyor. Ayşe bundan rahatsız olabilirdi ancak uzun süre küs kalamıyor. ‘Canımı sıktın salak’ derken, ağzına aldığı jelibonları çiğniyordu. Filmin her geçen saniyesi içimi sıkmaya, ruhumu daraltmaya devam ediyordu. İki jelibon paketini de Ayşe’nin kucağına koyarak, ellerimle sımsıkı bir şekilde oturduğum koltuğun plastik kısmından tutuyordum. Kendimi sıkmıyordum ama bedenim orada kalmak için direniyordu. Aklım çoktan ruhumu da rahatsız etmiş, ‘acaba şimdi ne yapıyor’ diye merak etmeye başlamıştım. Sabah işe gitmeden önce yedi civarı uyanmış olmalıydı. İlk uyandığı anları çok seviyorum. Saçları düz olmasına rağmen, sanki mahmurluk onun saçlarını dalgalandırıyor, hiç olmayan bir toka, saçlarının bir kısmının başının alakasız bir kısmında durmasını sağlıyordu. Gözlerinin esrik yanı, ayrıca kirpiklerindeki karıncalar hazır kıta bekliyorlardı. Adet ettiği üzere uyanır uyanmaz lavaboya giderek ellerini yıkamış olmalıydı. Sırada çişini yapmak vardı. Sonra tekrar ellerini yıkarken, yüzüne de biraz su vuracaktı. Böylece zayıf yanaklarına biraz da olsa fer geliyordu. Klasik giyiminden vazgeçmeyecekti. Havalar biraz serin olduğu için, dar penyesini giyecekti. Küçük göğüslerini ona sıkıntı oluşturmayacak, koluna kendi aldığı İsviçre menşeili saati takacaktı. Güneş gözlüklerine bayılıyordum. Yüzü biraz büyük diye, konserve şişesi tabanı büyüklüğünde camları olan gözlükleri alan kadınlardan değildi. Yüzüne o kadar uyumluydu ki gözlükleri, uyumu beni korkutuyordu. Belki de öğlen arasında onu mutlu edecek bir adamla beraber yemek yiyecek, o adamın saçma esprilerine gülecek ve iş çıkışında adama onu lüks bir restoranda yemek için davet edecekti. Adamı beğendiği için bu daveti kabul edecekti. Adam da karısına yalan söyleyecek, telefonda ‘canım iş arkadaşlarıyla bir toplantıdayız, biraz geç kalabilirim, sen annenlere selam söyle. Sen otur, çıkışta gelip seni alırım oradan’ diyecekti. Beni aldatıyor fikri dahi beni germeye yetmişti. Gerçekten böyle bir şey yapabilir miydi? Düşüncelerim zamanla dağılacağına, aynı noktada birleşiyor ve benim canımı sıkmakla meşguldüler. Emmanuelle Seigner’in Afrika savanalarında güneş ışığının en etkili olduğu zamanlarda sıcak kumların üzerinde dolaşan aslanların baygın bakışı gözlerimin önündeydi. Biri bizimle oyun oynuyordu. Yönetmen Emmanuelle’nin kendisiydi ve yatakta şu an ne yaptığını merak ettiğim kadınla, benim konuşmalarımız devam ediyordu. Duvarda asılı fotoğrafta Che beresi takmış gençlerden biri arkadaşımdı. Fotoğraf siyah beyazdı. Sağ alt köşede bir tarih yazıyor olmalıydı. Yetmişleri zaten kim sevmez ki! Aslında bu fotoğraf renklendirebilirdi ama ben istememiştim. Her sabah yemeyi adet edindiği simidinin susamlarını da sağ elinin işaret parmağıyla tek tek ağzına götürmüş olmalıydı. Hakkını yiyor olmalıyım. Beni aldatmaz, aldatamaz ama benden bir öç alabilirdi. Buna hakkı var. Ayşe’yle geçirdiğimiz vaktin her geçen dakikası şu an itibariyle sıkıntılı olacak. Kendini çoğu zaman kassa da, ben onu arkadan sarmalıyım. Şu an. Gergin ellerim üzerinde rahatlamalı. Şu an. Onu rahatlatabilirim de. Ayşe’nin bunlardan haberi olmamalı. Zevkle sarı koladan yudumluyor. Birazdan ikimizin de midelerinde işkence başlayacak. Film ara verdiğinde sigara içmek için alışveriş merkezinin terasına gideceğiz. Aslında taze demlenmiş çay çok iyi gelebilirdi. Ara verildiğinde terasa gidip, sadece sigara içtik ve Ayşe rahatsız halimi çoktan anladığı için uygun bir dille konuşmak istiyordu.
