- 581 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Ülkemde Okulculuk Manzaraları -2-
Bu öyküm de güzel ülkemizin bir köy okullunda geçiyor. Okul olunca, öğrenciler, öğretmenler, müfettişler, anne-babalar birer canlı kahramanlarımız olacak doğallıkla. Takvimler bin dokuz yüz yetmişleri gösteriyor. Yer Kara Deniz Bölgesi…
Trabzon ilimizin şirin bir ilçesindeyim. Göreve başlama işlemlerim tamam. Atandığım köyüme gidiyorum. Arkamızda koyu mavi sularıyla Kara Deniz bırakıyoruz. Bir akarsu boyunca, güneye doğru ilerliyor minibüsümüz. Sahil boyunca çok modern binalar süsler tüm kıyı şeridini. İlk kez Kara Deniz Sıra Dağları’nın içlerine doğru gidiyorum. Vasıtamız dar bir yol boyunca ilerlerken akarsuyun aktığı derin vadinin yamaçları daha bir sertleşiyor. Yamaçlarda konutlar gökte yıldızlar gibi dağılmış. Değil on-on beş evi bir arada görmek, en çok iki üç evi ancak yan yana dizili. Yolculuk devam ediyor. Gittikçe evlerin şekli değişiyor. Tek katlı, sıvasız badanasız, dar pencereli evler görüyorum. Küme küme iğne yapraklı korular. Yemyeşil mısır tarlaları süslüyor yamaçları. Nihayet, vasıtalı yolculuk bitiyor. Bir nahiyedeyim. Akarsuyun bir yakasında yol kenarında dizili üçer beşer konutun oluşturduğu bir garip nahiye. Şoför, beni bir adamla tanıştırıyor. Bu adam senin atandığın köyden diyor. Esmer güçlü kuvvetli, en az on günlük sakallı, tıraşsız bir arkadaş. Soruyorum:
“Köyümüz ne tarafta?” Başında beresi olan velimiz vadinin yamaçlarına bakıyor. Derenin kıyısındaki evlerden başlayıp vadinin yamacındaki dağınık evlerden oluşuyor yeni görev yerim. Okula yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanan bir patikayla gidiliyor.
Öğretmen Okulu’ndan mezun olan biz genç, idealist öğretmenlere iki ciltlik nutuk hediye etmişlerdi… Atatürk, Nutuk’a şu tümceyle başlar; “1919 senesi Mayısının 19 uncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzarai umumiye: Osmanlı Devletinin dahil bulunduğu grup, harbi Umumide mağlubolmuş…”Diye anlatır Atatürk, memleketin genel durumunu… Yenilmişliği, çaresizliği, işgallerin başladığını… Çalışacağım okulun, köyün, çevrenin durumu da daha çok nutukta anlatılanlara özgü ilginçlikler barındırıyor… Sıvasız-badanasız konutlar, yolu olmayan, henüz okulla tanışan köyler. Nüfusta kayıtsız, okulsuz çocuklar…
Okul bir önceki yıl kapılarını açmış çocuklarımıza. İki öğretmen bir yıl çalışıp kendi ilçelerine tayın yaptırıp gitmişler. Üç öğretmen atanmışız. Birimiz er öğretmen, meslekte ikinci yılı. Bu arkadaşımız yazın iki ay askeri eğitim yapmış. Askerlikte kalan süresini köyde er öğretmen olarak tamamlamak zorunda. İki öğretmen stajyeriz.
Güneşli bir Eylül pazartesinde öğrencilerimizle buluştuk. Ne o! Okulda sadece iki kız öğrenci var. Mevcut yüz yirmi. Komşu köyde okul yok. O köyün çocukları da bize geliyor. Kızlarımız, Ayşe ve Reyhan. Amcaları Bayburt’ta oturuyor. Bayburt’ta kızlar okula gidermiş. O, sevgili amca yeğenlerini de ısrarla geçen yıl açılan okula başlatmış.
Doğup büyüdüğüm köyümde daha bin dokuz yüz ellili yıllarda tüm çocukların okula devamının sağlandığını biliyorum. Öğretmen Okulu’nda bir öğretmenimiz köylerimizde çocuklarımızı okula kayıt yaparken ikna yönteminin gerektiğini anlatmıştı. Bizim ünlü 222 Sayılı Eğitim-öğretim Temel Kanunu da şöyle buyuruyordu:
“Okul müdürü çalıştığı köyde 7-14,16 yaşındaki çocukları tespit eder…” Bu çalışma muhtarla yapılır. Listeler hazırlanır. Çocukların okula kaydı sağlanır.
