- 950 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DAKTİLO
Ankara, Yenimahalle. Doğup, büyüdüğüm yer.
Yıllar önceydi. Bana sorarsanız her şey daha dün gibi. O vakitlerde yeni doğan bebekler büyüdüler de her birisi anne, baba oldu. Bazı anılar vardır buz kalıbından çıkarırsınız, sıcak bir yemek gibi servis edersiniz. Bazı anılar da vardır ki yaradır içinizde, sürekli kanayan bir yara.Yıllar geçer ama tazeliğini hep korur.
O kanatan yıllar her şeye rağmen yine de güzel yıllardı. Çünkü başımızda babamız vardı.İyi kötü yiyecek ekmeğimiz bulunur, ocakta tenceremiz kaynardı.Rahmetli babam ay sonunu zor getirirdi. Aylarca ev kirasını verememiştik. Elektriğimiz kesilmişti, bakkala, kasaba borcumuz birikmişti. Evimize icra gelmesin diye, kullanıla kullanıla haşatı çıkmış ev eşyalarımızın sağlam olanlarını babamın arkadaşı eskici Ömer amcaya ölü fiyatına satmıştık. O pazarlığı asla unutamam. "Al da hayrını gör." demişti babam titrek cümlelerle. İşi ucuza kapattım diye düşünen Ömer amcanın ağzı kulaklarına varmıştı. Babam ise düşünceliydi, üzgündü, dokunsalar ağlardı. Ağlamıştı ama göz yaşlarını içine atmıştı. Babam üzülmesin diye, evlatlarının karşısında mahcup duruma düştüğü anlaşılmasın diye gözlerimi kaçırmıştım. Biz üç kardeştik en çok da ben ağlamıştım. Bir çocuk için ne derin ne büyük, ne çok acılar yaşamıştım.
Ne zaman aklıma bu olay gelse anında ağlarım. Satılan o eşyalar arasında küçük bir teybimiz, antika bir radyomuz, annemin gelinlik komodini ve hepsinden önemlisi babamın yadigâr küçük bir daktilosu da vardı. Bizim ekmek teknemizdi. Babam işlerini sürdürebilmek için öz babasından yani büyükbabamdan daha sonra ödünç bir daktilo almıştı. Babam emekli olduktan sonra büyükbabamla birlikte Ankara Kızılay Karanfil sokakta bir apartman dairesini kiralamışlardı. Büyükbabam, kiraladıkları bu iş yerinde başka bir tercüme bürosundan sayfa başına tercüme işi alıyor, ingilizce türkçe tercüme yaparak para kazanıyordu. Babam ise bu iş yerinde oturuyor, çay demliyor, ortalığa çeki düzen veriyordu. Kendisine iş gelmesini günlerce, aylarca beklemişti ama nafile. Bir Allah’ın kulu bu sapa yere gelip dilekçe yazdırmak için uğramıyordu. Babamın geliri sadece emekli aylığıydı ve bu da ailemizin giderlerini karşılamıyordu. Büyükbabam muhtelif zamanlarda babama borç para veriyor, verdiği bu paraları bir deftere not alıyor ve babam emekli aylığını aldığında kendisine ödüyordu. İş yeri açılırken, babam depozitosu da dahil olmak üzere tüm giderlerini almış olduğu emekli ikramiyesinden karşılamıştı. Altı, yedi ay sonra burasını kapatmak zorunda kalmışlardı. Tabiri caizse öküz ölmüş, ortaklık bozulmuştu. Babam, daha sonra oturduğumuz mahallede kirası ucuz diye sokak arasından bir iş yeri kiralamıştı. Emekli olduğu Yenimahalle İlçe Nüfus Müdürlüğü’ndeki iş arkadaşları vasıtasıyla iş sahipleri ve muhtarlar babama dilekçe yazdırmak ve evlenme işlemlerini yaptırmak için geleceklerdi. Ancak burası da sapa bir yerdi ve kimse uğramıyordu. Babam öldükten sonra eşyalarına bakmak için iş yerine gittiğimde masasındaki takvimi karıştırırken babamın yazmış olduğu şu notu okumuştum: "Bugün siftah yok!" Sayfaları çevirdiğimde benzer notları okumuş, kahrolmuştum.
Babamı mezarına defnedip topluca evimize döndükten hemen sonra iş yerinin anahtarını kaşla göz arasında kız kardeşimden isteyip doğruca iş yerine gidenler de babamın öz babası ve babamın üvey annesiydi. Evde onları göremeyince anneme sormuş, annem de ağlayarak "Babanın iş yerinin anahtarını istediler, o acımla vermiş bulundum, anahtarı aldılar gittiler." demişti. Babamı defnettikten hemen sonra yangından mal kaçırır gibi oraya gitmek de neyin nesiydi? Zaman kaybetmeden koşarak iş yerine gidip kapıdan içeri girdiğimde büyükbabamı ve bizim cicianne dediğimiz üvey annesini, babamın masa çekmecesinde kilitli olarak muhafaza ettiği hatıra defterini okurlarken görmüştüm. "Babamı daha yeni defnetmişken siz burada ne yapıyorsunuz?" diye sormuş, ellerinden defteri almak istemiş, ama alamamıştım. Yalvarmış, yakarmış, o defteri onlardan geri istemiştim. Ağlayarak, "O defter babamın defteri. Kimseye vermem. Size de vermem. O defteri bana verin." demiştim. Önce vermek istemedilerse de, çözümünü de o anda bulmuşlardı. Kendilerine göre sakıncalı buldukları dört sayfayı defterden gözümün önünde yırtarak kendilerine almış, "İşimize yaramaz artık bu defter!" diyerek bana vermişlerdi. Babam bu hatıra defterini gözü gibi saklar, "Zamanı gelince okursunuz." derdi.
