- 640 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
-AYKIRI BİR DENEMECİ-ELEŞTİRMENİMİZİN ZİHİN VE GÖNÜL DÜNYASINA YOLCULUK-
Yakın tarihimizde kırılma noktası olarak tabir edebileceğimiz bir dönemden, bir eşik devreden her zaman sözedebiliriz. Osmanlıdan Cumhuriyete geçiş sürecinin bugüne kadar uzayıp gelen sancılarından da söz edilebilir. Yanlış anlaşılmasın, burada Osmanlı niçin yıkıldı ya da Cumhuriyet hangi şartlarda kuruldu demiyorum. Bunun cevabı siyasi tarih içerisinde verilir ya da aranır. Ancak Osmanlının son dönemlerinde yetişip Cumhuriyet dönemini de yaşamış aydın kuşak bir med-cezir yaşar.
Şerif Mardin’in bu konuda tezleri vardır. Kırılgan bir neslin, bir geçiş döneminin dinamiklerinden, meselelerinin yanı sıra güçlü yanlarından söz eder. Hatta Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” adlı romanını örnek gösterir. Gençliğinden itibaren farklı ideolojik akımlar arasında gelgitler yaşayan merhum yazarımız sonrasında belirli bir senteze ulaşır. Benzeri çalkantılar kuşkusuz farklı seviyelerde 1890’lar ya da 1900’lerin başlarında doğmuş birçok isimde karşımıza çıkabilir.
Bana dikkat çekici gelen bir örnek de Nurullah Ataç olmaktadır. Ataç bilindiği üzere ünlü bir denemeci-eleştirmenimizdir. Elbette deneme türünün yapısı içerisinde benim de hoşuma giden bir üslubu vardır. Eskilerin nevi şahsına münhasır dediği şekilde ele alınabilir. Şahsiyetini üslubuna yedirmiş ve kendi üslubunu inşa etmiş yazarlardandır. Hatta “Yarına kalamam, kalırsam yarına acırım” demesi bile kişiliği ve üslubuna bir örnektir. Kim bilir sınırlarının farkında bir insan karşımızdadır belki de.
Ancak düşünsel yaşamı hakkında aynı şeyi söylemek, söyleyebilmek oldukça zor gelir bana. Açıkçası çalkantılı bir fikir hayatı vardır. 1940’lı yıllarda aynı konu üzerinde yazdığı iki yazı aklıma gelir. Birincisinde, halk şiiri ve her ne kadar mazide kalmış bir gelenek olsa bile divan şiirimizi okullarımızda okutmamız gerektiğini vurgularken; "dilimizi gerçekten öğrenmenin, tadına erip onunla güzel şekiller kurmak gücünü edinmenin başka yolu yoktur" demektedir. İkincisi birkaç sene sonrasında yazdığı bir yazıdır. O yazısına başlarken şu cümleyi kurduğunu belirtmeliyim. “Eski şiirimizi, divan şiirini bilirsiniz, severim, çok severim. Bir yandan da kızarım ona, onu sevdiğim için kendime kızarım.” Demesi vardır. Fransız edebiyatının meşhurlarından Andre Gide’nin “maalesef en büyük şairimiz halen Hugo’dur” demesindeki garabeti düşünüyorum. Gide ülkesinin edebiyatında en büyük şair olarak Hugo’yu görüyorsa neden maalesef diyor?
Bu sorunun cevabı belki de Ataç’ın üstte kendisi hakkında yaptığı tanımlamayla başlayan yazısında saklıdır. Bu yazısında ünlü denemecimiz halk ve divan şiirimizi çocuklarımıza okutmamalıyız, büsbütün kapatmalıyız o devri der. Açıkçası, okullarda hem eski edebiyatımızı okutur hem de asıl vermek istediğimiz batılı değerleri verirsek çocuklarımızı bir ikilemle karşı karşıya bırakacağımız hususu üzerinde durmaktadır. Ne var ki ardından da; "Divan şiirini, eski edebiyatımızı kapatacağız, unutacağızda çocuklarımıza ne öğreteceğiz? Beğenilerini nasıl işleyeceğiz? Dil duygusunu nasıl vereceğiz onlara? Bu soruların cevaplandırılması güç olduğunu bilirim." demektedir. Yine devamında "Biliyorum eski edebiyatımızı kapatmanın okullarımızdan edebiyat öğretimini, edebiyat eğitimini kaldırmak olacağını.Ne yapalım ki başka çare yok" der.
Düşünsenize, ilk yazısında kendisinin sunduğu güçlü bir delili ikinci yazısında kendisine yapılabilecek olası bir itiraz olarak belirlemesine karşın cevap bölümünü önemli ölçüde boş bırakması ve yalnızca zor bir soru olduğunu söylemekle yetinmesini olumlu karşıladığımı söyleyemem. Öyle ya Türk dilinin ustalarından birinin şiir tarihimizde yer alan halk edebiyatı verimlerinin Türkçeyle örüldüğünü, divan edebiyatı eserlerininde Türkçe seslerle bezendiğini belirtmekle beraber bunların okutulmasını giderek artan biçimde olumsuzlamasını anlamak, anlayabilmek hayli müşküllüdür.
Bu durumda ben de; Ataç’ı severim, ne ki sevdiğim için kendime kızarım mı demeliyim acep? Arabesk bir yaklaşım değil midir bu? Ancak Ataç bir yönden mazurdur. Aile muhitinden gelen bir doğu kültürü zeminine Galatasaray Lisesi eksenli Fransız ve batı kültürü binası çıkılır. Yine Ataç mazurdur çünkü Osmanlının son zamanında yetişip, Cumhuriyet dönemine ait süreçleri yaşar. Ancak med-cezirlerini anlamakla beraber yine de döneminde edebiyat dünyamızdaki yerini düşündüğümde sorgulama gereği duyarım.
Şimdi bana iyide Divan edebiyatı devrini doldurmuş, ölü bir edebiyat geleneğidir, neyini okuyacağız, ne faydası olacak diyebilirsiniz. Elbette günümüzde aruzla yazılmıyor. Tarihsel bağlamda Şeyh Galip’le sona ermiş bir alanda Yahya Kemal tarafından yüzyıl başlarında yazılan gazel ve şarkılar bizleri karşılar. Bunlar şairin ölümünden sonra “Eski Şiirin Rüzgârıyla” başlığıyla yayınlanır. Hatta yıllar önce bir yazarımızın Yahya Kemal’in eski şiirin rüzgârına kapılmadan yazdığı şiirlerini ben de severim şeklinde yaptığı değerlendirmesi aklıma gelir. Buradaki nükteyi hoş karşılamakla beraber bir stand-up havasında edebiyat ve sanatta gelenekselin değerini reddetmeye dönüşmemesi gerektiği düşüncesindeyim.
Hani derim ki; bilim ve teknikte güncel gelişmeler ya da bir başka deyişle yeni olan esas olmakla beraber sanat ve edebiyatta eskidikçe eskimeyen bir damar vardır. Şu kadar ki; kültürün bir tanımınında “Toplumların tarih boyunca maddi ve manevi alanlarda ürettiği değerler, eserler bunların sahiplenilmesi, faydalanılması ve gelecek kuşaklara aktarılmasıdır.” Şeklinde biçimlenmesi bu hususu doğrulamaz mı?
L.T.