O GECE
Her yer kapkaranlıktı ve bir kış akşamının sessizliği hâkimdi. İnsanlar evlerine çekilmiş, kuşlar bile rüyalarının derinliklerine inmişti. Evin içinde yanan sobanın çıtırtıları ve pencerenin aralığından gelen rüzgâr vızıltıları bastırıyordu ağır sessizliği.
Minicik ellerimi ısıtmanın telaşıyla yanı başında bekliyordum sobanın. Ağır sessizlik, küçük kalbime zehirli bir ok gibi saplandıkça ürküyor, titriyordum. Titrek vücudum sobanın sıcaklığında bile durmuyor, deprem olurcasına sallıyordu her yerimi. Buz dağında terk edilmiş çaresiz ve ürkek bir çocuktum. Gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya sessizce süzülürken aklımda tek şey vardı. “Babam…ona ne olmuştu…?”
Babamın bizimle geçireceği ilk akşamdı. Bir yıl olmuştu ondan ayrı kalalı. Almanya denilen canavarın ellerindeydi babam. Bir gece öncesinde mutluluk ve sevinçlerim başlamıştı. Babam gelecekti ve kırmızı elbiseli, ağlamayı bilen bebeğimi getirecekti… Sabah olmuyor, saatler ilerlemiyordu. Uyumakla, uyumamak arasında bekledim gün ışığını. Nihayet cansız ışıklar kirpiklerimin arasından süzülüp, gözlerimi aydınlatabilmişti.
Pencerenin kenarına oturup, yarım saatte ancak geçen arabaları sayar olmuştum. Ama o görünmüyordu. Yüzümdeki mutluluk, çizgiler halinde yavaş yavaş silinmeye başladığı bir anda, kulağıma gelen korna sesiyle irkilip fırlamıştım, yarı çıplak ayaklarımla karın üzerine. Sarı bir Mercedes ve babam! Her zamanki muhteşem gülüşüyle dikiliyordu karşımda.
Bütün bir gün babamla nasılda geçmişti anlamamıştım. Mutluydum, babama kavuşmuştum, ayrıca kırmızı elbiseli, bebeğime de... Daha ne isteyebilirdim ki… Ama bu mutluluğum bir yere kadardı, ta ki, babaannemin karanlığın içinden, kulaklara gelen çığlıklarına kadar. “ Oğlum ölmüş…!Oğlum ölmüş…!”
Ben ise buğulanan pencerenin önünde sesin nereden geldiğini görmeye çalışıyordum. Annem ise elindeki su dolu çaydanlığı elinden atıp, olduğu yerde tepkisizce duruyordu. Daha annemin neden böyle olduğunu anlamadan bizim eve yaklaşan gürültülü kalabalığı fark ettim. Ne yapmalıydım..? Neler oluyordu? Koşarak kapıyı açtığımda amcamın gözlerindeki yaşlarla sarsıldım. Gözlerim merakla yerinden fırlayacak gibi büyümüştü. Bir şeyler oluyordu, bunu fark edebiliyordum. Babaannem çığlık çığlığa feryat ediyor, amcam ve diğerleri ağlıyordu. Beni anlayan veya beni gören kimse yoktu. Arkamı dönüp baktığımda, annem sobanın yanı başında, dökülen suyun üzerinde cansız bir şekilde yatıyordu.
“ Yenge aç gözlerini…!” diyerek amcam annemi uyarıyordu. Annemin gözlerini açmasıyla, çığlıkları aynı anda başlayıp evin her yerini doldurmaya başlamıştı. Amcam telaşla “ çocuk evde kalsın. Hemen gidelim. Ağabeyim kaza yapmış” diyerek açıklama getiriyordu kalabalığa.
O an ağlamamıştım, o küçük kalbimle ne olduğunu da anlamamıştım zaten. Bir boşluğun içindeydim, herkes bir taraftan ağlıyor, sağa sola koşuşturuyor ama benim varlığımı amcamın dışında kimse hissetmiyordu. O karanlık, soğuk ve ürkütücü gece beyin hücrelerimin içine lime lime işlemişti.
Saat ilerledikçe sobanın çıtırtıları da kesilmeye başlamıştı. Artık dondurucu bir soğuk hâkimdi evin içine. Neden beni bırakmışlardı? Neden kimse yanımda kalmamıştı? Hiçbir sorunun cevabını bilmiyordum. Korktukça kırmızı elbiseli bebeğime sarılıyor, onu her kıpırdattığımda ağladıkça bende kendi hıçkırıklarımla sarsılıyordum. Yorgun ve titrek vücudum bu zor geceye yenik düşmüş sobanın başında uyuya kalmıştım.
Gün ışığı tekrar kirpiklerimin arasından süzüldüğünde bu kez bana sevinç ve mutluluk vermemişti. Hala yalnızdım, beni arayan ve soran kimsecikler yoktu. Bir şeyler yapmalıydım…Annemin odasındaki küçük çekmeceyi açıp en kalın giysilerimi giydim. Aynanın karşısına geçip sarı, ince telli karmakarışık saçlarımı arkadan bağlayıp beremi başıma geçirerek çıktım evden. Gece boyunca yağan kar her yeri doldurmuştu, neredeyse benim boyum kadardı. Yüz metre ilerideki amcamın evinin önüne geldiğimde, yengem “ sen evde miydin?” diyerek seslendi ardımdan. Şaşırmıştım, yengem evdeydi, neden o da gitmemişti? Gitmediyse neden beni de yanına almamıştı?
