- 896 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Çok Başka Bir Anlam
İllüzyonu bozan bir gülüşü var… Daha doğrusu varlığıyla fısıldadığı bir cümle… “Çok anlamsız tüm bunlar” diyor sanki… Şaşıp kalıyorsun o öyle deyince; daha doğrusu öyle der gibi gülünce, bakınca, bardağı tutunca… Ne bileyim, o cümleyi bir şekilde söylediğinde yani… Birden o an’ı dondurmak, içinden çıkmak, onun bulunduğu yerden bakmak istiyorsun an’a. Aslında onun gözlerinden bakmak için ille de konumunu değiştirmen gerekmiyor… İllüzyon çoktan bozulmuş oluyor çünkü… İstemesen de görmek durumunda kalıyorsun zaten, artık gerçekten görebilen gözlerin oluyor çünkü.
Her zamankinden farklı bir tarzda giyindim bu yüzden, buluşmaya giderken. Çünkü giysiler sadece bedenlerin değil, yaşamların da süslü örtüleridir. Herkesin kendine has bir örtüşü vardır yaşamı. Bir yaklaşım tarzı, bir ifade şekli… O yüzden böyle bir değişiklik yaptım ben de. Onun saçma bulmayacağı türden, çok başka bir anlam giyindim. Kalbim deli gibi çarpıyordu, aynadan bana bakan o kıza bakarken.
Nasıl karşılayacaktı beni kim bilir… Güzel bulacak mıydı? Zorlama bir taraf bulacaktı belki de bu apar topar dönüşümde. Oysa ben hiç de bir güçlük yaşamamıştım kız kardeşimin gardırobundan ödünç aldığım tişörtü üzerime geçirirken. Bu zorlanmak bir yana, bir zorlamadan kurtulmak gibiydi. Hiç olmadığım birinden zaten olduğum birine dönmek… O da başta yadırgasa da, dakikalar geçtikçe anlayacaktı; beni saklamayan, rengimi ele veren bir giysi seçtiğimi… Şaşkın şaşkın bakmaktan vazgeçecek, ilk kez gerçekten konuşmaya başlayacaktı benle.
Ben sadece uyum sağlamak istemiştim. Ahengi bozan o cırtlak yeşil olmamak… Çabamın meyvelerini de almıştım çok geçmeden. Oldukça sevilen biriydim çevremde. Onlar gibi oturup kalkıyor, onların sevdiği müziği dinliyordum. Şakalarını bile aynen kapmıştım. İçlerindeki o gıdıklanmaya hazır bölgeyi uyaracak püf noktalarını çok iyi biliyordum. Giyim tarzım da tüm bunlara koşut olarak onlarınki gibiydi. Tabii ufak tefek farklılıklar da oluyordu ayrıntılarda. Ama önceden dediğim gibi; hayata bir çeşit cevaptı giydiklerin… O cevap da yakın çevrendekilerden çok farklı olamıyordu maalesef. Eteğine kahve dökülmüş gibi durmadan gözleri üzerine çeken bir leke misali büyüdükçe büyüyordu o farklılık çünkü. Leke daha yayılıyor, genişliyordu durmadan. Ta ki sen vazgeçene dek onunla var olmaktan… Yani farklı olmaktan, direnmekten…
Kalabalıkta tekliğini haykıran o lekeyi değil utanç vesilesi olarak görmek, bir tür onur nişanı gibi taşıyan birini tanıdım bir gün. Giyim tarzı öyle çok da göze batar bir farklılığı yansıtmasa da genel tavrı, sözcükleri kullanış şekli, hatta oturması, gülmesiyle çok farklı bir kimliği giyinmiş; sanki bizim farkında olmadığımız çok komik bir ayrıntıyı yakalamış gibi gülümseyip duruyordu bize. Hangi ara masamıza gelmişti, kimin arkadaşıydı, en küçük bir fikrim yoktu. Ama gelmesiyle birlikte şamar gibi çarpması da bir oldu yüzümüze aynılığımızı. Sanki küçücük bir yere sıkışmış, kazara bir adım dışarı çıksa oyundan kovulmaktan korkan çocuklar gibi koşturup duruyorduk, koşmanın anlamını içinde debelendiğimiz o küçücük alana sığdırarak… Sözüm ona gençtik, üniversiteliydik. Dünyayı avuçlarımızda hissedecek kadar çok başka bir yerden, başka bir pencereden bakıyorduk her şeye. Asi bir rüzgâr gibi esip geçiyorduk en kök salmış, en kımıldatılamaz görünen şeylerin üzerinden. Ama bunu yaparken rüzgârlığa hiç yakışmayacak derecede benzeşiyor, tıpkı arkadaşımızda görüp beğendiğimiz bir fuları ya da küpeyi satın alır gibi alıp kullanmaya başlıyorduk o davranış şeklini. Asiliğimiz sadece kendi sınırlarımızı korumak içindi. O küçük bahçemize kimseler girmesin, biz rahat rahat koşturalım, sevgimizi toplumsal sınırların içine hapsetmeden doludizgin yaşayalım, aşkı ve tüm duyguları sonuna dek özgür kılalım diye… Bol bol da içip eğlenelim tabii…
Yani biz boş midelerle, bu dünyanın adaletsiz düzeniyle falan ilgilenmiyorduk kimi akranlarımız gibi. Gerçi onlar da çok imrenilecek şeyler yapmıyorlardı doğrusu. Özünde başka insanlarla kurulan derinden bir gönül bağı söz konusu olsa da; eşitlik, adalet gibi kavramlar dillerinden düşmese de, onları yönlendirenlerin niyetlerinin bu kavramlarla en küçük ilgisi olmaması yüzünden, bu iyi niyetli akranlarımız dünyayı her cinsten rengârenk çiçeklerle dolu kocaman bir bahçeye çevirmek bir yana o bahçeden bir cehennem yaratacak şeyler yapıyorlardı maalesef.