Kanun öyle buyuruyor da... Genç cumhuriyetin kanunları henüz Anadolu’nun kırsalına ulaşamamıştı. Köyde dolaşıyoruz. Aman kız çocukların da okullu olmasını sağlayalım diyoruz. Erkekler şubat sonu tarlaları belleyip gurbetin yolunu tutar Kara Deniz Bölgemizde…
“Kızlarımız gurbette olan yakınlarına mektup yazar en azından… Dünyayı tanırlar. Yapmayın amcalar, dayılar…”diyoruz.
“Kızlar okur-yazar olursa uşaklara mektup yazarlar. Kız evladının okumasına gerek yok…” Diyorlar kızlarımızın babaları… Sözlerimiz bizden öteye gitmiyor.
Durumu ilçeye bildiriyoruz. İlçeden el cevap: ” İkna yöntemiyle kayıt yapın… Olayı fazla abartmayın…”
İlginçliklerin hangisini anlatmalı? Asker öğretmenimizin atama emri geliyor aralık başlarında. Babası bir önceki dönem iktidar partisinden belediye başkanıymış. Oğlunun uzak bir köyde iki yıl kalmasına gönlü razı gelmemiş. Partisinin görünmeyen kanunları, askeri kanundan daha üstün gelmiş. Köyde kaldık iki stajyer öğretmen. 222 sayılı kanunda işlemiyormuş. Tüm çocukların, özellikle kız öğrencilerimizin okullu olmasına daha yıllar varmış. O durumu da yaşayarak öğrendik.
Belirtmeliyim, başta muhtarımız ve tüm köy halkı bizleri bağırlarına bastı. En yakın evlatları gibi sevildik; benim güzel ülkemin dağlar arasındaki köyünde. Süt ve süt ürünlerine, köyde üretilen hiçbir ürüne para ödetmediler biz öğretmenlere.
“Aman yapmayın, etmeyin, ne olur bir paket çay parası ödeyelim…”Derdik bize getirilen yiyecekler için…
“Hayır, siz bizlere misafirsiniz… Hiç öğretmenlerden para alınır mı?” Yanıtıyla uzak köylerimizde konukseverlik hasletimizin canlılığına tanık olurduk.
İkna yöntemiyle, muhtarın, okul komşumuzun ve Almanya’da çalışan yurttaşlarımızın kızlarının kaydını yapabildik ancak geçen yıllar içinde. Bir bakardık bir veli gelmiş okula. Yanında dokuz-on yaşlarında bir erkek çocuk. Yalvarıyor adamcağız:
“Hocam benim çocuğumu üçüncü sınıfa kaydedelim. Okuma-yazma biliyor. Rize’ye göndermiştim çocuğumu, hafız kursunu tamamladı…”
Okulumuzda hafız öğrencilerimiz vardı. Yönetmelikte de yeri vardı. Yaşı uygunsa ve de okuma-yazma biliyorsa, öğrenciler ara sınıflara kayıt yaptırılabilir. Bu uygulamayı hayli değerlendirdik. Fakat bir velimizin durumu çok daha ilginçti. On üç yaşında bir çocukla çıka geldi. Aynı hikâye:
“ Oğlumu getirdim öğretmenim. Oğlum hafızlığı bitirdi. Allah rızası için oğlumu beşe kayıt yapın…” Kendisi de hafız. Adam yalvarıyor yalvarıyor… Ayaklarımıza kapanıyor…
Bu genç hafızı ancak üçüncü sınıfa kaydettik.
Bu altın kalpli, konuksever insanlar genelde iki gruba ayrılmıştı. Bir taraf namazında niyazında muhafazakâr insanlar. Diğer taraf kahvehanelerin değişmez müdavimi. Sonbahar sonlarında erkekler köylerine dönerler. Takım elbiseli, çoğu kendi deyimleriyle yumruk gibi kravatlarıyla. Sabah-akşam kahvehaneler dolup taşar. Parasız oyun yok. En azından birkaç sigara konur ortaya. Kumardan büyük paralar kaybeden köylülerim vardı. Kumar mağduru, oyuna tövbe eder, camiye gidip dua yaptırır. Birkaç yıl sonra yine kumarcıların çarkına düşer… Böylesi hikâyeler çok yaşandı.
