- 441 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Müziği Susturdum
Müziği kapadım az önce. Beni sürükleyen dalgaları ardımda bırakıp kıyıya vurdum kendimi. Odamdayım yine. Geri döndüm tastamam… İki dakika önceye kadar çok ötelerde uçuşup duran; bu odadaki eşyaları, duvarları, kitapları çok uzakta bırakıp müziğin ritmine uyan bir gölgemsilikte, sınır çizgileri belirsiz, her an yeni şekillere bürünebilecek nesneler arasında salınıp duran ruhumu geri çağırdım evine. Yerinden öyle memnundu ki, çekiştirmek zorunda kaldım kollarından. Zihnimin içerisindeki dünyayı övüp durdu bana. “Burası çok daha güzel!” dedi. “Orası gibi boğmuyor beni. Bir sürü penceresi var…”
“Ama hep bu odada kalmayacağım ki ben!” dedim ona. “Dışarıda senin bayıldığın o yerdeki gibi bulutlarla çevrili değil hiçbir şey… Kazara bir değmeye gör onlara, hemen gerçekliklerini çarpıveriyorlar yüzüne. Temas ettikleri yerde koca koca izler bırakıyorlar. Yani bu müziği susturmazsam ve onun seni gönlünce oradan oraya savurmasına izin verirsem; sonra dışarıda da onu duymaya devam eder, saydam şeyler olarak görüp içlerinden geçmeye kalkarsın duvarların.”
“Hangi tür müzikten hoşlanırsın?” diye sormuştu bana bir gün, sevgilim. Donup kalmam karşısında şaşalamış, koca bir kahkaha savurmuştu sonra. “En son ne zaman birini doğradın diye sormuşum gibi bakıyorsun!” demişti.
O yerinden kolay kolay kaldırılamayanlardandı çünkü. Ayağı yere çakılıp kalanlardan yani… Değil güzel bir melodi, istersen koca bir vinç getir, o kararlı duruş karşısında birkaç saniyeden fazla direnemez, çeker giderdi önünden. Ya da gitmeyecekse de en azından onun kararlarına saygı duyar, yerinden ne zaman kalkıp kalkmayacağını belirlemek gibi bir hadsizliğe asla düşmezdi. Yani o hangi müzik türünden hoşlanırsın derken, bir tür düşmandan söz etmiyordu kesinlikle. Aksine, ılık bir temas bırakan bir şeyden söz eder gibi gevşiyordu yüzü hemen… Kendini insafına bırakabileceği kadar güvendiği bir dost buluyordu onda sanki. Bu yüzden hiç direnmiyordu o kendisini bir yere götürmek istediğinde. Gerektiğinde geri dönebileceğini biliyorsa, ya da şöyle demek daha doğru belki; az önce terk ettiği, geri dönmek isteyeceği kadar içinde kendini iyi hissettiği bir yerse… bir süreliğine uzaklaşmanın ne gibi bir sakıncası olabilirdi ki zaten?!
Mesele de buydu ya! Eğer gidecek olsam buralardan, evimin gölgesinin vuramayacağı kadar uzaklara atabilsem kendimi… Çekim alanının dışına çıksam yani; bana çok aşina, ılık rüzgârlar estiren şeylerin… dönmek ister miydim geriye, gerçekten bilmiyorum.
Dönmek isteyenler, dünyanın bir ucuna da gitseler arkalarında bıraktıkları o yeri özlerini içinde saklayan bir mahfaza gibi gerçek evi belleyenler yani, özlerinden memnun olanlar… Ne kadar uzaklaşsalar da oradan esen ılık bir rüzgârı peşlerinden sürüklerler daima… Ne güzel bir melodi, ne büyüleyici bir gülüş; ne de sihirle dolu, mucizelere inandıran herhangi bir şey alıkoyamaz onları evlerine dönmekten. Evet, sürüklenirler sürüklenmesine o şeyin peşinden, bir süreliğine gerçekliğin dışına çıkar, duvarların içinden geçebileceklerine inanırlar onlar da. Çalan müziğin giydirdiği o elbise içinde tanımlarlar dünyayı. Daha doğrusu o müziğin bu büyüyü yaratmasına izin verirler. Ve aynı şekilde kendilerine de izin verirler kısa süreli bir mola için… Hayatı yumuşatan loşluklara, gölgelere de ihtiyaç vardır çünkü bazen. Bir kahve keyfi molası vermeye…
İşte sevgilim bana o soruyu sorarken bu türden bir dinlenme an’ını kast ediyordu aslında. Öyle anları doldurduğum müziğin ne tür olduğunu öğrenmek istiyordu sadece. Gözlerden uzakta olmanın rahatlığıyla, ruhumun sere serpe ortaya döküldüğü o keyif anlarının fon müziğini… Oysa müzik çoktan susmuştu benim dünyamda. Ara sıra benim de odamdan melodiler yükselebiliyordu gerçi. Ama duygularımı harekete geçirmeyecek kadar zevkim dışında kalan, diğer sesleri örtmeye yönelik bir perde olarak… Kitabımı okurken yakınlarda bir yerde çakılan bir çivinin gürültüsünü odamdan uzak tutmaya yarayan bir tür barikat…
O günden sonra bu konuda hiç konuşmadık. Sessiz bir anlaşma yapmıştık: Ben müziğin onun yaşamındaki yerine karışmayacaktım, o da benim müzikten uzak durmama… Tabii bu uzak duruş kendi başımayken geçerli olabiliyordu sadece. İnsanlar müziksiz yaşayamıyorlardı sanki. Onsuz ritimleri bozuluyor, yalpalıyorlardı. Bu yüzden nereye gitsek bol bol nasiplenmek durumunda kalıyordum ondan. Ama bu durum çok da rahatsız etmiyordu beni. Müziğin o alıp götüren dalga etkisinin gerçekleşmesini sağlayan bazı koşullar vardı çünkü. Onlar da çoğu zaman olmuyordu sevgilimle gittiğimiz yerlerde. Çünkü genelde hep gündüzleri çıkıyorduk dışarı, dolayısıyla da hafta sonları. Geceyle bir aradayken o hoş melodiler tam da ölesiye korktuğum o etkiye kavuşuyordu çünkü. Gece de tıpkı yalnızlık gibiydi. Kafanın içinden yükselen fısıltılar netleşiyor, kaçmak istediğin duygularla yüzleştiren bir aynayla karşı karşıya kalıveriyordun. Nadiren de olsa gece çıktığımızda büyük bir savaşım vermem gerekiyordu bu yüzden.