‘İyi gitmeyebilir, anlıyorum. Biliyorsun, benim içinde boşanmak kolay olmamıştı. Tabi boşanmanı istiyorum tarzı düşünme, sadece böyle bir düşüncen varsa da çok iyi düşün. Hem zaten çok düşündüğünü ben biliyorum. Niye zorlaştırıyorsam ben de, iyisin değil mi?’ İyi olmam için bana şu an tek gerekli şey, onun acımı anlayabilseydi. Ayşe, gökyüzü, uçak, hostesler, yolcular, taksiciler, metrolar, otobüsler, tramvaylar, minibüsler, feribotlar hızla ortadan kaybolmalılar ve onun gelmesi gerekiyordu. Geçenlerde bindiğim minibüsteki iç tasarım dikkatimi çekmişti. Minibüs sahibi vites kolunu daha rahat kullanabilmek için, dirseğinin güç alabileceği yumuşak bir tablayı ön sağ yolcu koltuğuyla şoför koltuğu arasına koymuş, etrafını da düğün salonlarında gelin odasındaki oturakları andıran, parlak kumaşla kaplanmıştı. Rengi niye mavi diye merak ediyordum. Sonra başka bir minibüse binince, bu sefer bordo renkte aynı düzeneği görünce, koltuklara kaplanmış rengin de bordo olduğunu fark ettim. Hatırlıyordum. Diğer minibüste de koltuklara mavi kılıf geçirilmişti. Kılıf. Ne garip bir kelime; insanı bir taraftan da tahrik etmiyor değil! Kılıf. Üzerine geçirilenin sıkıştığı, boğulduğu hissi biraz üzücü. Filmin yatak sahnelerinde Ayşe mısırları daha yavaş yemeye başlıyor. Komiklik filan yaptığı yok, doğal hali. Belki şaşırsa, eliyle yüzünü kapatsa, gözleri de sola sağa çevirip, ‘hayır, ayıp böyle şeyler, görmek istemiyorum’ diyebilirdi. Zaten o ayıp şeyleri yapmıyorlardı. Sadece yatakta uzanmış, konuşuyorlardı. Bazı insanlar sanatlarında kullandığı ögeleri bizzat hayatlarında yaşıyorlar. Böyle bir şeyi herhangi bir film yönetmeninin, senaristin yaşaması gayet doğal ama birebir aynı çekimi, yani sanatçı gerçeği birebir aktarabilir mi eserlerine sorusunu soruyorum. Ayşe mısırlarla debeleniyor. Şimdi bir tanesi daha düştü. Pantolonun üzerinde. Yavaşça yuvarlanıyor. Oysa serbest düşmeyle aşağılara doğru indikçe en yüksek hıza ulaşabilmeliydi. Gitmedi. Daha fazla gitmiyor ve yere de düşmüyor. Ayşe’nin baldırlarını birbirine yapıştırmış gibi oturuyor. Arada ince bir çizgi halinde boşluk var ve mısır tanesi o boşlukta sürtünme sayesinde durabildiği an, artık hür olabilecek. Onu oradan alıp, ağzıma götüreceğim. Ağzıma götüremiyorum. Avuçlarımda dolandırıyorum. Ayşe elimdeki mısır tanesini görünce, neden baldırlarına doğru parmaklarımı uzattığımı anladı. Gayet anlaşılabilir bir şey. Mısır tanesi partiküllerine kadar ayrılıp, sinema salonunu dolduracağı an yaklaşıyordu. Büyük ekranın soluk yüzü bir yana, ışığı yansıtan birkaç metre yukarıda camekanı gayet net gözüken odaya gözümü çevirmiş bakıyordum. Başımda arkaya dönüktü, evet, korkmuyordum. Ayşe’nin biraz sonra huzursuzlanacak ve beni rahat bırakmayıp, sorular soracaktı. ‘O’nu mu düşünüyorsun, düşünüyor olabilirsin, gayet normal ama birkaç saat sonra çekip gideceksin. Bari şu anımızı berbat etme.’ Ederim. Çok pis berbat ederim anları. İyi anlarda insanları üzerim. İnsanların iyi anlarında onları üzerim. Onlar bir türlü beni üzemezler. Niye üzemediklerini hiç bilemezler. Çünkü üzmek istedikleri şeyle çoktan sınandığımı düşünürüm. Yalan, koca bir yalan. Balon gibi, içi hava dolu ve bir anda patlatılınca geriye sadece pörsümüş lateks kalacak. Ona bir gün lateks bir tayt almıştım. Giymek istemiyordu. ‘Parası çok olduğu için’ değil, canı öyle istediği içindi. Zorlamamıştım. Bir gün akşamüzeri eve geldiğimde, dış kapının önünde anahtarımı çıkarırken kapı otomatının açılma sesini duydum. Nadir de olsa alt komşumuz Sevgi Hanım birini görünce kapı otomatına bastığı oluyordu. Başımı yukarı kaldırıp, kimin düğmeye bastığını merak etmeden merdiven basamaklarını çıkarken, akşam yemeği için o gelmeden bir şeyler hazırlayayım düşüncesi içerisindeydim. Bazı akşam vakitleri, özellikle dairenin bulunduğu kata merdiven basamaklardan çıkarken ağzımda taze elma kokusu buluyordum. Onun ağzı da sabahları