- 997 Okunma
- 7 Yorum
- 1 Beğeni
'çok okunmayanlar'
Müstakil Evin Salonu
Nebahat Hanım konuşuyordu. ‘Oğlum doktor olacaktı, doktorluk istemedi, gitti yavrum mühendis oldu. Yazık etti kendine.’ Çok seneler öncesinin tanıdık bir lafıydı bu. Adem’in halası da Adem’in doktor olmasını çok istiyordu. ‘Boylu poslusun, giydin mi beyaz gömleği, sana ne de güzel yakışır!’ Adem uzun bir süre düşünmedi bunu. Öylesine bir cümle gibi gelmişti ilk başta ama yıllar sonra ‘doktor olabilir miydim’ diye sorguladı. Olmadı. Hiçbir şey olamadı. Nebahat Hanım çayı demledi. Sonra kanepeye geçti. Tansiyonu düştü. Tansiyonunu ölçtü Vildan. 8’e 4. Çok fena. Oysa ne güzeldi 12’ye 8’ler. Vildan korkuyordu ancak Nebahat Hanım ‘sakin ol’ dedi. Bugün yine az su içmişti. Genelde su içmezdi. Su çok içince midesi bulanıyordu. Yıllardır böyleydi. Vildan’a ‘hamile kalırsan kız, ilk altı buçuk ay filan çok fena olursun, benden demesi’ tarzı, kaygılandırıcı bir uyarı yapmıştı. Bu bir nevi hamile kalma demekti. Bir nevi evlenme demekti. Bir nevi üreme, bir nevi kaybol, bir nevi imzanı atma şu aptalca hayatına. Vildan üşüdü. Vildan tekrar üşüdü. Yaz sıcağında üşümekte nedir? Herkes deniz kenarında eğlenirken, hırka üzerinde, televizyon karşısında oturmakta nedir? Vildan’ın çok üzerine geliyorlar: Evlen. Vildan evlenirse ahali rahatlayacak. Bakkal Rıfkı artık on kuruş yerine sakız vermeyecek. Fırıncı askıda ekmek meselesine cebinden para koyacak. Hırdavatçı hortumun metresini daha ucuza verirken, paslı çivileri de çöpe atacak.
Hırdavatçı, Sıhhi Tesisat, Duvar Yapılır
‘Durmuş abi, hayırdır, keyfin yok bu aralar, iyi misin?’ Durmuş nasıl iyi olsun, başı hipotansiyonla dertte. Canı sıkılıyor. Dükkânın kirası, vergisi derken, bir de oğlanın işsiz kalışına üzülüyor. Yirmi dokuz yaşında, iki üniversite mezunu oğlu hala işsiz. Arada ufak tefek işlere girmiyor da değil. Tekstil mühendisliği okuduktan sonra birkaç fabrikada çalışsa da, sanayi ortamı onu bunalttı. Açık Öğretim meselesi, İşletme bitirince bir an için kendini Vergi Müfettişi, Gelir Uzman Yardımcısı, Gümrük ve Ticaret Denetmen Yardımcısı, Defterdarlık Uzmanı, İç Denetçi, Vergi İstihbarat Uzmanı; bunlar olmadı mı, o zaman Kaymakam, evet, Kaymakam olabilirdi. Sınav ücreti istemiş babasından. ‘Oğlum, o kadar sınav ücreti mi olur? O bizim bir aylık ekmek paramızdan daha fazla.’ Durmuş abi yine de oğluna kıyamamış, Kaymakamlık sınavı için gereken parayı vermişti. Ali Osman yine de umutluydu. Bir gün cami duvarına yaslanmış, arkadaşı Ulvi’yle iş meselesini konuşuyordu. Ulvi boylu poslu, gür sakallı, insanı korkutan bir yapıya sahipti. ‘Oğlum, üzülme, bir yerden kısmetin çıkar kardeşim ya, yapma böyle’ derken Ali Osman daha fazla üzülüyordu. Ulvi’nin de işleri pekiyi gitmiyordu ama Ali Osman’ın durumu onu fazlasıyla üzüyordu.
