- 648 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bakır çalığı zehirlenmesine karşı durmuş bu yaşam…
Gittiklerindi bana kahır gecelerini hediye eden, gittiklerindi dağılmış ruhumu sahiplendiren, hayatımı sahipleştiren sen varlığıydı ve sen bu oyununla sadece umuda uzanan bir düş çemberi bıraktın bana…
Kimlerdi kapımı örten, kimlereydi kapımı açtığın, tüm kahredici düşüncelere beni atarken, mecalsız yaşamın dışlanmışlığına bırakmıştın beni…
Şimdilerdeki acınası halindir ki benim boş vermişliklerim…
Göç eyledim tüm kasvetlerle hayallerimi, göç eyledim tüm düşlere beklentilerimi, göçtü tüm sevdiklerim, yol uzun, geceler karanlık, bir göç yolculuğu bu, belki de son nefese uzayacak ...
Şimdi düşlerle göç zamanı…
Tüm nedensizliklerin bir araya geldiği bu günlerde, kasvetin gizeminde dağılmış düşüncelerle dolaşırken, sadece sesli düşündüm, kendi kendimi uyarmak için bir soru ile irkildim, geride neler kalmıştı, vazgeçtiğim neler vardı ve kimlerden vaz geçirtmiştim kendimi, artık sahipsiz düşüncelerden kurtulmuş muydum veya artık ruhum dinginlik yörüngesine ulaşmış mıydı, bu kadar olumsuz düşünceler sonrasında, kaldığım sahipsizlik hisleriyle, kaç gecenin korkulu rüyalarının bedeli ödeniyordu ve kaç gece sonra ruhum dinginliğine kavuşacaktı, kimdi beni bu karamsarlık çemberinin içine atıp, arkasına dönüp bakmadan giden ve bendeki değeri, daha ne kadar sahiplenilerek donacaktı olduğu yerde…
Hangi değerlerdi bu benim dengemi saptırıp ruhumu dağıtan?
Eskidik, yıllarla beraber birbirimizi eskiterek uzun ve hesapsız anıları hep eskiterek geride bıraktık…
Şimdilerde eski şiirlerin cümlelerinde yaşam umudu buldukça, yaşanmış tüm anıların gölgesine sığınılmış uzun ve ağır nefesler aldıkça, kendi kendimizde sevgimizle övündüğümüz yılları belki de artık hiç yaşanmamış sayıyoruz…
Sen bana “gerçeğimsin” derken, ben sana “yaşam umudumsun” dediğim yılları gerçekten o umutla yaşadığımı şimdi kabulleniyorum artık ve şimdilerde özlüyorum desem kendim şaşarım…
“Sen de benim yaşam gerçeğimdin” aslında bu günlere geldikçe bu bariz bir şekilde ortaya çıktı…
Kaç çapraşık zamanın girdabında kaldık ve kaç kez dağınık rüzgarları göğüsledik, sersemleyen baş dönmeleri ile?
Kavgamız bitti, hava kapandı, karardı bulutlar, öfkenin ucu düştü toprağa ve ben seni hâlâ çok seviyorum derken, geçmişin inkârcısı olmamaktı amacım. Tüm bulutlar dağılsa, tüm efkârlarım doluşsa da beyin diplerime, inkâr edemediğim sevgimle son nefese çarpacak bir yürek sevgisiyse bu, ben sana hâlâ sevgi penceremden bakıyorum…
Hayat umrumda değil, ağarmış saçlarım, boş verdiğim telaşlardan, her doğan güneş bir hasret yaması bedenimde daha açıyorsa eğer canım, ansızın, bir başıma da kalacaksam bu hayatın son baharından sonra gelen kışta, karlar düşecekse bile yüreğime, ben pişmansam eğer seni sevmekten, donsun artık dilim ve yüreğim ki, usumda, yine de sen kalasın…
Bakır çalığı zehirlenmesine karşı durmuş bu yaşam ki, artık yolunda yoruluyor sevgili.