taze elma kokusunu andıran bir kokuyla dolu oluyordu. Bağırsakları düzgün çalıştığı için yaratıcıya dua edebilirdi. Zaten yemek konusunda çok hassastı. Abur cubur yemekten nefret ediyordu. Küçük bir tabakta olsa mutlaka her öğün yoğurt yiyordu. Taze beyaz soğana bayılıyordu. Ben de onun elmayla karışık soğan kokulu ağzına… Ancak uzun zamandır ağzımda taze elma tadı kalmış Adem değilim. Ne olduğumu ben de bilmiyorum. Ne olduğumu bilmek istiyor olabilirim ama muktedir olmadığımın farkındayım. Coşku yok. Uyanış yok. Her daim kendi içine kapanma ve yok oluşun emareleri var. İşte, karşıda: Dünyanın bütün güzellikleri bir kadının vücudunda toplanıyor ve lateks tayt üzerinde, omuzlarından sarkan, garip bir siyah tişört. Hayır, tişört yok üzerinde, siyah bir askılı body var fakat atkı tarzı bir şey omuzlarını kapatıyor olmalı. Atkı mı? Of, belki fular ya da ipek siyah bir eşarp! Aman, bunların hiçbir önemi yok. O kadar ki güzel ki, beni mutlu etmek için mi giymiş anlamaya çalışıyorum. ‘Öğlen vakti izin alıp, işten ayrıldım. Midem bulanıyordu az. Eve geldim, dinlendim bir saat. Lavaboya gideyim derken, baktım ki hiçbir şeyim yok. Yemek yapayım dedim bari. Evi toparlarken iki ay önce aldığın bu taytı gördüm. Deneyeyim dedim. Giyince aynada kendime baktım. Çok ilginç, belki güzel bile olabilir. Beğendin mi?’ Bana onu beğenip beğenmediğimi söylüyordu. Ben ona bakıyordum. Ani ve şaşkınlık verici bir şeydi. O an anladım ki, dünyada aradığım tek şey oydu. ‘Bayıldım’ dedim. Şaşkınlığım onu da heyecanlandırmıştı. Biraz önce merdiven basamaklarından yorgun ve düşünceli bir şekilde çıkan adam gitmiş, yerine şehvetli bir kaplan doğmuştu. Sadece bunun için aşk tanımı yapılabilir. Filmde, karşımızdaki ekranda adam kadının üzerinde oyalanıyor ve kadın birkaç hiçte inandırıcı gelmeyen ses çıkarıyor. O gün mutfağa kadar kucağımda onu götürürken, ‘dört senede bir defa olmuş bir şey bu, her zaman bekleme, sakin ol ve tadını çıkar’ tarzı kendime telkinlerimi dinleyemeyecek haldeydim. Mutfak gözüme daha güzel gelmeye başlamıştı. Oysa ‘siyah renkte mermer olur mu’ diye kaç defa onunla tartışmıştım. Çamaşır makinesi sekiz kiloluk değil, seksen kiloluktu. İçerisine rahat bir şekilde giremesem de, geniş oluşu benimde içime ferahlık veriyordu. Önce o atkı, fular ya da eşarp olarak kesin bir şekilde tanımlayamadığım cisimden uzaklaşmıştım. Saçlarını açmak ne kadar da kolaydı. Basit bir ip toka. Düz, kahverengi saçları omuzlarına rüzgarla pencere kenarında uçuşan perdeleri andırıyordu. Omzu, kolları açıktı ve siyah body altında bir şey yoktu. Zaten bir beden kendisine dar body giymeyi seviyordu. ‘Eti sıkılaştırıyor’ cevabını verirdi ‘neden böyle giyiyorsun’ diye soranlara. Annesi birkaç defa ‘kızım, yapma canım benim, bak göğüslerin de zarar görür, Allah korusun meme kanseri filan olursun’ demişti. Üstelenmeye gelemiyordu. Canı tüm gergin oluşlarımıza rağmen nasıl da tatlı! Pürüzsüz bir kıyı taşını andırıyor omuz ovallığı. Tutup, fırlatırsam bir yere, işte o zaman esaretten kurtulacağım. Hayır, boynumu sımsıkı sarıyor ve elma bahçesine dalıyorum. Bir yandan korkuyorum, bahçe sahibi gelip beni kovabilir diye. Hayır, o ağaçlarda benim de hakkım var. Dişliyorum. Dişleri keyif verici, salgın artık salgı olarak kalsa… Dişlerini saran köpüklü suyun damaklarında sığındığı bir deniz kabuğu var. Sert uçları, burun deliklerinin boşluğunda dolaştıkça, kendimi böyle aptal hareketlerden bir türlü kurtaramıyorum. Meme uçlarının burun deliklerimde ne işi var? Gıdıklanıyor göbek deliğinden kenarlara, böbreklere doğru kaydıkça ellerim. Cildini çok seviyorum. Ona kendimi çok defa kanıtladım. Benimle sevişmeyi seviyor. Belki de sadece sırf bu yüzden evli olabiliriz. Kalabiliriz de. Onu düşünüyorum. Şimdi yatağımızda olsaydık, birkaç saat boyunca sadece onunla vakit geçirseydim; bu yolu, zahmeti çekmenin ne anlamı var? Ayşe annesiyle beraber misafirliğe gittiği evin çocuğuyla oyun oynayan çocuk kadar gamsız. Hayır, bu saçma. O çok düşünceli birisi. Film arasında söz verdi; ‘akşam eve gidince sutyeni çıkaracağım ve öyle uyumayı deneyeceğim.’ Denemeli. Tiksiniyorum yavaştan, kendi ellerimden, gözlerimden ve ruhumdan. Ruhumu cezalandırmalıyım. İşte ceza. O yok. Ne yapıyor şimdi acaba. Akşam eve gelince yemeğini yerken televizyon açacak mı? Ben onu çok özledim. Şu an sadece mesaj atabilirim. Aslında telefonla arasam kimsenin umurunda olmaz. Salon boş olduğundan belki sesim daha net ortam içerisinde durabilir. ‘Ne yapıyorsun canım?’ Ona canım diyebilir miyim? Diyebiliyorum, çok defa denedim ve oldu ama o bana böyle kelimeler kullanmıyor. ‘Bir gün sen de…’ diyor. Beni hep o bir güne göre endeksliyor kafasında. Siyah mutfak mermerinin üzerinde otururken, köşeye sıkışmış kedi gibi ürkek bakışları gözümün önünde. Sımsıkı bir yarığın etrafına kümelenmiş, sararmaya yüz tutmuş bir yaprağa benzer kılları var. Okşuyorum. Ellerimle okşuyorum. Başını çıkarıp bakan bir hayvan gayet gururlu bir şekilde ‘devam et’ diyor. Ediyorum. Devam ederken bazı ‘oh’ sesleri arasına ‘ah’ sesleri de karışıyor. Yanlış mı yapıyoruz bir şeyleri? Daha pembe olamazdı buralar. Çiçeğin pembesi gölgede kırmızı bir perdeyi andırıyor. İpek, yumuşacık bir perde ve her okşamamda dalgalanıyor. Dokununca anlayabiliyorum narinliğini. Islattıkça kendi çiçeğini, dilimin bu parlaklığa fayda sağlayabileceği anlar geliyor. Ejderhanın ateş çıkaran ağzı kadar sıcak ve içine çekiyor beni. Herkesin gizli bir köşesi var. Bana bu köşeyi ayırabilirler. Ölü balığın canlandığı yer, o sıcak ve ıslak ağzın derinlikleri. Ölü balığı okşayan ellerin de ‘hayat adil değildir’ dediği anlar gözümün önünden geçiyor. Onun elleri konuşuyor. Geveze elleri var. Keşke biraz da dudakları konuşsa, susmasa, dökse içini bana! Bana haber ver, ne olur bana kendinden haber ver. Ne yapıyorsun şimdi?
Filmin değerlendirmesini kitapçıda yapıyoruz. Elimdeki kitabı alıyor Ayşe, arkasını çevirip ‘yuh, yetmiş lira mı bu kitap’ diyor. Gülümsüyorum. ‘Alıyorum ben bunu’ dedim. Bakışları tekrardan raflar üzerine çevriliyor. ‘Sen bir şey alacak mısın’ diye soruyorum. Cevap vermiyor. ‘Şiir kitaplarına bak’ diyorum. Kendi parasıyla kitap çıkaranlara bir raf ayırmışlar. ‘Ne garip’ diyor, ‘hüzünlü bu kitaplarda, sahipleri gibi ve yalnızlar.’’ Yazmak beni umutsuz kılıyor’ dememin amacını hatırlayamıyorum ama cevaben bana ‘sen hala yazıyor musun, kaç senedir bırakmamış mıydın’ diyor. Haklı. Evlenmeden altı ay önce yazdıklarımın çıktılarını almış, onlarla vakit geçirir olmuştum. İstemediğim her ne kadar cümle varsa, kağıdıyla beraber yanıyor ve sonsuz oluyorlardı. ‘Sonsuz olmak’, sahi ne güzel bir deyim!
Akşam olana kadar beraberiz. Ayşe mutlu değil, o da taklit yapıyor. Ben onu düşünüyorum. Telefon açmaya korkuyorum. Ayşe ‘seni hiç aramadı’ diyor. Haklı, beni hiç aramadı. ‘Sen açsana oğlum, insan karısını aramaz mı, merak etmiştir kadın’ diyor. Haklı, onu ben aramalıyım. Saate bakıyorum, işten daha çıkmamış olmalı. ‘Olsun, ara, saati mi olur eşin telefon açmasının’ diyor. Haklı, telefon çalıyor. Telefon yine çalıyor. Birileri bizden çalıyorlar. Çok şey çalıyorlar. Bir ses: ‘Alo, oğlum sen misin’ diyor. Annesi. ‘Oğlum ben de sabah kaç kere aradım seni, ulaşamadım.’ Uçaktaydım. ‘Hastanedeyiz biz şu an.’ Kötü bir haber. ‘Oğlum, lütfen üzülme.’ Neye üzülmeyeyim? ‘Takdiri ilahi, oluyor böyle şeyler.’ Ne oluyor be kadın, ne? ‘Düşük yaptı kızım, eşin hamileymiş oğlum dört buçuk aylık.’ Duvara çarpmış yanaklarım şoktan tir tir titriyor. Onun yanında yaptığı çorbalardan içerken yanaklarım zevkten titrerken, şimdi şoktan titriyordu. ‘İyi ama şimdi durumu iyi. Bebeği kaybettik lakin müşahede altında kalacak sabaha kadar. Biraz kan kaybetmiş.’ Ayşe meraklı gözlerle bakıyor. Anlıyor kötü bir şeyler olduğunu. Sormaya çekiniyor. O sormadan ben söylemeliyim. ‘Oğlumu kaybettim.’
