2016'dan 2030'a Giderken Türkiye'de Kamu Yönetimi 2
Ülkemizde, Kamu Yönetimi alanında 2030’u yıllara doğru giderken, nasıl bir devlet ve sosyal düzen öngörüyoruz? Devleti ayakta tutan, insan; insanlardan kamu personelleri, kamu personellerini ayakta tutan topyekün bir millet; işvereninden, işçisine, çiftçisinden, basınından, esnafına gibi...
Yazımızın ana damarı ise, kamu personeli ve personel yönetim sistemlerimiz üzerine olacaktır. Kamu personellerimizin, bir tüzel kişilik olarak devletin ve yine bir tüzel kişilik olarak sendikaların eline bırakılamayacak kadar değerli olması gerekiyor bizim için. Çünkü kamu personelinin yaptığı iş ve işlemler üzerinden hakkımızı arıyor, hukuğumuzun katledilmemesini istiyoruz. Bizim adımıza, millet adına iş yapan kamu personellerimizden her zaman işlerini hak ve hukuka uygun, süratli yapmalarını bekliyoruz. O zaman kamu personellerimize, tabii olduğu kanunlara, mevzuata ve hiyerarşiye de millet olarak hakim olmamız gerekir ki, siyasetçilerin iki dudağından çıkan sözler ile yanlış fikirlere kapılmayalım ve diyebilelim ki: siyasetçiler, sendikacılar, zenginler, beyler, paşalar vb yani üst tabaka, elitler, kendilerini üstün görenler ne derse desin; benim kamu personelim milletin hakkına-hukukuna halel getirmez. Peki, bunu diyebiliyor muyuz, Kamu personelimize güvenebiliyor muyuz?
Bizim kamu personellerine güvenebilmemiz için, kamu personellerinin de yasalara, mevzuata ve liyakat esasına dayanması gereken idarecilerine güvenmeleri gerekmez mi? Peki, kamu personelimiz bahse konu yasaların delinmeyeceğine, mevzuatlarının sağlam olduğuna, idarecilerinin sadece temsilen değil, iş olarak da alanlarına ve kurumlarına hakim olduklarına, çalıştıklarını kurumlarının, kurumsallaşmalarına güvenmeleri konusunda bir bütün olarak devlet sistemine güvendiklerini söyleyebilir miyiz? Elbette hayır, söyleyemeyiz, söyleyemiyoruz.
Diyanette çalışan bir imama-müezzine…
Tarim bakanlığında çalışan bir memura, mühendise, teknikere..
Sağlık bakanlığında çalışan doktora, hemşireye, röntgen teknisyenine, memura..
Eğitim bakanlığında çalışan öğretmene, şefe, memura…
Maliyede çalışan memurlara, şeflere, uzmanlara…
Karayollarında çalışan, mühendislere, teknisyenlere, işçilere…
Aile bakanlığında çalışan sosyologlara, psikologlara, memurlara, öğretmenlere…
Merkez bankasında çalışan personellerimize,
Çevre ve Şehircilik’te çalışan personellimize,
Postahane çalışanlarımıza,
Emniyet teşkilatında çalışan polislerimize vb. topyekün kamu personelimize hiç kulak verdiniz mi? Bu personellerimizin içinde bulundukları devletten, kurum ve kuruluşlardan ne bekliyor, ne istiyor…?
Sadece ayın 15’inde veya ayın 1’inde maaşlarının yatmasını mı?
Devletimiz, tepeden inmeci politikalara, nerden nasıl geldiği belli olmayan idarecileri taşıyamayacak kadar tecrübe sahibi olmadı mı daha? Elbette oldu. Ankara’dan bir kervan çıkarın emri vermek güzel, emri veren de güzel olabilir, liyakat sahibi bir devlet görevlisi da olabilir, peki asıl kervanı oluşturan, kervanın yükünü omuzlayan, menziline ulaşmasını sağlayan personellerimizin derdi ne de, kervan menziline zamanında ulaşamıyor, gösterilen yolda , gösterilen hedeflere ulaşmada her daim bir sıkıntı, bir stres, bir gerginlik içinde. Neden?
“Mal canın yongasıdır”, diye bir atasözümüz var. Devlet sistemimizde mal ve malzemeden kasıt, taşınır ve taşınmaz mallar olarak ikiye ayrılır. Bir kurum binasından, kurumda bir personelin kullandığı kağıda, kaleme kadar her şey kayıt altındadır, nasıl alınacağı, nasıl verileceği, nasıl milletin hizmetine sunulacağı. Örnek, basında ve siyasi ağızlarda çok konuşulan cumhurbaşkanlığı sarayı, ak saray veya külliyesi. Yapılması kötü mü oldu? Yapılmamalı mıydı? Elbette yapılmalıydı, ancak millet ile birebir yüz yüze muhatap olan taşradaki bir kurumumuz ve kuruluşumuz da yeni bir binaya geçirilmesi öngörülerek, bu işlerin mevzuatının sil baştan, daha şefaf, daha kolay şekilde yapılmasının programı yapılarak, bir bütün olarak el alınması gerekirdi ki bu yapım işleri, ayak soğuktan titrerken, baş, kuş tüyü yastıkla hemhal olsa ne? Ayağını, elini kaybettikten sonra başın hükmü ne ki? Duyuyorum, elimizde bir sihirli değnek yok, bir bütün olarak komple kamu mallarımızı yenileyelim, çocuklarımızı deprem hasarlı okul binalarından kurtulalım, her şey sırayla.. Ancak biz sırayı karıştırdığımız gibi, tartışılan tüm konuları da siyasal mülahazalarımıza kurban ediyoruz. Etmiyor muyuz? Sizler, kamu personeliyle, bir bina ne alaka diye düşünür, bu yazıyı okumayı bırakmayı düşünürken, devam edeyim kamu personeli yapım sürecine.
