- 687 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
413 - ÖLÜMÜ ANLAMAK
Onur BİLGE
İnsan yaratılmışım. Mahlûkatın en şereflisi olarak… Allah’ın yeryüzündeki halifesi… Yaratan’a layık kul olabilmem, halifeliğin hakkını tam anlamıyla verebilmem gerekmekte… Bunun için her gün çeşitli şekillerde sınanmakta, dünyalıklarla ve rüyalıklarla bir biçimde imtihan edilerek yaratılanların en güzeli ve en mükemmeli olmanın bedelini ödemekteyim.
İnsan, ahsen-i takvimdir. Güzel olarak yaratılmıştır. O kadar güzel bir yaratılışla yaratılmıştır ki ona melekler bile imrenmektedir! Çünkü onlar irade nimetinden mahrumdurlar. İnsan irade sahibi, akıllı ve sorumludur. Dağlar taşlar kabul etmemiş, cesaret edememiş bu sorumluluğu taşımaya! Keşke bu kadar güzel, bu kadar mükemmel yaratılmış olmasaydım da, bu şekilde yaratılmanın hakkını verememe üzüntüsü ve endişesiyle kendimi yargılayıp yargılayıp böyle iç sıkıntılarıyla boğuşup durmasaydım!
Belli bir yaşa geldiğimden beri omuzlarıma yüklenen sorumluluğun altında ezilmekteyim! Bu yükümlülükten kurtulmam mümkün olsaydı keşke! Fakat ne yazık ki imkânsız! Ancak aklımı kaybedersem mümkün ki bunu kim ister! Sahip olduğum için şükredeceğim en önemli üç nimet, önem sırasına göre: Hayat, Akıl ve Sağlık…
İki seçenek var benim için. Ya en mükemmel şekilde düşünerek Kur’an’daki emirleri her zaman ama her zaman, ne pahasına olursa olsun yerine getirmeye çalışmalı ve gerçekleri dilimin döndüğünce ulaşabildiğim kişilere anlatmaya güç yetirebilmeli, bunu bir görev addetmeliyim, ya da günümüzün gailesiz insanları gibi gelecekteki hiç bitmeyecek yaşantımı mahvetme pahasına kendimi hayatın akışına bırakmalı, görüp göreceğim dünyayla sınırlıymış, ölüm ötesi diye bir şey yokmuş gibi yeryüzünde haramı, günahı aklıma getirmeksizin dilediğimce gülüp eğlenerek günümü gün etmeye bakmalıyım.
Birinci seçenek, çok zor! Benim yaşımdaki bir kız için değil, ellili altmışlı yaşlardaki kişiler için bile kolay değil ama ölüm var! Mahşer var! Hesap var!.. İkinci seçeneği tercih etmek, düpedüz aptallıktır!
Çisem öldü! Henüz on yedi yaşındaydı, toprağa girdiğinde! Henüz on yedi… O, dünyadan bir zerre koparamadı ama yer onu yedi!..
Her an saniye saniye yaklaşmaktayım sonuma! Kaçıp gidemem! Uzaklaşamam! Erteleyemem!
Toprak nasıl bir anadır ki kediler gibi doğurduklarını yemekte!
Çisem öldü. Kaza olduğu bana da inandırıcı gelmiyor. Mutlaka intihar etmiştir! Çok derin kederler içindeydi. Ancak bize intihar yasaklanmış. Canımızı Allah bahşetti ve sadece O alabilir! İnancımıza göre canını intihar suretiyle şeytana teslim eden, cehennemliktir. Onun için o kadar cesaret sahibi değilim, ahmak da değilim.
Bu zamana kadar, bilerek ya da bilmeyerek ne kadar kalp kırmışımdır, ne kadar kişiyi incitmiş, yaratılanlara kim bilir ne kadar zarar vermişimdir! Günahlarımı düşündüğümde daralıyorum! Canlılara zarar vermek suretiyle hiçbir günah işlememiş olsam bile ya birileri hakkında gıyabında konuşmuş ya da konuşulanları işitmişimdir ki bu dahi şiddetle yasaklananlar arasındadır.
Çisem’in bile ölümünden önce ve sonra hakkında o kadar çok şey konuşulmuştur ki bu bile günah olarak hepimize yeter. Onun hakkında yapılan dedikoduları, iftira ve zanları aklımdan geçirdiğimde kanım donuyor! Ona benzemez kim bilir kaç kişi için konuşmuş veya konuşulanları işitmişimdir.