Şarap içer gibi yudum yudum mayışmaktan, şekilsizleşmekten, yayılıp durmaktan korkuyordum belki. Oysa böyle yerlere neden giderdi ki insanlar sevdikleriyle? Ya da neden âşık olurlardı? Biraz bulutla örtmek için değil mi her şeyi? Biraz tozpembe bakmak dünyaya, grileri es geçmek…
Yine böyle gecelerden birinde zenci şarkıcının sesi kadifemsi bir örtüyle ılık ılık sararken üzerimizi; aynı tedirginliği hissetmeye başladım birden. O loş ışık, içkinin ağırlaştırdığı devinimleriyle zamanı çekiştirip yavaşlatan gölgemsi insanlar ve yüz hatlarını belirsizleştiren bu ışıkta durmadan konuşarak yüzünü sesiyle yeniden çizen sevgilim… Gerçekten de işe yarıyordu sesiyle bana kendini hatırlatıp durması… Burada unutmak o kadar kolaydı ki çünkü! Belirgin şekillere düşman bulutlar kol geziyordu etrafımızda. O yüzden onları yaran birkaç ışık huzmesi gerekiyordu ille de, arkalarında var olan gerçeği görmek için. Çünkü eğer orada olduklarını unutturan bu büyüye kendimizi bırakır, o loşluğun bir parçası olursak bizi gün ışığına düşman ederdi karşılaştığımız dünya. Usul usul içine girip bedenimizi ısısına güç bela alıştırdığımız denizimiz birden soğuklaşır; hiç hazırlıksız, aniden içine düştüğümüz hırçın dalgalardan ibaret hale gelirdi.
“Yine kıpırdanmaya başladın yerinde.” dedi sevgilim. “Az sonra ‘kalkalım mı’ diyeceksin.”
Birkaç saniye elleri arasında kadehini çevirdi, şaşkınlığımdan sıyrılmam için zaman tanıdı bana… Ve beni beynimden vuran o sözleri söylemeye başladı birden: “Müzikten ve şaraptan korkuyorsun çünkü… Ve loşluk yaratan diğer şeylerden, en başta da aşk denen şeyden… Güvenmiyorsun çünkü onlara. ‘Müzik susarsa’ diyorsun, ‘şarap etkisini yitirir, gerçeği görmeye başlarsam’… O yüzden sıkı sıkı kapıyorsun ya kulaklarını müziğe! Onları kapayamadığında sen de ruhunu kapıyor, daha beter duyulmaz ediyorsun müziği. Şarabı ölümcül bir iksirmiş gibi güç bela yudumluyorsun. Yudumladıkların dudağını ıslatmakla sınırlı kalıyor. Aşka da aynen onlar gibi yaklaşıyorsun. ’Ya bırakırsa beni, ya onun büyüsünde yok olmuş gibi görünen pürüzler netleşmeye başlar, ben önceki gibi yaşayamaz olursam onlarla?’ diye… Belki de en çok aşka güvenmiyorsun bu loşluk yaratan şeyler içinde. Çünkü en çok ona karşı koymakta bu kadar acizsin… Bir tek onun karşısında hükmedemiyorsun ruhuna. Bu yüzden de en çok onun günün birinde çekip gitmesinden korkuyorsun, o yokken parıltısından sıyrılmasından tüm renklerin… İşte bu yüzden kalkalım mı diye soracaksın az sonra. Aşk seni bırakıp gitmeden önce sen çekip gideceksin. Bu yüzden de görünürde kendini ona bırakmış gibi olsan da aslında hep tetikte kalan bir yanın olacak daima, güçlü dalgalara karşı durmanı sağlayabilecek kadar sağlam basan bir ayağın… Aynen şu kadehi ürkekçe dudaklarına götürürkenki gibi davranacaksın aşka da. Asla gerçekten yudumlamayacak, şöyle bir değip geçeceksin.”
Karşılıkta bulunmama fırsat vermeden hesabı istedi, toparlanmaya başladı hemen. Buraya gelirken yolda arabanın radyosunu kapamıştı birden. Dünyaca ünlü bir şarkıcının en popüler şarkılarından biri çalıyordu tam da. Neden kapattın diye sormak istedim, hatta sormak için ona döndüm. Ama ikimiz de öyle iyi biliyorduk ki aslında cevabı. Yüzündeki acı tebessüm de bunu söylüyordu zaten…
Şimdi hesabı öderken, aynen o tebessüm vardı yüzünde. “Müziği susturdum!” diyen… “Korkma, duymayacaksın artık onu!”