Yatak Odası
Mehmet yastığını yatağın başlığına dayamış, sağ elinin işaret parmağıyla alnını kaşıyıp duruyordu. Sümeyye dişlerini fırçaladıktan sonra, boynuna sürdüğü mentollü kremin kokusunu gidermek için banyoda havluyu ıslatıp, boynunu silmişti. Aynada gördüğü resim kendisine aitti. Tamamen kendisi. Mehmet’in sesini duydu:’ Bana bir bardak su getirsene.’ Kaba şey. Hep aynısını yapıyor. Oysa iki kibar kelimeye bakar, üslup önemli. ‘Canım, bana bir bardak su getirir misin?’ Canım da yokmuş. Memduh öyle söylüyor. ‘Karına canımlı cicimli konuşmayacaksın, konuşursan başına kalkar.’ Neyi kalkıyor? Memduh söylemiyor. Elkızı, dikkatli ol işte. Mehmet’te aynı stratejiyi kullanıyor ama Sümeyye zaten gün boyu evde. Tek istediği akşam eve gelince kocası, ondan biraz güzel sözler duymak. Mehmet bazen ekmeği karısının eline vermeden, dudaklarına yumuluyor. ‘Tamam, bu da olsun ama iki güzel söz’ diyor Sümeyye.
Müstakil Evin Bahçesi
‘Bizim Nuran’ın oğlu vardı ya, hatırlıyorsun değil mi Vildan, o işte, canım benim, o da iş bulamamış.’ Vildan bir an korkmadı değil, Ömer’i biliyor. Nuran’ın oğlu Ömer. Mahallede lakabı çirkindi. Tabi, en son yedi sene önce görmüştü. Kim bilir şimdi nasıl. ‘Ömer olması gerekiyor adı, Ömer’di, Ömer, zavallım iş bulamadı, kafayı yedi. Psikolojisi bozuldu. Anne baba ayrılar. Babasının pansiyonu var Anamur’da. Yazları gel burada çalış demiş çocuğa da, sen öğretmenlik oku, boşta kal. Olmuyor işte canım, kadro vermiyorlarmış.’ Vildan bunları biliyor. İnternet denen bir şey var. Giriyor, her şeyi öğreniyor Vildan. Vildan bazen otuz yedi yaşında, bazen de on yedi yaşında gösteriyor ama değişmeyen iki gerçeği var: Saçları ve göğüsleri. Saçlarını gören bir arkadaşı ona ‘kızım bu şeytansaçı gibi, az uzat saçları, yapma gözünü sevdiğim’ demişti. Göğüsleri de daha evlenmeden, elin adamı sıkıp, oynaşmadan, bebek yapıp da emzirmeden sarkmış. Vildan’da göçmen kızı. Nebahat Hanım Yörüklerden. Dil kursunda Vildan’a sormuşlardı:’ İlk göçenler mi?’ Vildan’da tık ses yok. Vildan, alo, bizi duyuyor musun? Duyuyor ama cevaplayamıyor. Ses yok, başını sallıyor evet manasında. Soruyu sorandaki sebep şu: ‘İlk göçenler Müslümanlar, dini mübinlerdi. Sonraki göçenlerde çıplaklık, ahlaksızlık diz boyu. Domuz eti bile yiyorlar be ya!’ Vildan duymak istemiyor bunları: ‘Herkesin dini, inancı kendine kardeşim. Beni karıştırmayın.’ Dil kursu, peh! Dedikodu kazanı. Vildan bu yaştan sonra İngilizce öğrensen ne olacak? Bandırma’ya turist mi geliyor? Biraz aşağılara doğru, haydi kayık bulun, sandallar fora olsun, bu olmadı, böyle değildi. Nasıldı, bir şey foraydı ama ne? Edremit’e yaklaşınca üst bikiniyi açıp, sahilde güneşlenen genç kızlara denk gelinebilir. Peki, biraz kuytu köşelerde iki soğuk bira dibince çöküp, kızın dudaklarına hayvan gibi yumulmuş delikanlılar. Liseyi bitirmiş kıvancıyla, on sekiz yaşına girmenin artık sayılı günlere baktığı genç kızlık yalnızlığı. Akordeon çalıyor. Burası sahilin neresi? Çingene değiller. Roman lafı gıcık, onlara kimse Roman demiyor. Git Romanya’ya, görürsün Çingene güzellerini. Donları bile bir enstrüman çalıyor. Aşık olursun o hüzünlü bakışlarına. Kirli pabuçları. Düztaban ayakkabılar. Rengârenk eteklerinin altında sıcacık baldırları. Gel de at pazarından Pezevenk Şero’dan bir kız ayarlama! Ah Hasret abla, mahallenin en güzel kadını! Gel de onun ağzıyla hikayeler dinleme. Sesi kulaklarını yalıyormuş gibi hissederdi insan. Milli marşı polise selam vererek çalan delikanlıların avuçları arasına dökülen kerhane kolonyası kokardı evi. Ne çok gümüş severdi! Gümüşlü salon, gümüşlü vitrin, gümüşlü komodin, gümüşlü ayna, gümüşlü Hasret abla. Vildan memnun değil. Keşke komşu olmasaydı Nebahat Hanımla. Hem tek yaşamıyor ki! Nerede ıslak ağızlı, süt kuzusu?