Böğrüme düşmüş bir köz, su değmemiş harında, yaktıkça kendini, yanıyor içim, sonsuza uzasa da bu can acıları, vaz geçmedim ben seni sevdim demelerimden…
Belki bu düşünceler sevgide var oluşta taki hiçlik korkusuydu, tüm nefesleri zorlayan bir beden sarsıntısıydı…
Tüm nefes almalarımızı kendimizin sanırdık, oysa nefesimizi tıkayan etkenler vardı,
bunların başında sen sen dediğimizin, aslında en çok sevdiğimizin, düşünceleri ve de
etkenleri vardı, zamanın geçişine aldırrmadan, üzerimizde kalan etkenliğine
bakarken sadece, zayıf kaldığımız olayların etkisi sarardı tüm benliğimizi ve biz
sadece hayatın an zamanlarının korkusu ile yaşarken düşerdi içimize harı üstünde
korlar ve biz tüm zamanların olgusundan korkarken, kendimize ait tüm değişimleri
içimizde zapt ederdik…
Önce dinlediğimiz şarkılar hüzne bulanır, daha sonra okuduğumuz kitaplardan hüzün fışkırır, daha sonraları da, baktığımız resimlerin mavi renkleri kırmızıya dönüşür ve an gelir çocukluğumuzdaki tüm yaşam karelerimizden ağlayan çocuk resimleri ile kendimizi hüzün çıkmazına atarız…
İşte o zaman en çok sevdiğimizin okları ile vuruluruz Süveyda’mızdan ve içimizde oluşan sıkıntı düşünceleri ile siyah kana bulanır Süveyda’mız…
Çöküp çöküp haykırıyorum adını, diz çöküp isyan ediyorum, bu sürgüne…
Sevmeye sanki mahkum olmuşum, her nefes alışımda adınla soluyorum, bu bir sürgün, bu bir çaresizlik, yıllara meydan okuyan bir sevdanın gözyaşı olamaz diye haykırışları bu ve sadcece bir mahkumiyet sevmeye dahil olmuş hislerle…
Evet isyanlar peşindeyim, bu prangalaşmaya ruhsal mahkumiyete…
Yarım bir yaşam bu, yarımlaşmış bir ömrün içinde ertelenen düşler, istekler art arda sıralandıkça keskin kararla vaz geçmek gerekiyordu adanmışlığın bir çoğundan…
Aslında cayılmıyordu, çoğul isteklerden ve bağımlılaştığım sevginin gün ışığına çıkmış yaşamından…
Biz birbirimizi en çok sevdiğimiz zamanlarda bile hep hüzün şarkılarını dinlerdik...
Sen Ahmet kaya ile "Giderim," şarkısı ile düşüncelere dalarken, ben, Kayahan’ın
"Emrin olur," şarkı sözleri ile zamanın ötesine taşırdım ruhumdaki boş verilmiş
zamanları yok sayarak ,titrek ve kesik nefesler alırdım…
Sevmiyordum vedaları, sevmiyordum veda edilmeleri, ama en kehredicisiydi vedasız gidişler veya terk ederken, terk edilirken vedasızlığı hiç sevmezdim, sonu hep acılanmalar, sonunda hep yalnızımsı hayatlar çıkardı arkasından ve hayatın çapraşık yaşamları başlardı hep vedasız gidişlerin ardından…
Sen gittikten nicedir, odama mum ışığı kokusu doluştu…
Eminim senden sonra yağmurlar da soğudu, kışlar bir başka rüzgârlarla eserek geçti, kar tanelerinin rengi değişti, daha soğuk, daha sulu aktı damlara doğru, seni özleyişim de değişti, resmine bakışlarım da arttı, odama doluşan mum ışığı kokusu bir başka türlü doldurdu içimi, içim bir başka türlü soğuyor, eskisi gibi seni seviyorum diyemiyorum kendi kendime, hemde sessizleşti söylediklerim, sen bir başka türlü bakıyorsun resimlerde, ağarmış saçlarıma daha acınası bakıyorsun, biliyorum beni eskitmezden öncerlerden daha çok seviyorsun ama, geç oldu artık, geçmiş yılların altında ezildi duygularımız, benliğimiz ayrılık acıları ile çöktü, delindi tüm eski düşler, düşlerde kaldı artık tüm hasretler ve ne yazık ki ben seni eskisinden de çok seviyorum galiba ama, tükendim be mum isi kokanım, tükendim, artık seni düşlemekten ve ben senin beni bıraktığın yerlerdeyim, aynı havayı ciğerlerim deşilerek içime çekiyorum ama artık odam senden başka türlü kokuyor…