Ülkemizde seçimler olur, kimi zaman tek başına iktidarlar, kimi zaman koalisyonlar. Siyasetçilerimiz genelde üst tabakadaki elitlerdir, illerimizde ekseri illerimizin önde gelen zenginleridir, ticari odalar, muhafazakar cemaatler, sosyalist dernekler, kuruluşlar, ülkücü ocaklar, illerin yerel gazete sahipleri, doğu bölgelerimizde (maraş, van gibi) aşiretler, kimi zaman terörizmin gölgesinde devlet memuru olarak atanırdı, kamu personellerimiz. Tanıdığı olmayan, akrabası güçlü olmayan, siyasi teşkilatlarda görev almayan, sendikalarda ayakçılık yapmayan, herhangi bir kesime kendini monte etmemiş milletimizin ekseri çoğunluğu da ortada kalırdı.
İşte bizim kamu personellerimiz de siyasetin gölgesinde, sen benden, bu benden değil, o olabilir, bu olamaz, bu akrabam, bu benim partiden, bu Atatürkçü, bu muhafazakar, şu; şu tarikatten, filanca komünist, filanca ülkücü diye, devlet sistemimizin merkezi olan Ankara’dan başladı alınmaya…Kurtuluş savaşından sonra ilkokulu bitirenler, daha sonraları ortaokul mezunları, lise, önlisans, lisans, lisans üstü diye ülkemiz dünya ile parelel ve çağ düşüncesine ve gereklilikleri de devlet içinde yer bulmaya başladı. Derdim devletimin ve devlet personel sistemimin geçmişinin muhasebesi değil, gelecekteki devlet ve personel siteminin hak, hukuk ve liyakat merkezli olarak yapılandırılması.
Doksanli yıllardan bir örnek;
“Vekiller, Moğultay’ın CHP İstanbul İl Kongresi sırasında yaptığı "ben, Tuncelilileri, Karslıları, Siirtlileri almayacaktım da MHP’lileri mi, RP’lileri mi alacaktım" itirafını da yeniden gündeme getirerek işin vahametini ortaya koymaya çalışmışlardı.”
( www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=105761)
İşte bu tür örnekler ve kadrolaşmalar, devletimizde bir işimizi yapmaya çalışırken adam aramaya itti. Devlet memurluğuna girerken, icazet almamız gereken güç merkezleri olduğu gösterdi. Sonradan her işimizde, devletle en küçük bir işimizde bile adam aramaya başladık, çünkü aranılan adam, iş bitirici adamların milletin çektiğinden bir haberi yoktu.
Devlette yüksek kademelere, daha büyük makamlara gelmek için de devamlı siyasi, sendikal, zengin, tarikat, cemaat, dernek, vakıf, sivil kuruluş gibi yerlerden hatırı sayılı kişiler aradık durduk, yıllarca, yıllarca… Ve ne hikmetse bu yıllar bir türlü bitmedi.
Bal tutanlar, balı tuttuğu parmağını yalamaya devam etti. Oysa biz istemiyor muyuz, balı tüm millet olarak tutalım ve baldan hep birlikte, adaletli bir şekilde tadalım, başkasının ballı parmaklarına bakarak ağzımız sulanacağına, kendi parmağımızı yalayalım. Ve kimseye ağam, paşam, başkanım, şeyhim, mollam yalakalıklarına mecbur kalmayalım ve devletimiz de bize bu yalakalığı ve sistemi bir mecburiyet diye önümüze koymasın. Ve devletimizden adil bir kamu personeli sistemi tesis etmesini isteyelim.
Peki, biz bu adil olarak yeniden düzenlemek istediğimiz sistemi, kimden talep edeceğiz, elbette yine devletimizden, elbette yine bahse konu büyüklerimizden değil mi? Peki, bu olabilecek bir şey mi? Onlar, zaten bu sistemden memnun, bu sistem devamlı onların parmaklarına pal çalıyor. Bir telefonlarıyla kanunlar değişiyor, yönetmelikler güncelleniyor, mevzuata yama üstüne yama atılıyor.. Onlar buna müsaade edebilir mi, eder mi? Onların insafına mı kaldık bir millet olarak, ne yapalım, nasıl yapalım, isyan mı edelim, yoksa boynumuz bükük yine birilerine ağam paşam mı diyelim?
Bu adaletsiz-hukuksuz ve kayırmacı sistemi nasıl değiştirelim? Bu öngörülemez ve çürük sitemden nasıl kurtulalım?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.