Sahaf
‘Remzi’ye söyledim ben, binden fazla kitap gelecekmiş, yer açmamız lazım biraz raflarda, üst üste koyunca kötü duruyor, kitabın ne olduğunu anlamıyoruz.’ Sedat kurt olmuş ama tabi, ihtiyar kitap aşığı Ermeni Tatevos gibi olması için çok fırın ekmek yemesi lazım. O kadar sene, belki on binlerce kitap okumak hangi insan evladına nasip olabilir? Tatevos, lakabı bir ara yarım Müslüman. Tam bir tiryaki, yalnız ramazan geldi mi dudağında sigara görene aşk olsun. Su bile içmez. Ahali onun da oruç tuttuğuna inanırmış ama birkaç defa iki üç tane ağzına zeytin attığını görmüşler gün içinde. Yarın dünyada olmayacak gibi yaşıyor, ihtiyar delikanlı Tatevos. Nana teyzeyi kaybedeli sahi kaç yıl oldu? Pişmaniye saçlı Nana teyze. Lokum gibi kadındı. Kısacık boyuna rağmen güldü mü mahalle gülerdi. O güldü mü şehir de canlandır, o gün rast giderdi balıkçıların işi. Küsler barışırdı. Sahi, küslerin barışmasını ne çok isterdi! Mahallede iki genç vardı. Ufak bir meseleden küsmüşlerdi, dargın kalmışlardı da, Nana teyze olayı tatlıya bağlamıştı. Neymiş efendim, bizim sert oğlan Kamil, bu iş olmayacak diye kahvede arkadaşlarına atar yapmış, gelmiş evi önünde mahallenin gülü Türkan’ın kalbini kırmış. Ah Türkan, çokta güzel değil derler ona ama gönlü güzel. Türkan aynada kendine bakarken ağlarmış bazı günler. Kamil’in leylası, kim ne diyebilir ama sırf kız kırılmasın, milletin ağzına düşüp, sakız gibi çiğnenmemek için bir yalan bulmuş, kızın kalbini kırmış. Kızın annesi, Türkan’ın annesi, Kamile Hanım’da muzdarip bu gönül işlerinden. Nana teyzenin cenazesinde Türkan nasıl da ağlıyordu, başında siyah, mat bir siyah eşarp. Sahi, bu eşarpları nasıl da buluyorlar hemen! Türkan tamamen siyah değil. Ah Türkan, mahallenin gönlü güzeli, yüzüne ne bakarsın, Kamil sevmiş ya, hem kadın gibi kadın oldu sonra, iki çocuk, ne ala, iki çocukta Allah’a şükür sağlıklı, Türkan’da da bir kalça var ki, iki doğum sonrası iyice yerleşti, erimiyor da artık yağlar. Kamil hoşnut bu durumdan. Şikayet etmiyor. İlk evladı Serkan’la beraber eşinden emdiği süt aklına geliyor. İlk başlarda komik gelmişti. Bebekken annesinden emdiği sütü, şimdi eşinden emiyordu. Ne garip bir tat, ekşimsi, az daha kalsa göğsünde bozulacak gibi. Bir gün damağıyla annesinin meme ucuna yapışan Serkan, annesinin dört gün boyunca zor geçecek meme ağrısına gark eyleyecekti. Bu durumdan Kamil de pek memnun olmayacaktı. İşte, Serkan, yedi kilo yüz elli beş gram. İlk çocukları. Anne sütüyle beslenmeyi çok seviyor. Zaten altı aylık. Kız çocuğu olsa belki konuşurdu bir iki kelime. Kardeşi Serpil bu tezi doğrulatmıştı. Altı buçuk aylıkken Serpil ‘anne’ diyordu.
