HEY ÖZGÜRLÜK!
FERDA-5-
’Hey! Ağaçlar, kuşlar, deniz...söyledim, çok şükür.’ dedi içinden Ferda. Omuzlarından büyük bir yük kalkmıştı. Şimdi, şurada Songül olsa; ona dese ki: ’ Valla Songülcüğüm, tamamıyla bir aldanmaydı benimkisi, fakat şükürler olsun anladım doğrusunu.’ Yarın, inşallah Songül’ü görür de bunları söylerim, diye düşündü. Kurt gibi acıkmıştı; sofrada ne var ne yok silip süpürünce, Ayten bu kızın günü gününe uymadığını endişeyle izledi. Süleyman, gidince özgürlük fazla geliyordu kızlara. Yelda ve Elif, bıraksalar televizyonda ne var ne yok, hepsini izleyeceklerdi.
Oya, kaderine küsmüştü, Mahir’den umut yoktu; ondan iyi ya da kötü bir haber beklemiyordu artık. Eğer, Mahir’den bir haber gelseydi; biliyordu ki, bu, kötü bir haber olurdu. Belki de Oya’nın tek tesellisi, onu hayatta tutan tek şey bu kötü haber ihtimaliydi. Öyleyse bir an önce bu evden kurtulmalıydı; ama nasıl? Oya, iş güvencesi olan bir mesleğim olsaydı, çeker giderdim. diyordu ya, kolundaki altın bileziğin farkında değildi. Terzilikte başarılıydı, diktiklerini herkes beğeniyordu. Fakat o, gerçek mesleğin bir devlet memurluğu olduğuna inanmıştı. tek yol kalıyordu geriye, evlenip gitmek. Uygun bir talip çıkarsa neden olmasın, demeye başladı.
Ayten’in etekleri zil çalıyor, Güzin mezun olacak. Bir kızı hayata atılacak. Güzin, stajlarını başarıyla geçmiş, başvuruları bitirmiş, artık tayin bekleyecek. Ferda’ya, seneye de sen okul kazan git, hayatını kurtar, diyordu, hem sıkıştığında Güzin sana yardım eder. Yelda heyecanlı, orta okula başlayacak, seneye Ferda’yla gidip gelecekler okula. Ayten, en iyimser hallerindeyken bile, içini buran tek kızı Oya’ya baktı; yarı merhamet, yarı öfkeyle. Hiçbir zaman yıldızının barışmadığı bu kaz kafalı kız ne zaman evlenip de gidecek.
Ferda, Faik’e ayrıldığını söylediği günün ertesi uçarak gitti okula. O gün önemli sınavlardan biri vardı. Tam okulun kapısından girdi ki, Faik yerden biter gibi karşısına çıktı. Ferda, hiç bakmadı doğruca sınıfa gitti. Faik, elinden oyuncağı alınmış bebek gibi hırçın;
’Nereye, gel buraya, konuşacağız.’ dedi.
Ferda, karşılık vermedi, yürümeye devam edip, sınıfına girdi. Musa’yla Turan sohbet ediyorlardu, özellikle onların yanına gitti. Faik, sınıfın kapısında Ferda’ya bakıyorken, Turan fark etti onu. Ferda’ya;
’ Bir problem mi var? Şu salak sana bakıp duruyor.’ dedi
’Yok, boş ver onu, bekler bekler, gider.’
’Ferda, nasıl gidiyor kitap okumalar?’ diye sordu Musa, uzun zamandır Ferda’yla konuşma fırsatı yeni bulmuştu.
’Bitti, ama bir kere daha okuyorum.’ dedi Ferda, kitabı bir türlü anlayamadığını söyleyemedi.
’Çok iyi, sana çok kıymetli bir eser var, onu vereyim, tatilde okursun.’ dedi Musa.
’ İnce Memed’i okuduğıun gibi okuma ama.’ dedi Turan, alaycı. Sonra, Ferda’nın sert bakışını görünce;
’ Tamam ne kızıyorsun, şakaydı.’ dedi. Musa, Turan’ın ne demek istediğini anlamadığı için soran bakışlarla baktı Ferda’ya:
’Yok bir şey.’ dedi Ferda.
’İstersen yanıma otur,’ dedi Turan; biraz sonra başlayacak geometri sınavını kastederek.
’Hani ben oturacaktım yanında.’ dedi Musa; ’Kaç kişilik yanın var senin?’
Üçü de güldü; sonra Musa;
’ Kısmet! Tamam, ben arkana otursam da olur.’
Ferda’nın, Turan’dan soru bakmasına gerek kalmadı. Çoğu yapabildiği konulardı; hoca son sınav diye, çok yüklenmemişti anlaşılan. Bu arada, Galip iki de bir dönüp Ferda’ya, bu ne iş, dercesine bakıp durdu. Ferda, ilk kez Galip’in uyaran bakışlarından rahatsız olmadı. Geçen hafta sonu, banyo yaparken bozkurt kolyesinin zinciri kopmuştu. Ferda, hiç üzülmeyip, masasının üstündeki diğer ıvır zıvırın yanı koymuştu onu da.
