- 1109 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ATA DOSTUYUZ BİZ
ATA DOSTUYUZ BİZ
Yıllar sular gibi akıp gitmekte. Adeta akan sular gibi yatağı genişliyor, değişiyor ve bir başka şekle, bir başka renge dönüşüyor. Menziline ulaştığı zaman; sürükleyip getirdiği alüvyonları, yorgun bir tarzda dibine bırakıyor. İşte insan hayatı da, milletlerin geçirdiği devrelerde bir ırmağın, kaynağından çıktığı gibi berrak ve hızlı akmıyor. Onları yavaşlatan, ya da değiştiren devirler, değerler ve yeni akımlar meydana geldi. Zamanına uyum sağlayamayan bir çok şey, tarih sahnesinden çekilip, sessizce gizemli bir köşede yerini aldı.
Şu anda insanlığın varmış olduğu bilimsel gelişmelere, teknik araçlara bir bakacak olursak: bundan önceki devirlerle kıyaslanmayacak şekilde bir ilerleme kaydedilmiş oldu.
Bırakın bir asır ileriye gitmeyi; sadece yarım asır öncesi ile kıyaslanmayacak gelişmeleri yaşadık. Ulaşım ve iletişim araçları acısından bir değerlendirme yapılırsa; bilimsel gelişmelerin ne kadar hızlı geliştiğini hissedebiliriz.
Daha benim çocukluğumda, bizim köyde, telefon denen şeyin ne olduğunu bilen insan sayısı bir elin parmaklarını belki geçmezdi. Belki köyün tek telefonu, köyün muhtarının evinde bulunuyordu. Onun da bir ucu ilçede bulunan jandarma karakolu komutanlığına bağlıydı.
Fakat, şimdi tarlaya giden birisi cep telefonuyla, kimbilir görüntülü olarak görüşebilmektedir. Bilimin ve teknik araçların bu kadar hızlı gelişmesi; toplumda daha rahat bir hayat düzeni sağladı ama “özleme duygusunu” da yıprattı. Sadece tarladan değil, uzak şehirlerden, hatta yabancı ülkelerden saniyeler içinde sesli, görüntülü, mesajlı hatta her türlü şeyi paylaşarak haberleşmek mümkün hale geldi.
Sanayileşmenin şehirlerde toplanmasıyla ve kentteki rahat hayat şartlarından dolayı; ayağı toprağa basan köylüler, pılısını pırtısını toplayıp daha büyük yerleşim merkezlerine göçettiler.
Evet, bu iç göç sayesinde adeta köyler boşaldı ama nüfusu büyüyen şehirlerde; yaşantı, kültürel gelişme olarak; büyük birer köy durumuna düştüler. Elbette bir kaç kuşaktan sonra bu milyonluk nüfusa sahip olan; bu büyük köyler, zihinlerde ve hayat tarzı olarak medenileşecek ve çarpık yapılanmanın her türlüsünü geçerek şehirlecektir.
Cumhuriyetimizin kuruluş yılına daha var. Birinci Cihan Harbini yani Seferberliği görmüş, bizzat yaşamış olan dedem, Yemen Cephesi’nden gelip, İstiklal Harbini de yaşamış. Şanlı ordumuzla dokuz Eylül günü İzmir’e girivermişler. Hem de Ordumuzu ve kurtulmuş olan halkımızı coşturan bando takımıyla bu büyük Kurtuluş’un her yönüyle yaşamıştır.
Kardeşi Arif, güzel İzmir yollarında suvari olarak at sürerken, şarapnel parçası omuzundan sırtına girmiş ve “Gazi” olarak evine dönmüştür. Yapılan bütün tedavilere rağmen bedende kalan şarapnel parçası olduğu yerden alınamamıştır. Savaştan sonrada bir türlü yerinde durmayan kurşun, onun bu dünyadan ayrılmasına vesile olmuştur.
Diğer kardeşi Halil İbrahim üç lisan bildiği için farklı hizmetlerde bulunmuş. Sağ salim memlekete dönmüş. Babasının yerine gönüllü olarak askere giden dedem Hüseyin GÜLEL, önce İstanbul’da “Beyoğlu Kışlası’nda” görev yapmış. Seferberlik ilan edilince de koluna bağlanan bir asker kaçağı ile ta Yemen’e gönderilmiş.
