- 611 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Büyüyü Bozmak Gibi
Şimdi tek bir solukta geçeceğim bu sokaktan. Kapıdan çıkmadan hemen önce aldım bu kararı… Aheste adımlar yavaş çekim bir film sahnesine döndürüyor hayatı… Gereksiz ayrıntılara takılıp kalıyorsun… Şu kadının, alaylı bir kahkaha gibi kabanının altından görünen beyaz çorapları… 5 yaşlarında bir çocuğun elinden kimse tutmadan, yapayalnız yürümesi ulu orta… Bir köy yerinde gibi… Ahmet emmi oturur gibi kahvenin önünde, çocuk düşerse falan fırlamaya hazır bir tetiklilik halinde, sandalyesinde eğreti… Çocuğun annesi böyle insanlar var sanıyor olmalı, yoksa başka türlü gönül rahatlığıyla nasıl salabilir ki evladını ortaya?
İşte böyle olmadık küçük şeyler; daha büyük, daha anlamlı şeylere ulaşmayan, bütünlüğe varmaktan uzak, kopuk kopuk parçalar dolanıp duruyor ayaklarıma, biraz yavaşlasam.
O yüzden mi koşturuyor bu insanlar? Yakın zamana dek ayıpladığım bu aceleleri şimdi çok bilgece bir felsefenin ürünü gibi geliyor bana. O insanlar da pekâlâ görüyorlardır benim gibi, aksayan parçaları mutlaka… Yani evlerinden çıkarken ilerleyecekleri yolda görmek istemeyecekleri kırık dökük şeyleri; kendilerini eksik gedik, suçlu hissettiren birer ayna olan onlara…
Oysa kendilerini yansıtmaz ki o çirkin görünümler… Ama işte tamamen bir tesadüfün eseri oralarda bir yerlerde oturuyorlardır onlar da. Az gelişmiş bir ülkenin çelişen görünümlerini bol bol yüzlerine vuran manzaraların arasından sayısız kez geçmiş olmanın bezginliğiyle, suçlayan gözlere muhatap olmaktan korkarak eser geçerler fırtına misali…
Yoksa onlar da bilirler, kaldırımın kenarında dilenen o kadidi çıkmış kadına birkaç kuruş vermeyi… Yanında dikilen çocuğun kursağına girecek sıcak bir çorbaya dönüşen bir süreçten geçer mi geçmez mi hiç bilmeden… Yoksa bir şarap şişesinde mi somutluk kazanacaktır o paralar, kendisinin de vereceğiyle birlikte göl misali birikerek? O çocuk hep dikilip duracak mıdır orda?
Bunları düşünmek kaybetmek demektir bütünü. O kadının sırıtan beyaz çoraplarında günü tanımlamak, daracık bir çerçeveye hapsolmak… O çerçevenin içinde bir gıdım gökyüzü yoktur; genişlik, büyüklük, sınırları yok eden gürül gürül akış gibi zaten yeterince dar gelen bu dünyanın kendimizinkinden ibaret olmadığını hatırlatan şeyler de yoktur… Ve onların estirdiği o nerden geldiği belirsiz rüzgâr da…
İçi sızlar onların da. Dilenci kadını görmezden gelerek geçmek daha da beter var eder onu aslında. Bir kavrama indirgemezler cebine davranan o adam gibi. Onları her zaman var olan, alışıldık gölgelere çeviren… Parayı uzatırken yüzüne bakmaz bile o adam kadının. Ne değişecektir ki yüzünün neye benzediğini görse? Onu diğer dilencilerden ayıracak mıdır gözlerinin ela ya da mavi olması?
Görmezden gelenler için cevap kesinlikle evettir. Bir büyüyü bozmak gibidir onun yüzüne bir an bile bakmak. Herkes gibi bir hikâyesi vardır o çelimsiz, soluk yüzlü, gözlerinin feri kaçmış kadının. O yüzden bakamazlar ona. Para vermekten kaçınmak değildir dertleri. O para onun o hayaletimsi görünümüne ne oranda bir ruh katacaktır ki? Milyonlar verseler onun hayatına değecek midir o kâğıt parçaları? O bir vitrin değil midir sadece? Birilerine oluk oluk akan suyun çeşmesidir o. O yüzden hep öyle gölge olarak kalmalıdır o kaldırımda. Onu oraya gönderenler bu konuda çok hassastırlar. İsterse binlerce kez suyla doldurulsun o gün çeşmeye giden kaynak; merhametli insanlar oluk oluk akıtsınlar parayı… fark etmez. O yanaklar dolmamalıdır etle… Tokluğu, parayı çağrıştıran o renge boyanmamalı, pembeleşmemelidir. Açlığı sembolize eden hep o çökük halleriyle kalmalıdırlar.
İşte bunları düşünür dilenciye para vermeyenler.-Tabii bir parça vicdanı olanlarından bahsediyorum-
Bir türlü bir gölgeye dönüştüremezler o kadını. Etiyle kanıyla bir insandır o, ne kadar aksini söylese de ölüye dönen bedeni.
Böyle ayrıntılar yüzünden çok minibüs kaçırdığım olmuştur. Yanında bir büyüğü yoksa hırpani giyimli bir çocuğun, usulca yaklaşırım bazen – o koşturmacada maalesef çok sık yapamasam da -, “aç mısın” derim. Ve karşılık beklemeden “gel benle” diye ekler, yakında yemek yiyebileceği neresi varsa oraya yöneltirim onu. Asla para vermem. Onu ortaya sürenlerden tamamen ayırırım böylece, halkalarından biri olduğu zincirden koparırım kısa bir süre için de olsa. Çalınan çocukluğunu giydiririm üzerine. Çocuk şaşkın şaşkın bakar durur yüzüme. Çevresindeki büyüklerin yüzlerinde hiç olmayan bir şey vardır orda: Onu küçük bir çocuk olarak gösteren bir ayna…
Sokaktan rüzgâr misali geçiyorum tam da niyet ettiğim gibi. Dokunamayacağım, değiştiremeyeceğim hiçbir gerçeği sokmuyorum artık dünyama. Bizim sokaktan epey uzaklaşana dek oynuyorum bu görmeme oyununu. Neyle karşılaşacağımı kestiremeyeceğim, merak duygumu harekete geçirecek kadar farklı görünümlerle dolu bir sokağa, caddeye gelene kadar… Yumuşak bir tarafı olan duvarlar arıyorum, içinden geçebileceğim gedikleri olan… Yalnız ve aç görünümlü çocuklar uyuyor en çok da kafamdaki o resme… Yalnızlıkları duvardaki aradığım o gedik oluyor. Hemen görüyorum onları. Derin bir nefes alıp usulca süzülüyorum gedikten içeri… Duvarların ardındaki o küskün çiçeğe doğru ilerliyorum.
YORUMLAR
Dilenciler ve diğer insanların onları gördüklerinde yaşananları, hissedilenleri ne güzel anlatmış; o akıl oyunlarını, vicdanı sakinleştirme hallerini ustaca göz önüne sermişsiniz.
O çocuklar var ya, işte onlar asıl insanın canını yakan. Ortaya sürenler, diye ad koyduklarınız bunu o kadar da iyi biliyorlar. Ama bu, onları görmemezlikten gelmemizin sebebi olmamalı ve tıpkı sizin yaptığınız gibi, hem oyunlarını bozmalı hem de yardımdan kaçınmamalı.
Sağlıcakla,