Yani bizim kendi küçük dünyasının konforlu yaşamını korumaktan başka bir amacı olmayan, bencil tutumumuz onlarınki yanında çok daha masum kalıyordu. Evet, görmüyorduk onlar gibi açlığı, sefaleti beki. Ama onları yok edelim diye de ortalığı kana bulamıyorduk hiç değilse.
Ve birden o çıkageldi. Ne bizdendi, ne de onlardan… Onlar gibi o da görüyordu bizim göremediğimiz pek çok şeyi. Konuşmalarında hep başka insanlar vardı. Ama onların göremediği bir şeyler de görüyor olmalıydı ki onların yaptığı hiçbir şeyi yapmıyordu. Mesela hiçbir örgüte üye değildi. Kavgalara karışmıyor, herhangi bir safta olduğunu gösteren en küçük bir girişimde bulunmuyordu. En önemlisi de onları yönlendiren en baş duygudan, yani öfkeden çok uzak görünüyordu. Bize baktığı yerden bakıyordu onlara da. Onlar da bizim gibi birer kopyasıydı bir diğerinin, aslında onlarla çok da farkımız yoktu. Bunu söylüyordu ona gördükleri.
Onlardan söz ederken bize bakarkenki gibi bir ifade yerleşiyordu aynen gözlerine. Hoşgörülü bir küçümseme, acımayla harmanlanmış yoğun bir şefkat… Yalnız kalmaktan bu kadar korkmamızla alay ediyordu belki. Bu kadar kendimizden ödün vermenin, o kalabalıkta kaybolacak kadar renklerimizden sıyrılmanın başka ne gibi bir açıklaması olabilirdi ki?! Kendisiyse rengârenk parıltılar saçıp duruyordu bizimle dalga geçer gibi. Kaba saba kelimeler kullanıyor, sınırlarımızı zorlayacak kadar toprak kokuyordu bazen. Kırsal kökenini saklamak bir yana vurgulayan şeylerle örüyordu yanımızda geçirdiği her saniyeyi. Hiç duymadığımız bir türküden söz ediyordu birden mesela. Mırıldanmaya başlıyor, bilip bilmediğimizin cevabını arayan bakışlar gönderiyordu bize. Sonra ta burnumuzun dibine taşıdığı adasından uzun kulaçlar atarak masaya geliyor, tam da bizim dinlediğimiz tarzda müzik yapan şarkıcılardan söz etmeye başlıyordu.
“Başka türlüsü de mümkün” diyordu böyle yaparak sanki. “Hem gözlerin sonuna kadar açık; açlığı, yokluğu ve acının her türlüsünü de katarak kafandaki o resme; öfkelenmeden, yaşamın bahar esintisi misali ruhunu okşayan taraflarına da açarak bağrını; çirkinlikleri yok etmek adına güzelliklere düşman olmadan yürümek, çevrendekileri usul usul dönüştürerek…”
Gülümsemesiyle de bunu yapıyordu aslında zaten: Dönüştürüyordu yani. Kelimelere dökmekle yetinecek olsa başka kelimelerin duvarına toslayacak düşünceleri, duyguları sıcacık bir tebessümle sarıp sarmalayıp karşı konulmaz bir zırha bürüyor, en küçük bir dirençle karşılaşmamanın verdiği o engin özgürlükle rüzgâr misali estirip geçiriyordu onları üzerimizden.