Hırdavatçı Ali Osman
Baba mesleğidir deyip geçmemeli. Kredi çekelim dedi Ali Osman. Babası köydeki tarlayı sattı. Kirada bulundukları dükkanla, yanda devren satılık kuruyemişçinin dükkanı da satın aldılar. Bu aralar meyve veren tarla gerçekten değerli oluyor. Devren satılık kuruyemişçi olayı biraz sakat gibi dursa da, sonradan tüm ayarsızlıkları Ali Osman düzeltiverdi. Bir ara ‘uyducu açsaydık’ diye düşünse de, bu büyültülmüş yeni dükkan bereketli gelmişti. Toplu iş alımı yapmışlardı. İki tane meslek lisesi çıkışlı genci de yanlarına eleman olarak almışlardı. Babasıyla beraber Ali Osman dört kişi çalıştıran bir dükkanın patronuydu. Küfrediyordu Kaymakamlığa!
Yatak Odası Penceresi
‘Uzun zaman oldu, çok uzun zaman.’ Espri gibi gelen o ilk günler sonrası, artık Sümeyye’de, Mehmet’te biliyor: Sorunları var. Mehmet uzun zamandır isteksiz, erekte olamıyor bir türlü. Her şeyden önce gerçekten arzulamıyor Sümeyye’yi. Daireye gelen kadınlardan biriyle çıkmaktan korkuyor. Evli erkekler gerçekten de şanslı oluyor piçler! Dairede bekarken yüzüne bakmayan kadınlar, şimdi etrafında dört dönüyorlar. Daire başınıza çalınsın e mi! Bir gün öğle arasında müdür muavininden iki saatlik izin alıp, kadının söylediği otele, o otelin içerisindeki oda numarasının çakılmış olduğu kapıya kadar geldi. İçeri girse, Sümeyye’den daha güzel fiziğe sahip bir kadınla beraber olacaktı. Pislik! Namusuz! Kavat! Evli erkekler zina yapınca öldürülmesi de şeriat usulüyle bilinir ki, kati olarak şarttır. Şeriatçı filan değil, namaz kılar, sünnetleri bırakır. Kuran da bilir bilmesine ama bir Yasin de bir saatten fazla sürede okunmaz ki! Beş dakikalık işi var Yasin’in. Girmedi. Kadına mesaj attı: ‘Yapamayacağım, lütfen seninle alakalı değil. Yapamayacağım.’ Mesajı okurken kadının aklından geçenleri Mehmet bilmiyordu elbet ama gerçekten çok acı şeylerdi. ‘Ben, ben metresin miyim sizin? Sizi gidi namus bekçileri, gözlerinle beni soyarken iyiydi. Tabi, sen şimdi namuslusun, ben orospu öyle mi?’ Mehmet hiçbir şey bilmiyor, duymamış gibi yapmalı. O kadın tekrardan gelecek. Mehmet’in gözlerine, gözlerinin içine bakacak. Bırakılmış bir kadın gibi, yarı yolda koyulmuş bir kadın gibi. Oysa boşandığı eşiyle yaşarken bir kez olsun merak edip, giymediği jartiyerlerden alıp, giymişti. Tangayla slip külot arasında gidip gelmişti. Pamuklu, siyah külottan yine de vazgeçmedi. Jartiyer hem daha güzel duruyordu böyle. Kıçının yanaklarının açıkta kalması garip gelmişti. Bu yüzden tanga lanetli bir cin olarak kalmalıydı. Sümeyye’nin boynu hafifte olsa mentollü krem kokmaya devam ediyordu. Mehmet’in burnu çok hassastı. Kokuyu almıştı. Yastığını tekrar asıl yerine koydu. Başını yastığının üzerine serbest düşmeyle bırakırken, başını eşinden ters tarafa çevirdi. Sümeyye’nin gözleri