Tatili erken bitirmek zorunda kaldığım için hiç pişman olmadım ama bir gün bile geçmeden onu ne kadar çok özlediğimi anlamış olması beni de mutlu etmişti. Gece hastaneye vardığımda, annesi refakatçı olarak yanındaydı. Gitmesini istedim. Önce diretse de, kabul etti. Taksi çağırdım. Kendim asla taksiye binmezken, bir aylık vereceğim minibüs parasının yarısını kayınvalideme uzatıyordum. ‘Oğlum var ben de para’ demişti ama gurur yapmıştım: ‘ Olur mu annecim, hadi git dinlen, uyu, ben buradayım.’ Refakatçı değişmişti. Nöbetçi hemşireye bunu söylerken mutluydum:’ Ben onun eşiyim.’ Tek başına bir odada yatıyordu. Uyuyordu. Karanlıkta yüzü parıldıyordu. Ay ışığı yastığına doğru kırılarak odaya giriş yaptığı pencereyi de aydınlık yapmıştı. Hastane kokusundan sonra, onun kokusunu alabilmek mükemmel bir histi. Karnına yaslamıştım başımı. Telefona gelen mesajın bildirim sesi başımı kaldırmama sebep olmuştu. Ayşe ‘ay çok rahatladım, iyi ki çıkarmışım sutyeni, sağ ol aklı verdiğin için’ yazmıştı. Onun düşük yaptığını kendisine söylemiştim ama unutmuş olabilir miydi? Göğüslerine dokunmak istiyordum. Elim titriyordu. Sabahleyin oğlumuzu kaybetmiştik. Ağlamaya başlamıştım ancak kendime hakim olamıyordum. Ağlama sesimi duyarlar diye bir an için korktum. Onu çok sevdiğimi söylüyordum. Uyuyordu. Keşke duyabilseydi.
Gözlerimi kapatıp, ıslak yanaklarımı karnında avuturken, içim geçmişti. Oturduğum sandalyeyi yatağın dibine kadar sokuşturup, böylece ona daha yakın olmuştum. Bir şey saçlarım arasında geziniyordu. Başımı kaldırınca karnından, gözleri açık bir şekilde bana baktığını gördüm. Gülüyordu. Endişeli ve uykulu bir halde ona ‘iyi misin canım’ diye sordum. ‘İyiyim’ derken ne tatlı bir gülümsemesi vardı. İyiydi. İyi olmalıydı. ‘Seni, ben seni, seni ben çok seviyorum ama’ derken, sesim titriyordu. ‘Biliyorum yavrum’ derken elleri yanaklarımda dolaşıyordu. ‘Biliyorum, ben de seni çok seviyorum. İyi ki benimsin.’
Mantar panoya astığım araba resmini, çöpe atarken, ‘bebek arabası da neymiş’ diye sayıklıyordum.
YORUMLAR
Sabahtan beri belki kırk kere bölündü yazı. Tam başlıyorum başıma biri geliyor. Orayı karalıyorum. İşim bitince tekrar dönüyorum. Az okuyorum yine yine yine... tekrar etti aynı durum. İnat ettim ve bitirdim şükür. Değdi bütün emeğe.
Kahramanımızın zaman ve mekan gidiş gelişleri birbirinden kopuk gibi görünüyor olsa da aralarında kurulmuş olan anlatımsal ve anlamsal bağ olağanüstüydü.
Çağımızdaki çoğu evlilik ilişkisine ayna tutmuş öykümüz. Evlilik ve elbette öykünün götürdüğü yer tek nokta gibi görünse de geniş çerçevede hayatın büyük bir kısmını kapsadığı alan düşünüldüğünde paranın ve gücün sosyal ve bireysel yaşamdaki yerinin altını çizmesi bakımından çok değerliydi.
Teşekkür ederim değerli gönül emeğiniz için.
Selam ve saygılarımla.
Öyküyü okuduktan sonra sayın Aynur Engindenizin yorumunu okudum iki kere hem de çok değerli bilgileri cebime attım. Daha sonra
immunize nin anlamına baktım.bağışıklık kazandırmak anlamında olduğunu öğrendim.