Gönül rahatlığıyla teneffüse çıktı Ferda; sınav gayet iyi geçmişti. Merdivenlerden inmeye kalmadı, Faik gene bitti yanında. Ferda şaşkınlıkla baktı ona; tamamen unutmuştu Faik’i. Hızlıca yürüyüp kızlar tuvaletine girdi. Oraya da gelemez herhalde, diye düşündü. Fakat, Faik arsızca, tuvaletin önüne kadar geldi; bir adım atsa içeri girmiş olacaktı, hatta kafasını uzatıp baktı içeri. Bir iki kız vardı tuvalette; kızlar bir Faik’e bir Ferda’ya bakıp sonra birbirlerine manalı manalı baktılar. Ferda, rezil oldum, dedi içinden. Faik’in bakışları tehdit doluydu. Bu kendini beğenmiş, peşini bırakmayacaktı anlaşılan.
..arkası yarın..
YORUMLAR
Bu roman yolculuğunda yazara yol arkadaşlığı yapmanız büyük ince lik. nuri bilge ceylan'ı bilirsiniz. onun sinema günlüğünde şöyle bir ifadesini okumuştum: ben film senaryolarını yazarken karşımda bir dostum var da ona anlatır gibi yazıyorum.
bu bir yöntem mi bilmem ama bana çok sıcak ve içten bir yol geldi. ben de yazarken bunu hissediyorum. yorumlarınızla edebi bir dostluk kurduğumuzu görüyorum. ayrıca besleyici çok şey buluyorum satır aralarında. teşekkür az olur. minnetle.
Hacer, sessiz sedasız gitti. Terkedilen sadece köy değil, Hacer’in bahtsızlığıydı sanki. Geçen hafta sonu okumuştum hem Dolunay’ı hem de İncir Ağacı’nı. “Hacer” olmayı çok güzel vermişsiniz; üzüntüsünü yaşadım ben de, içimdeki sızıyla.
Oya’nın durumunu kanıksamıştık, Hacer’le yine hatırladık. Sonraki bölümlerde de aynı kanıksama sardı yine. Ta ki, Mahir’e ulaşmanın yolu olarak “sakıncalı kitap”tan umduğu medetle başına gelenlere kadar.
Bugün biraz teknik şeyler yazmak istiyorum.
Romanı renklendirmesi daha doğrusu okuyucu ilgisini canlı tutabilmesi açısından “çatışmalar” yaratmanız çok iyi. Kendi adıma, hiç sıkılmadan dahası oldukça zevk alarak merak içerisinde okudum son yedi bölümü.
Süleyman’la ilgili bölümlerde hiç de didaktik dile düşmeden, ölçülü ve haklı tepkiler vermiş kahramanlar. Bu da yazar için önemli bir artı olmuş. Romanda bir figür olmayan anlatıcının kendi fikirlerini okurun gözüne gözüne sokup, taraf olma hali hep rahatsız eder beni. Zaten pek istenilen bir durum da değildir, bu.
Tasvirler yine çok güzel. Sahneler okurun aklında ustaca canlandırılıyor. Acaba diyorum; bir anlatma değil de sahneleme tekniği olarak ‘diyalog’ ve ‘ayrıntılı eylem’ öğelerine daha çok yer verilse nasıl olurdu? Bunu denediniz mi? Yani, ham halindeyken bu tür öğeler üstünde çalıştınız mı?
Diyalogla ne kastettiğimi anlamışsınızdır. “Ayrıntılı eylem” için, “Karanlık sularda, fırtınadan fırtınaya gezmekten iyice çatırdamış, batmak üzere olan bir gemi gibiydi Ferdaların evi.” “Ayten ortalarda, deli danalar gibi koşup, güya iş yapıyor, ama kimseyle konuşmuyordu.” gibi bölümleri kastediyorum. Yani sahnelemeden çok anlatmayı vurguluyorum.
“Meçhul aşık” bir an için aklıma şalvarlı delikanlıyı getirmedi değil. Hani, Çehov’un tüfeği var ya, o aklıma geldi; işte, tüfeği kullanıyor, dedim.
“Kargalar, tarlaların ağalarıydı sanki; simsiyah kostümleriyle şehre hiç inmedikleri için köylü sınıfına aittiler. Güvercinler şehirliydi; çünkü kasabanın meydanındaki alana inip, inip kalkarlar, yem verecek bir çocuk veya bir yaşlıyı beklerlerdi. Kumrular da, saçaklarda tüneyerek, süslü balkonlardan etrafı seyreden zenginlere benzediklerinden sosyete sınıfına dahildiler.” Bu bölüme bittim. Çok çarpıcıydı.
Eğer, okuyucuda merak yaratılamazsa o eserden hayır gelmez, diye düşünüyorum.
“Önlüğünün altında portakal rengi pantolonu; ütülü ve pırıl pırıldı.” Bu cümleye kadar Ferda’nın ne karar vereceğini bilemedim ve merak içinde bekledim.
Anket defterinin parçalanmasına tepkisi umduğumdan az oldu, Ferda’nın. Öyle ya, artık lise bitiyor. Liseyle beraber defter faslı da kapanıyor. Böyle hissettim.
Postmodern başka bir deyişle, günümüz romanlarınyla klasik romanlar arasındaki en büyük fark: ‘Gösterme’ öğesinin, tekniğinin daha çok kullanılmasıdır, diye düşünüyorum. Aslında edebiyatçıların genel fikridir, bu.
‘Gösterme’ için üç silahı vardır yazarın: İç Konuşma-Bilinç Akışı ve Flashback (Bütüncül geri dönüş değil, Kısmi geri dönüş).
Bunları romanınıza müdahale için değil, paylaşmak için yazdım. Zaten siz biliyorsunuzdur. Aslında sizin edebiyat okuduğunuz duygusu uyandı içimde.
Sağlıcakla,