doluyordu. Yine aynı şeyleri yaşıyorlardı. Mehmet ona sarılıp, uyumayalı çoktan ayı devirmiş, belki de iki ay olacaktı. Niye? Neden? Ne için? Beni beğenmiyor musun artık? Lanet olasıca şu mentollü krem mi sebep benim yüzüme bakmayıp, arkanı dönüp uyumana? Yüzüm, yüzümde sivilce, çıban, dudaklarımda uçuk, yara bere yok. Siyah lekem vardı iki tane, onları da bantla çekip aldım. Bak, bana bak, yüzüme bak. Canım. Eşim. Kocam. Lütfen, arkanı dön. Bana bak. Yüzüme bak. İlk günlerdeki gibi, gül bana. Çözelim, bir sorun var, farkındayım, onu merak ediyorum. Sorun ne? Neden uzaksın bana bu kadar. Birkaç kez ben sana sarılmayı denedim ama utanıyorum. Korkuyorum da. Ya kızarsan, ya ters bir harekette bulunursan, kalkıp salona gidersen? Ben burada yalnız kalınca, sen mutlu olacak mısın? Mutluluk hem bizim elimizde değil miydi? Canım. Eşim. Kocam. Yüzüme bak. Karına bak. Komik geliyor, avradınım demek, ama benin avretin değil miyim? Saklın, incin, ak pak hayallerin. Mehmet, dön, yüzüme bak. Lütfen, iki tatlı söz söyle. Suyunu da içtin. Suyunu içerken dudağını değdirebileceğin her noktayı öptüm sessizce. O bardak var ya canım, içerken aslında dudaklarımın izine de dokundun dudaklarınla. Sevgilim. Eşim. Yapma lütfen. Dön arkanı. Dön yüzüme bak. Seni seviyorum demesen de olur, bana gülümse, sar beni, sarıl bana biraz. Mehmet. Yapma, böyle yaptıkça ikimizden de hep bir şeyler eksiliyor. Canım. Eşim. Kocam. Mehmet, kurbanın olayım yapma. Beni ağlatıyorsun. Mehmet. Lütfen. Dön arkanı. Dön. Yüzüme bir bak. İstiyor musun, çocuk mu istiyorsun? Yapalım o zaman. Hadi. Dönmen yeterli değil mi, yüzüme bakman. Canım. Dön, lütfen dön bak yüzüme.
Cenaze Dolayısıyla Sahafımız Bugün Kapalıdır
Nana. Bereketim. Nefesim. Kutsal, anuşum. Tanrı senin güzelliğine mi hayran şimdi? O elbette senin gibi çok yaratabilmeye muktedir. Ben geldim Nana. Bagiş oldum, bagramın taşmıştı sinemden. Ey Aruşanım, geldim, sana geldim. Tanrım affet. Senin rızanı arayıp durdum ömrüm boyunca. İyi insan olmayı diledim. Oldum, olamadım, senin kanaatin, ancak ben senin kullarına karşı şefkatli olduğunu biliyorum. İyilik senden. Ey yüceler yücesi, sonsuz gücün sahibi Rab, artık canımın da yalnız senin alabildiğini görebiliyorum. Gözlerim kapanıyor. Ruhum, işte ruhum şu kabından çıkacak. Nasıl hüzünlü bir son. Ömrünü geçirdiğim bu bedeni oysa ne severdim gençken. Sahaftakiler konuşuyor. Biri Muş’lu. Tatevos efendiyi yeni tanımıştım ancak bizim büyüklerimizin konuştuğu bazı kelimelere denk gelince ara sıra, heyecanlanmadım değil. Kilise de tören yapılacak. Herhangi bir cami bile olabilirdi. Ah Tatevos efendi. Beni yüreklendirir dururdu. ‘Yaz oğlum, yaz evladım, bir gün gelecek, sen de büyük yazar olacaksın.’ Güler, ‘çok şakacısın be Tatevos efendi’ derdim. Van’dan, Erzurum’dan, Ağrı’dan bahsederdik. Ayrı düşmelerden, ayrı kalınca çekilen hasretlerden, ölümlerden, hastalıklardan… Ne iyi insandı Tatevos Efendi, kimseyi üzmezdi. Saygılı, dürüst bir insandı. Ermeni diye dışlayanlar da olmadı değil, salyangoz lakabını takan birkaç adam olmuştu, darbe sonrasıydı. Bir ara iyice tehlikeli olmaya başlamışlardı ama Özal gelince bunlarda yapacak başka işler buldular da, Tatevos efendiyle uğraşmaktan vazgeçmişlerdi. Ben daha küçüktüm, dayım detaylı bir şekilde sonradan bana anlatmıştı. Orhan Veli’yi ayrı severdi. Yanlış hatırlamıyorsam, ‘Veli’ derdi, ‘derdi bir, hissi bir, bir garip Veli, ördü bizim kalbimizi aşkla, ansızın bir garip gibi gitti.’ Karıştırıyor da olabilirim, kelimesi kelimesine olmasa da, Tatevos efendi için Orhan Veli ayrıydı. Ayrıca piyano çalan bir arkadaşım vardı. Kimi zaman bana işaret eder, onu yanımda görünce iki işaret parmağını yan yana getirip, birbirine sürterdi. ‘Yok’ derdim, ‘bundan bana yar olmaz’ derdim. Üzülürdü cümle dolu bakışıma. İroniyi de pek severdi. Bir ara sahafta onun fikriyle tabi, ‘çok okunmayanlar’ rafı hazırlanmıştı. Gerçekten de şifalı bulduğu kitaplardan ayrı bir mekan var etmişti. Harika bir akıl ürünüydü. ‘Çok satanlar, çok okunanlar’ ibaresine zıt olarak, daha dikkat çekmesi adına ‘çok okunmayanlar’ halı hazırda sahaf içerisinde bulunuyordu. Bir gün bana ‘senide orada misafir edecekler’ diyerek, rafı işaret ediyordu. İyi gülmüştüm. Nükteli adamlar başkadır canım. İyi güldürmüştü beni. Canına bereketti. Ömrüne bereketti. Olmadı. Nana teyzeye olan hasretliği mi demek lazım, yoksa kaderin tecellisi mi bilinmez, onların usulüyle gömülürken bile yüzüne son kez baktığımızda, gülümsüyordu. Nana’sı onu bekliyordu.
YORUMLAR
Sizin öyküleriniz benim her zaman favorim olmaktadır. Yine çok iyi bi öyküydü. Paylaşmanız vesilesiyle bu güzel yazınızı okumak imkanım olduğu için mutluyum...Konuyu işleme şekliniz ve tarzınız okumaya keyif katmakta. Güzel paylaşımınıza,edebiyata verdiğiniz emeğe ve yaşattığınız okuma keyfine teşekkürler... Tebriklerimle... Saygıyla...
HakkınSesi
derme çatma barınak yaptım. Putin güvenli, sıcak yerde artık ama Vildan ne yapıyor ciddi? Bandırma'da mı yoksa herhangi bir yerde mi şimdi?
bir bilsek, iyi olacağız .
yazının bir bölümünü sabahın erken saatinde henüz uykudan tam ayılamamışken, diğer yarısını da öğleden sonra okuyup; yorumu da akşama doğru toparlayıp kıt kanaat birbiriyle zar-zor geçinen üç kuruşluk aklımla sayfada paylaşırım dedim ama yine gözlerime ağırlık çöktü...hele cepten okuyup yazmakta ayrı bir dert...Allah’tan yazı sandığım kadar uzun boyutlu değildi...uzun yazıları severim oysa...tabi derin sularda yine birkaç kulaç attık...o kadar çok germişim ki kollarımı parmaklarımın ucunu zor görüyorum...bir gün boğulacağız ama hayırlısı...