Baş kahramanımızın şu cümlesiyle'' Niye kıskanmıyor anlamıyorum da ama kıskanmasını istiyor muyum, bunu da tam olarak bilmiyorum.'' bağlantılı olduğunu düşünüyorum bu başlığın..
Hayat gibi aynen ömrümüz boyunca şikayet edecek bir şeyler buluruz .Ama o ömür bizimdir ve onu seviyoruz. Bazı şok olaylar, felaket diyeceğimiz durumlar , aslında hayatı nasıl sevmemiz gerektiğini öğreten bize yeni bir bakış açısı veren kıymetli anlardır..bu birincisi
İkincisi
Genellikle evli olduğu kadını değil yasak ilişki yaşanılan kadını anlatan öykü kahramanlarına göre ,bu öyküde ki yasal eş, öyle gizemli bir karakter olarak karşımıza çıkıyor ki. Ayşe nasıl bir karakter neden adamın hayatında çokta önemsemiyoruz. Ama öyküde ve adamın hayatında kesinlikle olması gerekendi.. adam bağışıklık kazanmış olsa da hayatına ve karısına, arayışı sürüyor,, en kolay olan her zaman bizi tanıyan dostlardır..Yani Öykünün girişinde kafamda hemen adam evli işte başka bir kadına aşık kurgusun hemen yapmıştım . O yüzden şaşırttı. Farklı olan güzeldir..
Üçüncüsü
Ben öykü kahramanı adamı çok sevdim. Kırılgan yanını saklamıyor, çok samimi , insani ve erkesi eksikliklerinden gocunuyor üzülüyor ama yüreklilikle anlatıyor. Kadın ise çok ketum.. Doğurganlığını bile kabullenemiyor mu. Hamile olduğunu neden saklıyor,, Bu yüzden birbirlerine muhtaçlar.. Adam ondan biraz sağlam durmayı öğrensin ki bu parayla alakalı bir şey değil, karısı da erkeğini erkek gibi hissettirmeyi öğrensin, biraz daha dişi olsun..:) .Başka bebekleri olsun,sonsuza kadar mutlu yaşasınlar ..
Çok güzel bir öyküydü
uzun zamandır karakterleri sentezleyeceğim , psikolojik çıkarımlar yapacağım öykü okumamıştım.
Kutlarım
Nilgün ARIKAN tarafından 4/22/2016 1:30:20 PM zamanında düzenlenmiştir.
Eşler birbirlerine nasıl uzaklarmış ki kadın dört buçuk aylık hamile fakat kocası bunu bilmiyor. Ya da adam gittiği yerde bir kaç ay mı kaldı? Dört buçuk aylık gebeliği gizleyebilmek çok olası değildir. İstisnalar hariç.
Adamın fena halde kafası karışık, orası kesin. Kendisi sürekli aşık olan bir tip olduğunu, hatta bunu evliyken bile sürdürdüğünü itiraf ediyor. Buna rağmen eşinden sevgi beklemeye devam ediyor.Böyle bir psikolojinin var olduğunu biliyoruz. Hikayede kadının soğukluğu, umarsız tavrı adamın ilgiyi başka kapılarda aramasına bir sebep gibi görünüyor. Hikayenin bir de kadın tarafı yazılabilir aslında. Belki o da eşinin sıpsevdiliği yüzünden evliliğinden tiksinti duymuştur. Yani madalyonun hep iki yüzü var.
Ayşe karakteri aslında tam adama göre. Fakat adamımız ona aşık olmuyor. Onu da her güzel kadını sevdiği gibi seviyor. Hatta "başsevdiğine" karşı onu kullanıyor.
Adamın bilinçakışı gerçekten Çoruh'tan farksız. Yükselip alçalan bir debisi var. Bazı cümleleri metinde fazla bulmama rağmen -gereksiz detaylardan söz ediyorum, -ki bu uyarı bana da sık sık yapılır. İnsan öykünün içindeyken yani kendi bilincinin akışıyla ilerlerken bir cinayet sahnesinden aniden tabakta duruveren kırmızı bir elmaya sıçrayabilir. Zihin bu. Ama okur buna her zaman hazır olmayabiliyor.- öyküyü okumakta zorlanmadım. Evet üç defada ancak bitirebildim ama bu tamamen benim kısıtlı vaktimle alakalıydı.
Bu tür öykülerde patlayan bir final beklemem ben. Olmasını da istemem açıkçası. Vaka ağırlıklı çarpıcı finaller klasik hikayelere yakışıyor ama bu tür durum öykülerinde, zeminin insan bilinci olduğu öykülerde öyle bir finale gerek kalmıyor. Bu tarz öykü okuyacakların buna alışması lazım.Yoksa " o kadar cümleyi boşuna okumuşum. Neticede hiçbir şey olmadı" cümlesi kaçınılmaz oluyor. Bu öyküleri her cümlesinin tadına vararak okumalı insan. Muhteşem finali görmek için değil. Üslubun güzelliğine bırakmalı kendini. Söylemlerin aslında ne kadar hayatın içinden ama bir o kadar da etkili olduğunu hissederek. Hani bitmesini istemediğimiz kitaplar olur ya, öyle işte. Tabi burada yine en büyük görev yazara düşüyor.