Çaresizlik içinde yanına yaklaşıp tekrar hıçkırıklarla sarsılmaya başlamıştım. Boğazım düğümlenmiş, kelimeler ağzımdan çıkmakta zorluk çekmişti. Biraz kendimi rahatlatıp “ ben annemlerin yanına gitmek istiyorum” dedim. Ama hastaneye gidecek birinin olmadığını öğrendiğimde yıkılmıştım. Yengemin ısrarıyla onların eve girdim.
Aradan kısa bir süre geçmemişti ki; dayımın o heybetli koca kamyonunu gördüm pencereden. Beni almaya gelmişti. İnanamıyordum, biri beni hatırlamıştı ve merak etmişti.
Köy yolu kapanmış, kamyon kapanan yolda ilerlemekte zorlanıyordu. Yol boyunca dayımla tekbir kelime bile konuşmamıştık. Ben kanadı kırık kuşun bir yere sığınması gibi sığınırcasına oturuyordum koltuğun üzerinde.
Eve geldiğimde ananemin ağıt dolu haykırışlarıyla yüzleşmek zorunda kalmıştım. Beni kollarına almış, sımsıkı sıkarak ağıt yakıyordu. Artık çaresizlik okyanusunda yelken açmış, sağa sola savrulup duruyordum. Boğazımı sıkan bir el hissediyor, nefes almakta güçlük çekiyordum. Ağlamak ve ağlamak başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu…
Akşam saatlerine yakın dedem görüldü giriş avlusunun başında. Yüzü bitkin ve çaresizdi. İyi bir durumun habercisi gibi görünmüyordu bu haliyle. Merakla dedemin eve girişini bekledik. Dedem daha içeri adımını yeni atmıştı ki, ben “ babam öldü mü, dede!” diye feryat ettim. Sesim öyle bir çıkmıştı ki, bir ıslık sesi gibi kulakları çınlatmıştı. Bu sözleri duyan ananem ağlamasını biraz daha arttırmıştı. Dedem ise bana dönüp hafif bir tebessüm ederek “ baban niye ölsün kızım. Küçük bir kaza geçirmiş “ diyerek şefkat dolu bir sesle açıklama yapmaya çalışıyordu. Ama yüzündeki ızdırap dolu ifade beni hiçte tatmin etmemişti.
Akşam yemeğinin ardından, teyzemle ikinci kattaki küçük odaya çıktık. Üzerime kalın bir şeyler giydirdi, yatağımı hazırlayıp yatmamı sağladı. Yatmıştım ama uyumaktan korkuyordum. Yapayalnız kalmıştım. Bu ev sığındığım bir ev gibiydi. Bende içinde bulunan bir besleme gibi. Yatağımın içinde etraftan gelen her ses, sanki kötü bir şeyin habercisi gibi kulaklarımda çınlıyordu. Uyuyamamış, ağlamaktan iyice nefessiz kalmıştım.
Babamla ilgili bir şeyler konuşulduğunu duydum, usulca merdivenlerden aşağı inip, kapının yanında dikilerek konuşulanları dinledim. Sonunda gerçeği öğrenmiştim. Babam bir trafik kazası geçirmiş, sol kolunu kaybetmiş. Bugün ameliyattan çıktıktan sonra da durumu iyiye gitmeye başlamış. Yani babam yaşıyormuş…
Diğer gün dayım ve dedem ısrarıma dayanamayıp hastaneye beni de götürdüler. Girişte görevliler beni içeri almak istemedi. “ Çocuk girmesin” diye sürekli uyarıda bulunuyorlardı. Yine beni hatırlayan orada da amcam olmuştu. Hemen yanıma gelip beni kucağına alıp annemin yanına götürdü.
Upuzun koridor bizimkilerle doluydu. Annem hala o geceki kıyafetleriyle kapının yanında, çökmüş duruyordu. Uykusuzluk ve yorgunluk yüzüne yansımış, sanki iki günde iki yıl yaşlanmış gibi olmuştu. Ağlamaktan olsa gerek ki, gözaltları morarmış, gözleri çukurlaşmıştı. Beni kollarına aldığında hıçkırıklarla aynı anda sarsılmaya başlamıştık.
Babamın kapısı açılıp hemşire çıktığında annem elimden tutup babamın yanına götürdü beni. Bembeyaz örtülerin altında upuzun yatıyordu babam. Yüzü sararmış ama bıyıklarının altındaki gülüşü eksilmemişti. Sanki pozitif enerji saçıyordu etrafa. Onu gördüğüm an, boğazımı sıkan o el yok olmuştu. Ben artık nefes alabiliyordum. Koşarak babama yaklaşmak istediğimde annem babamı sarsmamam konusunda uyarılarda bulundu.
Artık babamın bir nefes kadar yakınındaydım, yanaklarından öpüyor, minik ellerimle yanaklarını okşuyordum. Oda eliyle benim yanaklarımı okşuyordu. Babamın sıcaklığı ruhumu okşayıp geçiyordu. Tam odadan çıkacağımız an diğer sarılı kolu gözüme çarpmıştı. Evet dedemin söyledikleri doğruydu. Babam sol kolunu kaybetmişti. Ama sadece kolunu, canını değil…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.