kendini kaptırıp okurken -yazarken de öyledir- gözlerin katarakt'la örtülür sanırsın...sarı-katran bir şeyler salgılanır...hem beyinde hem de gözlerinin çukurunda...açılır, kapanır...yine açılır, kapanır...beyin sürekli hazırolda komutları almakla ve sıraya dizmekle meşgul o sıra...dilinin-damağının o kuruluğunda bir takım seslerle boğuşurken, sahra çölünün yalnızlığına ortak olduğunu; kum fırtınasına tutulduğunun ve sesinin dünyadan duyulmayacağının (uzaydan daha net görülür ve farkına varılırsın-sevgili uzay kardeşlerim-) ayırdına varmaz insan...gecenin bi karanlığında sesler gelir ve giderler...gündüz leri daha çok hayalleri dört nala koşturuyoruz...umut ekme tohumudur erken saatler...aslında en çok kendi kendini uyutma ninnileri ya da süslü naci (naci beyler üstüne alınmasın) aldatma dakikaları...ama hiç yoktan yine de iyi...yoksa kafayı üşütürsün...yani kör karanlıkta çıplak gözle birbirinden çok iyi seçilebilen gerçekler saklıdır...onların varlığına gece daha iyi tanıklık ederiz...aydınlıkta saklandığımız-gizlendiğimiz köşeler yoğunlukta veya örtünme ihtiyacı daha fazla...oysa gece bütün kabuklarını kazar soyarsın...kaburgalarını da ( abartı sanatı)...
gözlerimdeki yoğun sisten ötürü zırvalıyorum böyle...yoksa ki yazıya adamakıllı bi giriş yapmış değilim henüz...
ben uzatmiyim kısaca şöyle söylim belki anlarsınız...
yazıyla sanki aynı müstakil evi paylaşan ve yolları nadiren kesişen iki yabancı gibiyiz...
uzun koridorları anlatmıştım bi sefer...birden fazla odaya açılan uzun koridorlar niçin vardır bilir misiniz¿..
daha az göz göze gelmek ve birbirinize hiç çarpmamak için...
yazıyla ne kadar alakası oldu bilmiyorum...ama ben aklımdakileri pandora'nın kutusunda saklamaktansa dışa vurmayı tercih ediyorum...o kutuda ne kötülük var...ne de intikam...Zeus kendi derdine yansın...
HakkınSesi
Uzun koridorlar demişken, aklıma bir film geldi. Bir ara yazıp, paylaşmayı düşündüğüm bir film:' ses' filmi. Filmi izlediğimde tanıdık bir sıkıntıyla karşılaştım. Son yirmi yılın tanıdık sıkıntısı diyelim, zeki'nin buhranları. Filmin yönetmeni Zeki Ökten olunca, asistanlarından biri de e tabi Zeki Demirkubuz olunca, bizim 78 sonrası değişmiş Tarık'ımız da ayrı oynuyor. Tabi, Bodrumun namuslu köşeleri, bakir topraklarında çekilince, sevgilisin üzerinde beyaz rüzgarla oynaşan elbise. Tarık'da aynısı beyaz, Akdeniz'e uygun, en uygun renk. Ve kötü adamımız olarak gördüğümüz, kilisede tutsak Kamran bey. Kamran'dı sanırım adı.
Bizi biz yapan ne varsa, etimiz, kanımız gibi, nesneler de öyle, kaçamıyoruz, aklımız hapsoluyor.
Müstakil evdi değil mi, ne güzel, komşu derdin yok, yürüdü kalktı oturdu derdi yok. Sakinlik, miskinlik hatta çöküyor:)
sağ olasın.
Gule
'ses' filmi kulağıma yabancı gelmiyor ama baktım mı hatırlamıyorum...
yazmayı unuttum üşendim sonra tekrar gelip konuşmaya...başlık çok iyi ve 'tutunamayanlar'ı hatırlatıyor...
o kadar hızlı geçişler vardı ki, dedim bu beynin işi zor. bi ara kayboldum sandım öyküde, kim kimdi, kim kime ne dedi? aslında bir sayfaya bir film sığdırmış gibi. görsel gibi görünüyo ama düşünsel boyutu fazla..kamera odadan sahafa, oradan başka odaya geçerken bazı ayrıntılar çok güzel, bazıları abartı geldi. (şu hani Sümeyye'nin içten içe yalvaran halleri... ) sonra da kim için abartı dedim? yani kimse kimseye benzemiyor, aslında abartı diye bi şey de yok..
bilmiyorum ki ne diyorum, ama HakkınSesi'nin son öyküleri arasında ayağı sağlam basan bu öyküydü bana kalırsa.