Yemen’deki askeri bandoda trompet öğrenip, bu sahada büyük bir başarı sağlamış. Bir başka yazımda ele alacağım bando takımını idare etmesi, Hicaz ve Arabistan Bölgesi işgal kumandanından bizzat yazılı izin alarak; bando takımını ve sazlarını Mudanya’ya sağ salim getirip, sonunda Kuvvayi Milliye kumandanlarından Mareşal Fevzi Çakmak’a teslim etmesi büyük bir vatan severliktir. Destansı olan bu mevzuyu gelecek yazımıza bırakarak tekrar konumuza dönelim.
Yıl 1972’nin Ramazan Bayramı Kasım’ın ilk haftasındaydı. Yapraklar çoktan düşmüştü dallardan. Bir kaç sarı rengi iyice solmuş olan yapraklar, sert esen rüzgârın önünde ha düşeceğiz, ha düştük deyip duruyorlardı.
Bayramın ikinci günü Dedem Hüseyin Gülel, amcaoğlum ile beni yanına alarak;
“Sizler, mektep medrese görmüş olanlardansınız. Bir saate kadar bir yere ayrılmayın. Hep beraber İsabey’e gideceğiz. Tamam mı?” dedi.
Bayram günü köyden dışarıya gidebilmek, oradaki çocukları, gençleri, insanları görmek bizim için çok eğlenceliydi. Rahmetli Dedem, ister iftar davetlerine olsun, isterse bir arkadaşını ziyaret olsun, ya da camide topluca yenen bayram yemeklerine torunlarından birisini mutlaka yanında götürürdü. Yolda giderken de;
“Biz dedelerimizden böyle gördük, sizde görün ve torunlarınıza aktarın” derdi.
Demek ki gelenek ve görenekler anlatılarak değil, bizzat yaşatılarak öğretiliyormuş.
Öğle üzeri İsabey’e vardık. O zamanlar İsabey’in Çal’dan taraftaki girişinde bir çeşme vardı. Ulu bir ağacın gölgesi altındaki bu çeşme, bize tarihi bir hatıra gibi geldi. Gerçi o taştan yapılmış olan çeşmenin yerinde bu gün, yozlaşmış bir şekilde beton ve çimento katkısıyla yapılmış sembolik bir çeşme duruyor. Suyu akıyor mu akmıyor mu bilmiyorum: Çünkü, yanından hızlı gelip geçiyoruz. Beni asıl üzen şey, o insan eliyle nakış nakış işlenmiş olan çeşmenin gölgesine sığındığı asırlık o güzel ağacın yerinde yeller esmesiydi.
Bu çeşmenin çaprazına gelen ve yolun alt başında olan iki katlı bir eve konuk olduk. Dışarıda Kasım ayının asık suratını küçük pencereden görebiliyorduk. Odanın içi loştu. Biraz yüksekçe iki divan başlarını pencereye doğru yaslamışlardı. Karşıdaki divana tek başına evin sahibi olan ve dedemden en az yedi seki yaş küçük görünen, zayıf bir adam oturmuştu. Başı göğsünün üstüne eğik, elleri dizlerinde hafif yere doğru bakıyordu. Biz ise tam o adamın karşısına oturmuştuk.
Dedemin sağ koltuğu altında ben, pencere tarafında da Mehmet Ali abim vardı. Yani Dedem bizi sanki kanatları altına almıştı. Biraz hoş beşten ve ikramlardan sonra dedem bize dönerek;
“Bu adam kim biliyor musunuz?” diye sordu.
Bu güne kadar bu adamı neredeyse hiç görmemiştik. Görsek bile can havliyle bakıp, önemli birisi olarak nazarı dikkate almamıştık. “Hayır!” der gibi başımızı salladık, dedemin sorunu cevaplamış olduk. Bizden ses çıkmayınca dedem, bir kaç kere öksürdü ve sesine bir ayar verdi. Daha sonra da;
“Bu adamın yüzünden benim üç tane genç kardeşim öldü” deyince sanki yüzümüze buz parçası çarpılmış gibi olduk. Ne diyeceğimizi bilemedik. Adeta olduğumuz yerde donup kalmıştık. Yine bizden bir ses seda çıkmadığını gören dedem;
“Bu adamın bir hatası yüzünden üç kardeşim nasıl öldü, isterseniz onu size anlatayım. Durumu bu olayın canlı şahidi olan bizlerden öğrenin” dedi. Bu arada tazelenen çay bardaklarını alıp önümüzde duran sehpanın üzerine koyduk. Büyükler konuştuğu için henüz bize söz düşmüyordu. Başımızı eğip “Evet” diye onayladık.