Bu, eseri aracılığıyla bizimle konuşan bir sanatkârla kurulan türden derinlikte bir ilişkiye benziyordu aynen. Hayranlıktan büyüyen gözlerle bize sunulan o muazzam şeye bakarken nasıl ki onun bize söyledikleri hakkında bir yorumda bulunma gereği duymuyorsak, O’nun tebessümü eşliğinde bize anlattıklarına da aynı saygılı tavrı gösteriyorduk. Sadece dinliyorduk bize anlattığı şeyi. Böyle güzel bir şekilde ifade bulunca düşünceler, bize de onları dinlemek düşüyordu sadece. Dinlemek ve bizi gönüllerince usul usul şekillendirmelerine izin vermek…
Tabii çevremdeki herkes için geçerli olduğunu söyleyemem bu durumun. Onun gülüşünün, üzerinde aynı büyüyü yaratmadığı insanlar da olabiliyordu aramızda. Ama ben onlardan değildim. Sonuna dek batıp çıkmıştım o büyüye. Onun bana söylediklerini şaşmaz doğru kabullenip aynam yapmış, kısacası âşık olmuştum.
İşte bu yüzden aynadaki görünümüme bu kadar takılmış durumdayım şimdi. Onun beni dönüştürdüğü kimliğin giyim şeklime ne kadar yansıyıp yansımadığını anlamaya çalışıyorum çünkü. Aslında ne giydiğimin onun için pek de bir farkı olacağını sanmıyorum. Giysiler sadece birer uzantısı değil mi zaten, üzerini örttükleri o insanın? Bir tebessüm gibi son derece doğal bir şekilde o kişiden çevresine yönelen bir uzanış, bir çeşit temas… Yani o üzerimdekilere baktığında tişörtümün desenini, ayakkabımın rengini değil; diğerleri arasında onları seçmeme neden olan şeyi, o dokunuşu görecek, başka bir şey değil… O, bana öyle gülüp illüzyonu bozmadan önce, içinde çırpındığım o kaybolmuşlukta benzeşmeye çalışırken çevremle; yitirdiğim renklerimi, uyumu bozmamak adına vazgeçtiğim her şeyi… Cırtlak yeşili, bastığım yanlış notayı… Eteğe dökülen kahve misali kalabalıktan beni ayıran, rengimi veren, beni bağıran o lekeyi…
Çerçeveden taşan tüm yanlarımı görecek yani, beni cansız bir resimden alıp hayata dâhil eden… Tıpkı giysilerim gibi fazla süsten arınmış, sadeleşmiş olarak, yani bana çok daha fazla benzeyen birini görecek bende. “Çok şıksın” diyecek, kelimeleri o şahane gülüşüyle giydirerek. Ama bu kez öncekiler gibi bana bir şeyler fısıldamak için değil, içinin en derinlerinden gelen bir gülüşün yansıması olarak; yüzüyle sınırlı kalmayıp bedenine, sesine, her bir parçasına da taşan çok geniş bir tebessümle gülecek… Hatta sandalyeye yaslanışına bile yetecek gülüşü.
Ama ben bileceğim aslında “şıksın” derken neyi kast ettiğini… “Öncekiler gibi saklamıyor giysilerin seni…” dediğini… “Böyle çok daha güzelsin.”
YORUMLAR
İlk başta şunu belirtmeliyim ki; bu öykünün hikayesi anlatılırken kurulan cümleler son zamanlarda okuduğum en başarılı cümlelerdi. Böylesi bir tema ancak böylesi uzun ama hatasız cümlelerle ifade edilebilirdi . "Öyküde kısa cümle" amentüsüne uyulsaydı, şu an yaptığı etkiyi asla yapamazdı. Başka türlüsü bu zevki asla veremezdi. Her bir cümle üzerinde titizlikle çalışılmış, hiçbir hatası olmadan ancak bu kadar mükemmel olabilirdi. Dil bilgisi ve ifade kabiliyeti olarak on numara.
Zor bir tema. Bu zorluk, eğer bolca kullanılan metafor, analoji ve semboller kullanılmadan aşılmaya çalışılsaydı; ortaya böylesine edebi bir yazı değil, oldukça didaktik, çocukça bir kompozisyon çıkardı. Bu anlamda, böylesi profesyonel üslubundan dolayı da yazarı gönülden kutluyorum.
Toplum dinamiklerinin gençliği götürdüğü olağan ama; basit, sıkıcı, yaratıcılığı öldüren kısır kamplaşmalara eleştirel yaklaşım getiriyor. Gençliğin kendini ifade için düştüğü sekter tavırlara bir kahraman üzerinden çok sıkı bir eleştiri getiriyor.
Bence günün en güzel öyküsü, öykülerin de en güzel hikayesi olanıydı.
Yazarı kuyluyorum.Tebriklerimle.
Sağlıcakla,
nitemtran tarafından 4/21/2016 1:43:31 AM zamanında düzenlenmiştir.