Kadınlar… Onları anımsayınca gözlerim yaşarır. Erkekler bahar başı gurbetin yolunu tutar dedik. Tarlaların ekim işinden başlayarak evin yakacak, yiyecek, gaz-tuz… Tüm ihtiyaçlarını kadınlar karşılar… Yükleri, kadınlarımız sırtlarında taşıyor. Köyde eşeği ve katırı olan bir ya da iki aile. Çamaşırlar soğuk su ile yıkanıyor. Yetmiş kiloluk un çuvallarını, fındık çuvallarını kan-ter içinde taşıyan kadınları düşününce insanlığımdan utanırım. Erkekler taşıma işine çok nadir girerlerdi.
Köyün genç hanımları bize gelir, eşimden işleme yapmasını öğrenirlerdi. Ben eve gittiğim zaman genç bayanlar hemen evlerinin yolunu tutardı çoğu kez. Bir yabancı ile konuşmaları pek hoş karşılanmazdı. Ben nede olsa bir yabancıydım. Tıpkı Yakup Kadri’nin Yaban romanda erinin köyüne sığınan savaş mağduru subay örneği…
Okullar açılmış derslere dalmışız iyice. Günler akıp gidiyor. Okulun kapılarını açtık bir gün. Ne gelen var ne giden! Okulumuz bir tepenin arkasında kurulmuş, yakınımızda bir aile oturuyordu. Komşumuza soruyoruz,
“Bugün öğrencilerimizden okula gelen yok. Nedir durum?”
“Hocam, bugün hacılar gidiyor, millet hacıları uğurluyor…” Yanı başımızdaki tepeyi aşıp caminin bulunduğu mahalleye gidiyoruz öğretmen arkadaşımla. Ne görelim. Yediden-yetmişe tüm erkekler bir arada. Hac yolculuğuna çıkan hacılar uğurlanıyor. Uğurlanış ne uğurlanış. Tabancalar çekilmiş. Tak… Tak… Taka tak tak tak… Tam bir savaş alanı. Eli silah tutan herkes, çeşitli markalardaki silahlarını konuşturuyorlar. Bir kişi en azından birkaç şarjör boşaltıyor. Arabaların kalkış yeri nahiyeye kadar devam edecek atışlar. Nahiyede karakol var. Karakol çavuşu iki jandarma gönderiyor göstermelik. Çavuşa bilgi verilmiş. Neyse muhtar emrediyor. Atışlar sona eriyor.
Tabanca Kara Denizli’nin yaşamından bir parça. Koparılamaz. Düğünlerde çalgı yasaklanmış. Köylerde o kadar hafız olursa çalgı çalınmaz haliyle. Günahtır! Gelinler patika yollardan yürüyerek damadın evine götürülüyor. Damat tarafı köyün erkeklerine mermi dağıtıyor. Yüzlerce mermi harcanıyor düğünlerde… Bir ara bende bir tabanca satın alayım diye düşündüm. Bu kadar kitap okuyorsun! Sende mi! Senin fikirlerin yok mu, öz eleştirimle silahlara dokunmadan veda ettim.
İlk yıl teftiş görmedik. İkinci yıl çok saygıdeğer bir müfettiş geldi. Arkadaşım teftişinde çok heyecanlanmış.
“Bir ara baktım, iki kolumda yanlara açılıp yukarı kalkıyor.”
“Müfettiş heyecanlanma genç öğretmenim. Senin bu uzak köyde olman bile güzel.” Dediğini anlatmıştı arkadaşım. İlk teftişimiz çok başarılı geçti. Müfettişi okulda ağırladık. Güzel bir köy tavuğu ziyafeti çektik. Ertesi gün komşu köye giden müfettiş bizlere sarılarak vedalaştı. Hoşumuza giden güzel sözler söyledi… Elektriksiz, yolsuz bu uzak köydeki bir büyüğümüzden hoş sözler duymak bizi çok mutlu etmişti.
Ertesi yıl bir başka müfettiş geldi. Bölgeyi iyi tanıyan aynı ilin bir insanı. Sınıfımın akademik başarısını beğendi. Bazı antika müfettişler vardır. İllaki öğretmenin bir eksiğini bulmak isterler. Öğrencilerime şöyle bir soru sordu:
“Çamaşır yıkarken ilk önce ne yapılır?”
Çamaşır, temizlik konularını hayli işliyorduk derslerimizde. Önce sıcak suyla çamaşır yıkanmalı diye… Anlatılarımız olmuştu. Kendi köyümde yapılan bir piyeste aynı soruyu duymuştum. Çamaşırların soğuk suyla yıkandığından habersiz olacak kadar halktan kopuktu sayın müfettişimiz. Çamaşırlar renklerine göre ayrılmalıydı, doğru yanıt. Sınıfımızda kız öğrencilerin çok az oluşu da dikkatini çekmemişti… Kızlarımızın devamsızlığında bize makbul çaralar söylesin isterdim. Sıranın üstünde namazını eda etti. Belinde tabancası sarkıyordu. Emrivaki bir söylev çekerek komşu köye yollandı bu sayın büyüğümüz!