Şimdi ardıma bakıyorum, şehrimde şimşek çakmaları bitmiş, bulutlu kasvetli havalar kendilerini bir gelecek yıla saklamış, kim bilir yaşam bu, hayata bir sene daha ilave edilebilecek miyiz, baharın bir kez daha bitkilerde canlandığını, tomurcuk açmış meyve ağaçlarını bir kez daha görüp, yaşayabilecek miyiz, öyle bir yeşilliği ve o yeşilin aralarına serpiştirdiğim sen düşüncelerini tekrar hissedebilecek miyim, seninle el ele olma umudumu iki mezar taşı arasına gömmüşken, bunu tekrar istemenin veya anlamı ne olabilir ki yitik bir umuda, bir bahar sabahı daha eklemek oluruna bir düşünce mi, ama bir heves, bir inat, bir bitmez arzu bu bendeki, her bahar mor salkımlarla seni dertleşmek, seni şikâyet etmek, defalarca senden vazgeçtiğimi itiraf ederken, sözümde duramamak, defalarca her bahar sen şarkıları ile, çılgınca mutluluğu yakalayıp, koyu bir hayalkırıklığı ile hüzne boğulmak, benim vazgeçilmezlerim değil mi, sana verdiğim sözü yani, “seni senden sonra hiç unutmam” sözünü imkâr etmek, benim yapabileceğim bir şey değildi asla ve ben bu yüzden her yıl baharda, “hüzün kuşları profili” oluştururum beynimde, belki de bu hüzünlerin verdiği dirençti bana yılları sen ben ve de hüzün ile beraber yaşamak…”
Yine uçuyor benliğimde derin sızılar bırakarak hüzün kuşları,
ellerim sahipsiz,
gözlerim arayış içinde
ve
yüreğimle raks ederek onun istediği yerlere gidiyorum,
çünkü senin yokluğun onu yıkamadı
ve
benle beraber bizi yere seremedi…
Evet sevgili,
Biz birbirimizle beraber,
Hüznün kuşlarını barındırdık içimizde…
Belki de ikişehir arasına kısmış,
Bir hasret yalnızlığ bu yaşamın ardına sığınan…
Garip bir var oluş isteği
Veya
Var kalmakta direnme isteği bu hasrete…
Belki de yaşamın kurallarında acımasızlığında kalınmış,
Bir acizlik örneği bu hasret…
Kimbilir kaç bahar sonrası sönecek bu umut,
Kimbilir kaç kışın dondurucu soğuklarını taşıyıp,
Bahara senle uzayacak bu sarp düşünceler,
Kendi kendine kıvrılacaktır belki de bu düşler…
Ayrılıklar düştü yollara, hüzün yürekte, kulak çınlamaları bir bakışın ardına gizlenmiş, kararan bulut göz diplerinde ve bir adam yollarda, ıslık eşliğinde hüzün haykırıyor…
Hissettiklerimdi harflerle sayfalara düşen, her cümlenin içindeki harflerdi hissettiklerimin tümünü görünür hale getiren, hissettiklerimin içindeydi aklımdan geçenler ve her aklımdan geçenler cümlelere dönüştükçe, hüzünlerin, sevinçlerin belki de yaşadıklarımın an, an sayfalara doluşu ve an gelir ki gözyaşların cümlelere karışır veya cümleler gözyaşlarını düşürür sayfalara ve bir anda yazdığın cümleler göz yaşınla yoğrulmuşsa eğer, sulanmış bir toprak gibi olmamışsa eğer, sen bu hüznü hak etmemiş ve o cümleler cümle olmaktan ziyadekuru bir dal tarifiakar gider gözlerinden ve kaleminden…
Evet cümleleri hüzne dahil etmek için, gözyaşı gerekliydi çoğu zaman veya hüzün gözyaşı ile ıslanmamışsa eğer hüzün olmaktan başka, kuru bir hâl tarifidir…
Ve her cümle tamamlanmak ister, yarım kalan bir cümleyi de belki bir, bir başka yerde tamalar, tıpkı yarım kalmış aşklar gibi…
Veya
“sen benim gerçeğimsin” dediğimde, tamlanmış bir cümleyi yarım ruh yapısı ile bedenime sakladım demektir…
Bu kaçıncı bahardır ki vuslatı beklediğimiz, bu kaçıncı bahardır son gülüşümüzü özlediğimiz, kaç zamanın kurdelası sarıldı bileklerime ve hayat son nefese uğrayacak vuslat bekleyişi ile...
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.