Başkahramanın evlilikteki konumunun fazla ajite edildiğini, şıp sevdi olmasına rağmen kendine başka bir el değdirmekten imtina ettiği gibi bir görüntü oluşturularak, aslında adamın ne kadar steril ve gerçekten mağdur bir koca olduğunun vurgulanmaya çalışıldığını hissettim.(Bu nasıl bir cümle olduysa artık :) Belki de kadın algılarım bana bunu hissettirmiştir. Normalde böyle bir tiple karşılaşsam başını gözünü yarabilirim. Bu da demek oluyor ki benim bu tiplere karşı önyargım var. Basit bir feministlik değil bu ama. Bir okur olarak erkeğin dünyasına girip, ona acıyamadım bir türlü, o duyguyu yaşatmadı bana. Adam üzüntülü gibi bile gelmedi. Son anda bile. Ama öyküde çok az rolü olmasına rağmen kadını önemsedim. Esrarengiz buldum. İç dünyasını, neden hayatı kendine ve eşine çekilmez hale getirdiğini merak ettim. Hatta Ayşe'yi bile takdir ettim.
Lafı uzattım; güzel bir öyküydü HakkınSesi. Okumak güzeldi. Büyük bir emek, büyük bir zaman, büyük bir yetenek gördüm her zamanki gibi. "Sen hala yazmayı bırakmadın mı" cümlesini kuran gerçekte annen bile olabilir. Onu dinleme. Gerçekten yazmak sana yakışıyor. gerçekten.
Tebrik ederim.
HakkınSesi
Elbette kendi yorumumla duşununce, okuyan bir başkasının fikri de değişik gelebiliyor. Ama bu olması gereken. Değişik gelmesi de güzel. Kadına 'o' demek başlı başına aşağılama durumunu sunmuyor mu diye düşünmeden edemedim. Bir ismi olabilirdi ama niye 'o'. Sen bir bakıyorsun bir zaman sonra o olarak mı kalıyor?
Kendi yakınlarımdan düşünerek 4.5 ayı kullandım. Şimdi birkaç yıl içerisinde tecrübe eden biri olarak elbette tecrübe daha farklı duşunurken ama çevreme dönük altı aya kadar ufak bir göbek geçiştirenleri görünce, neyse buna kadınsal söylenceyle 'genetik kuzum bu' diyerek geçeyim.
Adam gerçekten üzülmüyor gibi duruyor. Kadının soğukluğu mu adama vuruyor yoksa? Uç kişi var ama iki kişi oynuyor sahnede ve en canlı karakterse Ayşe. Bir an için ona acıyoruz: Hiçbir şeyden haberi yok. Oysa kendi içinde o da hikayesini yaşıyor. Paradoks bağlamı diyorum ben buna. An itibariyle kesişip, hayatı devam ettiriyorlar.
Son bir şey yazmışsın yazmakla alakalı ama benim başka bir pişmanlık hissim var. O pişmanlığı anlatabilsem, bakalım.
Sağ olasın. Sağlıcakla hep beraber
Aynur Engindeniz
Kadına "o" diyor evet. Hatta başlarda ondan nefret ettiğini vurguluyor. O yüzden diyorum ya kafası karışık.
Yorumda en inanarak yazdığım şey senin yazmanla alakalı cümlelerimdir.
Bu, iç konuşmaların olduğu öyküleri, hele iç dialoglar da varsa, anlamakta zorlanıyor insan. Bir okur bundan şikayetçiyse eğer, eseri okumaktan vazgeçebilir. Vereceği kararı belirleyen şeyler; metnin yarattığı merak veya üslubun çekiciliğidir, galiba? Okuru tutmak bu kadar zor bir şey.
Arada self-hipnotizmaya girer gibi olsam da, metinin üslubu kaçırmadı beni. Bilincimi kendi bilinç akışının ardına düşürüp bir oraya bir buraya savuran üslup, eğer noktalama işaretleri olmasaydı duruma katlanabilir miydim, çok emin değilim. Hikayenin peşinden gidecek isteğim hep vardı ama.
Kahramanımızın hissettiği sevgisizlik, kendi hüsnü kuruntusu mu, yoksa; karısından beklediği şeyleri gerçekten mi bulamıyor, ilk başlarda anlayamadım. Hatta, bu herif depresyon geçiriyor, bir psikityatra görünmesi lazım, diye düşündüm.
“Metin ilerledikçe, bu evliliğin bir süredir ruhsal bir paralizasyona uğradığını düşündüm. Böyle bir dönem olabiliyor ilişkilerde. Sevgi, tarafların içinde hem de güçlü bir şekilde olduğu halde, anlaşılmaz bir sebeple (belki kişiliklerin tek olma inadından vazgeçmeme, bekarlık günlerini özleme gibi şeylerle) bir ruhsal hissizlik oluşuyor, sonra bu hissizlik her gün kendi kendini üretiyor. Bir kısır döngüye giriyorlar.” İletişimsizlik.