“Yıl 1926 ve sonbahardı. İstiklal savaşı bitmişti. Balkan Harbi, Seferberlik, Esaret yılları ve İstiklal Savaşı derken; millet gerçekten büyük bir travma geçirmişti.
O koskoca İmparatorluktan elde kalan son vatan parçasını kurtarmıştık ama asıl boğaz derdine düştük. Gençliğimin oniki yılı cepheden cepheye koşarak geçmişti. Her taraf viraneydi. Bir çok ocak sönmüştü. Ortalık çoluk çocuk, dul, yaşlı, kolunu, bacağını yitirmiş gazilerle doluydu. Bir mesleğimiz, ticarethanemiz yoktu.
Çalgı Askeri bandolarda her hangi müzik aleti kullanan arkadaşlarla birlikte mahalli olmak üzere bir bando takımı kurduk. Abdullah ve Mustafa Çavuşlar Klarnet, Çıtaklı Nebi davul ve ben de trompet çalıyordum. Klarnetlere halk, gırnata, ya da kara düdük, benim trompete de büğlü ya da sarı düdük diyorlardı. Beş kişiden olan bando takımımıza “Tam Çalgı” adını vermişti halk.
Artık düğünler tam çalgı ile oluyordu. Düğünler, kutlamalar derken bizlerde çoluk çocuğun rızkını çıkarıyorduk.
Kısa zamanda ünümüz Çal sınırlarını aştı. Artık bize komşu ilçelerden de davetler alıyorduk. Kim önce gelirse; zengin fakir ayırmadan düğünlerini yapıyorduk. Ellili yıllara kadar karşımıza bir ekip çıkmadı. Yukarıseyit’te de bir kaç düğün yapmıştık. Kardeşlerim bu bando takımından hoşnut oluyorlardı.
Trompeti üflediğim zaman; insanlar, çok rahat ta Çal’dan dinleyebiliyorlardı. Hem askeri marşları, hem Batı tarzı müzikleri, hem de zeybekleri notalarına göre en iyi icra eden o zamanlar tek bizdik. İstiklal Marşını alaylı öğrenmiş olan bando takımları çalamazdı. İlçemizde ve vilayette bazen sırf İstiklal Marşı’nı çalmamız için bizi davet ederlerdi.
1927 yılının sonbaharında Kadıların Arif’in düşününü yapıyorduk. En küçük erkek kardeşim Hacı Osman Usta, çok güzel zeybek oynuyordu. Hele bir diz vuruşu vardı ki, yüreğimi hoplatırdı. O oynarken biz de onun ayağına göre zeybeği çalardık. Onun adı verilen baban da maşallah aynı onun gibi oynuyor” dedi benden tarafa dönerek.
Bu arada çaylar tekrar tazelendi. Bizde de merak duygusu tavan yapmıştı. Ara sıra karşımızdaki adama bakarak ister istemez içimizden kızıyorduk.
“Kızıl Arif’in düğününde caminin alt başındaki dibeğin yanında çalgı çalıyorduk. Kadınlar ve çocuklar dam başlarına çıkmışlar, oradan oynayanları seyrediyorlardı.
Kardeşim Hacı Osman Usta, halka olmuş halkın ortasında çok güzel zeybek oynuyordu. İsabey’den gelen arkadaşları da onu büyük bir coşkuyla izliyorlardı. Kırk gün önce bir oğlu olan ve İstanbul’da tahsil görmüş diğer kardeşim Halil İbrahim Efendi, çocuğunu sevmiş, Hacı Osman Usta’nın oynadığını duyunca seyretmek için kapının önüne çıkmış.
Bu arada kardeşimin arkadaşı olan karşınızdaki adam, elindeki tüfeği havaya ateşliyorum zannetmiş. Ve tetiğe basmış. “Yandım Allah!” sesi ortalığı çınlattı. Kardeşim Halil İbrahim Efendi karnından vurulmuştu. Hemen yanına koştum. Kan fışkırıyordu. Saçmalar karnını delik deşik etmişti. Her şey durmuştu.