Öğretmenler arasında üst düzeyde güzel ilişkilerimiz vardı. Hafta sonları nahiyede buluşurduk. Spor yapacak bir düzlük bulmak mümkün değildi. Kahvehanelerde çay içer sohbetler yapardık… Nahiyede ortaokul açıldı. Eski bir ev kiralanmıştı ortaokul için. Nahiye ilkokulunun benden birkaç yıl kıdemli öğretmen ağabeyimize odun temin ettik bir hafta sonu. Yengemiz bize güzel bir öğle yemeği sundu. Öğretmen ağabeyimizin odasında zengin bir kitaplığı gözüme ilişti. O yıl ilkbahara kadar o kitaplıktan hayli kitap okudum.
Altıncı yılın sonunda Marmara Bölgesine atandım. Köyden eşyalarımı benim cefakâr bacılarım taşıdı omuzlarıyla nahiyeye kadar. İki kat yatağımdan yaptığımız denk ne kadar ağırdı. Komşu yenge taşıdı o ağır dengi, kadın haliyle. O güzel insanları hiç unutamam.
Memleketimden okulculuk öykülerim sürecek…
YORUMLAR
Merhaba İbrahim Hocam, eğitim sistemimizde kendi zamaninızdaki zorlukları güzel anlatmışsın.
O döneme ucundan kıyısından biz de yetişmiştik.
Öğretmenlerin sorunlarıı değişse de çileleri bitmiyor bir türlü, şimdi de KPSS engeli ile başları dertte.
Tebrik ederim, selamlar
İBRAHİM YILMAZ
sorunları, durumları anlatacağım kısmet olursa. bizleri idare edenlerin çocuklarımız için ne derece az ilgilendiklerini ve şark vurdumduymazlığı...hep yazacağım.
saygımla.
Değerli hocam gerçekten ne güzel bir tevafuk oldu yazınıza rast gelmem. Anlatımı itibariyle yazınız yaşattı bize bir bir ve bir kez daha kanıtladı yazınız, öğretmenliğin kutsallığını.
Çok uzun bir yorum getirmemin anlamı yok zira konuyu o kadar güzel sunmuşsunuz ki bizlere.
Geçenlerde okuduğum bir metinden aklımda kalanı kadarıyla; her şartta bu mesleği idame ettirmek eşsiz bir meziyet hele ki şartların bu denli ağır olduğu.
Atamamın yapılmasını beklerken evraklarımın geri dönmesi ve atama şansımı yitirmiş olmam benim için büyük bir hezimet olmuştu üstelik sırf bu yüzden mesleğimi bırakmış ve çalıştığım kurumdan istifamı vermiştim. Bir süre özel sektörde hizmet verdim ve devlet okullarında ücretli çalıştım. Sonrası ise...işte aranızdayım.
Değerli hocam yazınızı kutluyorum efendim. Ve tüm öğretmenlerimizin ellerinden öpüyorum ve rahmetli babamın da. Otuz yılı aşkın memleketin dört bir yanında hizmet veren babam ve nice kıymetli meslektaşı...Gönül gözünün en güzel örneğidir bu değerli meslek.
Yazınızın devamını bekliyor olacağım.
Işığınız hiç sönmesin efendim.
En derin saygılarımla hocam...
İBRAHİM YILMAZ
ben mesleği, öğretmenliği çok sevdim. çocukları-öğrencilerimi çok sevdim. seviyorum hala da. çok ama çok. çünkü çocuklar saftır, temiz ve durudur. çocuklar geleceğimizin teminatıdır.
istiyorum ki, bu mesleği sevenler yapsın öğretmenliği.
yurdumun çocukları üzülmesin, ağlamasın, yoksulluk nedir bilmesin.
saygımla... güzelliklerle kalın.
Edebiyat Defteri'nde yazan saygıdeğer şair-yazar arkadaşlarım, memleketimizde yaşanan okulculuk çalışmalarını yazıyorum. bu ikinci yazım bu alanda. amacım sırf anılarımı anlatmak değil. bu işi yaparken ülkemizi eğitim-öğretim çalışmalarındaki aksaklık ve gariplikleri anlatmak asıl amacım.
bu çarpıklıkların bilinmesini ve sorunlara çözüm yollarını da hep birlikte bulalım istiyorum.
saygımla...