Öykü, bu tırnak içindeki şeyleri oluşturdu kafamda. Öykünün hikayesi sardı beni aslında. Nasıl bir final yapacağın işin en önemli kısmıydı. Metnin sonuna yaklaştıkça bunun tedirginliğini harbi hissettim. Çünkü, yukarda tırnak içine aldığım; öykünün bende yarattığı şeyin çözülmesini bekliyordum. Bu çözüm, öykünün de çözümü olacaktı. Hem tematik anlamda hem de öyküsel anlamda.
Final şahaneydi. Her iki çözüm; hem kafamda öykünün tematiğinin yarattığı ruhsal paralizasyon hem de öyküsel anlamda final fevkaladeydi. Kahramanın düşen cenine "oğlum" demesini çok tuttum. Alemanı hem naif hem de "bizim erkek elemanlardan" yaptı.
Not1: Mekansız’ın organlarla ilgili yazdıkları hem güldürdü hem küstürdü beni.
Not2: “. Ayşe’ye ‘ben evleniyorum’ dediği an, bakışlarında büyüyen şaşkınlığı iyi hatırlıyorum.” “Yeter ki bir filmi beraber izlememiz gerekiyordu.” “O, oyuncu, bir altmış beş boyunda, geniş kalçalı bir kadın oyuncu.” “Küçük göğüslerini ona sıkıntı oluşturmayacak, koluna kendi aldığı İsviçre menşeili saati takacaktı” “. O kadar ki güzel ki, beni mutlu etmek için mi giymiş anlamaya çalışıyorum.” Sanki bu cümlelerin elden geçmesi gerek.
HakkınSesi
İletişim Fakültesi neden dünyayı kurtaran iletişim ağları geliştirmez. Ünlü kişisel gelişim uzmanı Tom Watson böyle söyleseydi, değerli olabilirdi. Elbette Tom Watson diye biri var mı gerçekten?
Organı işlevi ve estetik ( hedonist tavırla) değerlendirebiliriz. İşlevi çok uzun sürmeyebilir ama estetik kısmı öncelikle dişiliği , sonra da hazzı insana sunuyor.
Monolog değil de, aslında ikili diyalog olarak bakıyorum bu iç hesaplamalara. Okurken bir nevi okuyanla konuşuyor gibi.
Yanlışlar dikkatimi çekti. Her zamanki bahanelere sığınmak hoş değil ama okuyup tekrardan düzeltme yapma alışkanlığına sahip olmalı artık
aslında yazmak istediğim çok şey var şu metin için
okuduğum en iyi metinlerden biri senden.
modernize edilmiş saçma sapan hayatımızın delhizleri öyle derine iniyor ki bazen hiçbirimiz tanımıyoruz kendimizi. bazen hepimiz ölüyüz.
paramparçayız.
önemli noktalar: senden daha çok kazanıyorum kısmı paranın aslında bir ilişki için çok şey olduğunun asıl göstergesi bu. toplumsal olarak erkek daha çok kazanan olmalı aileyi ayakta tutmalı ( maddi olarak) yetiştirildiğimiz için bu diyemiyorum çünkü dünyanın heryerinde erkekler daha çok kazanmayı bir gurur meselesi yapıyor. belkide avcı toplayıcı köklere kadar uzaya bilir bu. insan anaerkildi ilk başta erkek gider yiyeceği getirir kadın yerdi. bir itaat durumu gibi.
ikinci kısım sürekli ilgiye aç ve sürekli başka yerlere kayma ihtimalimiz. hem ilgiye acız hemde fazlası bizi öldürüyor. özgür kalmakla birine ait hissetme isteği arasında biryer.
sütyen konusunda yorum yapmicam :) ama haklı bence sütyen takmaya bilir kadınlar. yani göğüslere sexsi bir özellik katmak yerine onları organ olarak görmek gerek. büyümüş erkeklerin öpmesi için değilde küçük insan yavrularının beslenmesi adına var sonuçta onlar.
şu en son geri geliş kısmıda güzel
bir muhtaçlığın başka bir muhtaçlığı anlaması.
aslında insan insana öyle muhtaç ki.
HakkınSesi
Bu bahar havaları değil sutyen, yeleksiz bile kadınları evinde uşutebilir. Erkekler de yaza hazırlık yapıyorlar ve çocuklar mutlu olabilecek belki tek canlılar gibi.
HakkınSesi
Ortaokulda (sen çok kullanıyorsun bu başlangıcı, hoş geliyor) bu hayat döngüsü üzerine ecnebi bilimsel kasetler izletiyorlardı. Ne hoşuma gidiyordu, ne güzel derdim. Saatlerce mikrobu, dnayı, spermi, çekirdeği izleyebilirim diyordum. Tabi genetik okuyup, izole edilmiş bir mekanda araştırma yapmıyorsan, bu görüntüler ve bilgiler sadece gündelik hayatta genel kultur olarak insanda kalıyor.