Uğultudan hiç bir şey duymuyordum. Halbuki nice savaşlar görmüştüm, yanımda nice yiğitler can vermişti, hatta Çiğiltepe’de Miralay Reşat Bey kucağımda son nefesini vermişti. Fakat, yerde kanlar içinde yatan kardeşim Halil İbrahim Efendiydi ve garibim devlete hizmet etmek için tayin bekliyordu. Dünyam başıma yıkıldı.
Kardeşim Halil İbrahim Efendi, kağıt kalem istedi. Hemen getirdiler. Bildiği lisanlarla da olmak üzere şu satırları yazdı. “Biz, baba dostu değil; ata dostuyuz. Kardeşim Hacı Osman Usta oynarken arkadaşı coşup, hata ilen tüfeği havaya ateşlediğini sanıp, beni kaza ilen vurmuştur. Bunda kasti bir durum yoktur. Kesinlikle davacı değilim. Aileminde ata dostumuz olan bu aileden kesinlikle davacı olmasını istemiyorum. Bu güne kadar düzenli olan karşılıklı bayram ziyaretlerinin de yapılmasını istiyorum” diye yazdığı yazıyı okudu.
Gözlerimizden akan yaşlarla onu eve aldık. Bu arada kız kardeşim Fatma; “Abim vurulmuş!” diye hanaydan atlamış ve belinden rahatsız oldu. Savcı geldi ve Halil İbrahim Efendi’nin yazdığı pusulayı okudu ve ağladı;
.”Yahu, biz memleketi idare edelim diye lisan bilen okumuş adam arıyoruz! Sizler ne yapıyorsunuz? Bu insanları öldürüyorsunuz! Yazık değil mi bu millete!” diye bağırdı.
Kardeşimin son arzusuna göre hem bu aileden davacı olmadık, hem de karşılıklı bayram ziyaretlerini hiç aksatmadık. İkinci gün ikindi üzeri kardeşim Halil İbrahim Efendiyi kara toprağa verdik.
Altı ay sonra oynayan kardeşim Hacı Osman Usta da üzüntüsünden vefat etti. Yılına varmadan güzel kız kardeşim Fatma da önden gidenleri takip etti.
Sizin anlayacağınız bir yılda üç kardeşimi toprağa vermiştik. Anam sert bir kadındı. Anam;
“Bütün bu olaylar, senin bu sarı düdükten oldu!” deyip çamaşır tokmağıyla benim trompeti bir güzel parçaladı. Bir sene boyunca çalgı çalamadım. Arkadaşlar da bensiz bir yere gitmemişlerdi.
Fakat, evde çocuklar açtı. Anamın acısı duracak gibi değildi. Zor bela anamdan babamdan izin alıp, bizim bando takımını tekrar faaliyete geçirdik.
Bir kaç asırdır süren “Ata Dostluğumuz” kardeşim Halil İbrahim Efendinin arzusuna göre her bayramda karşılıklı olarak devam ettik. Artık ben yaşlandım. Sizin ikinizi de özellikle bu bayramda getirdim. Biz ata dostuyuz. Halil İbrahim Efendi’nin oğlu Hasan, öksüz büyüdü ama bu adetimiz devam etti.”
Aradan kırk yılın üstünde zaman geçmişti. Okuduk ve her birimiz bir kente, bir bölgeye veya bir dış ülkeye gittik. Köyler boşalmıştı. Şehirler büyük köyleşmişti. İletişim ve haberleşme araçları çok gelişmişti. Fakat, ölümün bile ayıramadığı ata dostluğu, baba dostluğu artık hafızalardan silinmişti.
Ne zaman gurbet ellerden arabamla köyüme gelirken, ne zaman İsabey’den geçsem bu acı olayı, babadan yetim anadan ayrı büyüyen Hasan amcam gelir ve ata dostu erdemini de unutamıyorum. Evet, bilim ve teknikte çok ilerlemiştik, lakin, toplumsal barışta, kültür ve törelerimizden neleri yitirmişiz. Varın siz karar verin artık.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 26.03.2016
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.