Defter elime geçtiğinde okumak için zamanını beklemiş, kendimi hazır hisettiğimde de baştan sona okumuştum. Ben yırtılan o sayfalarda babamın neler yazdığını az çok tahmin edebiliyordum. Defteri yırttıkları sayfalarda babamın yıllarca içine atıp hiç kimseye söyleyemediği sitem dolu cümleleri vardı. Babası, öz annesi ve üvey annesi ile ilgili duygu ve düşüncelerini o dört sayfada belirtmişti. Babam çocukluğundan itibaren hep dışlanmış, tabiri caizse annesiz ve babasız büyümüştü. Babamı anneannesi büyütmüştü. Babam öldükten sonra babamın kardeşleri de dahil olmak üzere kapımızı hiç çalmadılar. Bizi arayıp sormadılar.
İş bununla bitse yine iyi. Masanın üstündeki daktiloyu da gözümün önünde aldılar. Müdahale edememiştim. Çünkü fiziki olarak gücüm yetmemişti. Alt katta bulunan, yaz aylarında harçlık biriktirmek için çalıştığım kahvehaneye gidip durumu anlatmak ve birkaç kişiyle yukarıya çıkıp hem yırtılan o sayfaları hem de daktiloyu onlardan geri almayı o an düşünememiştim. Kahvehane sahibi Gecekondu Hasan ne de olsa hem patronum hem de babamın arkadaşıydı, beni de severdi. Cebirse cebir, şiddetse şiddet, onların anladıkları dilden konuşmasını bilirdi. Şimdiki aklım olsaydı bunu yapardım. Gecekondu Hasan öyle mert bir adamdı ki, haksızlığa asla tahammül etmez, bana gerekli yardımı yaptıktan sonra, şikayetçi olsalar dahi, iki şahitle olayı bağlar, "Ayakları kayıp kafalarını, gözlerini masaya vurdular." derdi.
Biliyordum ben, bu daktiloyu babam babasından ödünç almıştı. Ne olursa olsun bu daktilonun manevi değeri vardı, çünkü babamın elleri değmişti. Demek ki babamın ellerinin değdiği bu daktiloyu bizim satacağımızı düşündüler ve elimizden aldılar. Biz, emanete hıyanet etmezdik, çünkü biliyorduk ki, o daktilo ödünçtür ve sahibine geri verilmelidir. Babamın daha cesedi soğumamışken, acımız taptaze iken bazıları daktilolarının peşindeydi. Ölen başka birisi miydi yoksa? Babamdı yahu babam! Ölen ise kendi öz oğlu! Bu ne biçim bir vicdansızlıktır, bu nasıl bir davranıştır? Düşündükçe nefretim ve sitemim de artıyor. Yıllardır da içimden hiç çıkmadı bu öfke. Yapanın, edenin yanına asla kâr kalmaz ve ilahi adalet er geç tecelli eder, etti de, orası da ayrı mevzu.
Ağlamak güzeldir. Babam için ağlamak, ağlamaların en değerlisi ve özelidir.
O vakitler çocuktum, öğrenciydim. Elimden hiç bir şey gelmiyordu, çaresizdim. En azından o ödünç daktilonun bedelini o zaman ödeyebilseydim, babamın ellerinin değdiği bu hatırasına sahip olabilirdim. Keşkelerin hükmü yok ama, şimdi yaşasaydı babam, onu rahat ettirmek için her şeyi yapardım. Babamı yanımdan asla ayırmazdım.Yaş gününde daktilonun en güzelini en değerlisini hediye ederdim. "Canım babam, ne olur hiç bir şey düşünme ne olur hiç üzülme, dert etme kendine. Kötü günler geride kaldı, bunca yıl yorulduğun yeter, sen hep tebessüm et, hep mutlu ol." derdim. Babamın mutlu olması için her şeyi yapardım, her şeyi.
Şimdiki gençlere masal gibi gelir bu yazdıklarım. Ama benim için acıların en büyüğüdür. Bir şeyin değerini kaybettikten sonra anlıyor insan. İş işten geçiyor tabi. Babalarını üzen gençleri gördükçe çok üzülüyorum.Çocuklarıma da söylüyorum, "Hayatı ciddiye alın, öğütlerime kulak verin, kıymetimi öldükten sonra anlarsınız." diyorum.
"Bir musibet, bin nasihatten evladır." diye boşuna dememiş büyükler. Bazı değerleri anlamak için ille de başımıza büyük belaların gelmesi mi gerekir? Hayatta yaşanılan olaylardan ibret almalı, dersler çıkarmalıyız. Vakit çok geç olmadan.
Vecdi Murat SOYDAN
25/03/2016, Isparta