HakkınSesi
Sağ olasın.
okumak eğitim bir kurtuluştur toplumsal olarak düzenli para girdisi için devlet memurluğu olayı tabi bununda sınıfı var doktor hakim savcı veyahut subay pilot olmak gibi. pilotluk hali hazırda en iyisi sayılır tabiki okullar açılıyor ancak o okullardan mezun olanlara iş kapısı olmayınca garanti meslek olayıda kalmıyormisal öğretmenlik olayı gibi. tabiki doktor sınıfının forsu daha yüksek oluyor ancak onunda kesin iş garantisi önümüzdeki on yıla bitecek gibi o kadar sene okul tus uzmanlık derken iyi kazanan ancak birçok vasfı törpülenen uzmanlığımı yapar hastama bakarım insanlar ortaya çıkıyor bunun istisnaları varmı var ancak çok değil küçük minik sapkınlıklar konusunda kimse doktorların eline su dökemez. avukatlar hariç.
evlenme konusuda buna benziyor topluma adapte olmak için o toplumun seni kabullenişi için evli ve çocuklu olmak bir artı değer olarak görülüyor. oysa evliliklerinde çocuklarında hali ortada.
eve gelince iki güzel laf konusu önemli bence ne olursa olsun bunu hakeder insan. yoksa eşinde bu saygıyı bulamayan bir kadının aklının çelinmesi bu zamanda çok kolay.
en önemlisi sevmek adabı bunu çözmek ise zor herkes aynı şekilde sevilmez zaten bu münkünde değil bir adet ençok sevilen fani anlamda vardır hep
HakkınSesi
Mesleki olarak bakmamak lazım ayrıca, insan, insandır.
Bazen yazarların kahramanlarına karşı çok acımasız olduğunu düşünüyorum. Adem’in hiçbir şey olamamış olmasının, Nebahat Hanım çayı demlemesi kadar kıymet bulabilmesi gibi.
Memduh’un ‘Karına canımlı cicimli konuşmayacaksın, konuşursan başına kakar.’ Sahi neyi kakar? (Kalkar, değil) Memduh’un kafa karışık. Başa kakacak olan Adem olabilir ancak.
Tony Gatlif’in (Harbi çirkin heriftir) “Gadja Dilo” filmini izledin mi? Bazı Çingeneler tam anlattığın gibiydiler. Romanya’dan. Fakat “Donları bile bir enstrüman çalıyor” lafına bittim. “Otuz iki dişini dondurmazsa para yok- Donuna enstrüman çaldırmazsa para yok”
Sahaf’ın ilk paragrafı çok hoşuma gitti. Üslupla konu çok uyumlu olmuş. Destan gibi.
“Gark etmek” sözü hep komik gelir bana. Kargayla alakalı şeyler gelir aklıma. Karga, karga gak dedi, gibi.
Ali Osman “uyducu” açsaydı, tam güme gitmişti. Bildiğin iş en iyisi. Kıyak yapmışsın.
Daha önce iç monolog kullandın mı, hatırlamıyorum. Sümeyye’nin finali için diyorum, renk katmış öyküye. Fakat, daha çarpıcı olabilirdi.
Başlık nerden icap etti, diyecektim ki, silahı ateşlemişsin bile.
nitemtran tarafından 3/29/2016 11:27:22 AM zamanında düzenlenmiştir.
HakkınSesi
-yabancı elemanın çingene kızımızla ilk karşılaştığı yer.
-eteğini kaldırma
-bırakın akordeon çalsın
-seviştikleri sahne
ve etkili son on dakika boyunca geçenler. son sahnede ayrı manidar.
çok izlenmeyenler, çok dinlenmeyenler, çok görülmeyenler... uzar