Öyle bir durumdayım ki tarifi imkânsız! İçimde bir hengame!.. Sanki gündüzler ve geceler boyunca ruhumda koşuşturan, kudurmuş gibi kendilerini oradan oraya atan huzursuz yaratıklar var! Beynimi alt üst etmekte, yüreğimdeki odacıklarda duvardan duvara çarpıp durmaktalar! Ne kadar hatam varsa ortaya çıkarmakta, bu zamana kadar işlenen, hafızamın ücra köşelerine istiflenen tüm günahlarımı yerlerinden çıkarmakta, tozu dumana katarak ne varsa hepsini havaya kaldırmaktalar. Onlar birer birer aklıma gelmekte, gözümün önünde canlanmakta, içimden bir ses, bilerek bilmeyerek incittiğim yaratıklar namına sorgulama yapmakta… O yetmezmiş gibi şu veya bu sebeple, çoğu zaman sudan nedenlerle geciktirdiğim, henüz vaktim olduğundan yüzde yüz eminmişim gibi ertelediğim, halen fırsat yaratıp da kaza edemediğim farz ibadetlerim konusunda: “Sonra kaza ederim!” sözümü ne zaman yerine getireceğimi sormada… “İnşallah, en yakın zamanda… Bir yerlerden başlamayım mutlaka! Geç bile kaldım! Ya yarına çıkmazsam! Öyle ya… Kazası var belası var!” diye düşünmesem, yatışmam büsbütün olanaksız! İyi ki sık sık zikir, dua ve tefekkür etmekteyim! Ruhum ve aklım zikir ve fikirle meşgul, gönlüm aşkla sarhoş, sabahlara kadar yanmaktayım!
Vicdan muhakemesi yapmak bunalttıkça bunalttığında, kaleme kâğıda sarılarak, günah çıkarırcasına içimi dökmeye başladığımda, kalem kâğıdın üzerinde, ruhum yedi kat göklerde sema etmeye başlıyor ve ben ancak bu şekilde huzura kavuşabiliyorum.
Ettiğim vaatleri gerçekleştirememenin azabını, kendimi yazılı olarak hesaba çekmek suretiyle hafifletmeye çalışıyorum. Başka türlü rahatlayamıyorum. Söz uçar, yazı kalır. Şayet unutursam görevlerimi, geleceğe dair vermiş olduğum sözleri, sık sık dünyamı alt üst eden bu tür düşüncelerimi, belki yazdıklarımı okudukça anımsar, emirleri birer birer ve zamanında yerine getirmeye, gerekenleri yavaş yavaş gerçekleştirmeye gayret ederim.
Zaten mecâzi aşkın yeterince yıprattığı yüreğim lime lime… Çılgın gönlüm sevmekten harap olmuş vaziyette! Ruh yorgun, beden yorgun… Öyle ele avuca sığmaz bir yaradılışım var ki! Gündüzler yetmiyor, gecelerden çalıyorum. Çok güveniyorum gençliğime, enerjime. Ömrüm boyunca hep böyle zinde kalacağım sanıyorum ve bu hayat bende hiç bitmeyecek…
Engel tanımayan, asi bir ruha sahibim. Sanki Antalya’nın temmuz güneşiyim, Bursa’nın gümrah deli ormanları… Akdeniz, boylu boyunca ayaklarımın altındadır, Uludağ’a hep sırtımı yaslayıp duracağımı ve bu uçsuz bucaksız ovaya alabildiğine yayılıp sonsuza kadar huzur içinde ömür süreceğim... Sanki Osmanlı Devletiydim, Cumhuriyetimi ilan etmişim, hiç sarsılmayacak, asla yıkılmayacağım ve ilelebet payidar olacağım!
Antalya’nın merkezinde yer alan Andızlık Mezarlığının yanındaki yoldan ya da daha kestirme diyerek içinden her geçişimde veya kabir ziyaretine gittiğim zamanlarda, evlerinden barklarından alınarak oraya birer birer getirilip yerlerine yerleştirilen, yıllardır üst üste yatırılarak istiflenen vücutlarıyla beslenerek ormana dönüşen mekânlarından yükselen, kentimin o güzelim meltemine karışan çam kokularıyla ziyaretlerine gelenlere yahut oralardan geçenlere ulaşarak varlıklarını hissettiren ruhların, tüketmiş oldukları hayatları boyunca taşımakta oldukları sorumlulukları yerine getirip getirmediklerine dair bilgileri içeren belgelerin kitaplaştırılarak, tekrar bedenlendirildiklerinde boyunlarına asılacağını düşünür, topraklara karışarak beklemede kalan suskun varlıklarını hisseder, hiç ses çıkmayan kabirlerini, başuçlarında sükût içinde sakin sakin bekleyen, noktalanan yaşamlarını iki tarih arasına sıkıştırılan tireyle ifade eden mezar taşlarına bakar, bizlere bahşedilen her nimet gibi bir süreliğine emanet olarak bırakıldığı için vakti geldiği zaman ister istemez Sahibine iade edilen hayatların nasıl tüketilmiş olduklarını merak eder, hayat hikâyelerinin yazılı olduğu defterlerinin ellerine hangi taraflarından verileceğinin endişesiyle irkilir, o kimsenin kimseye fayda veremeyeceği mahşer gününü hayal eder, bükülen boyunlarıyla çaresizlik içinde koşuşturan, bir parçacık sevap için dilenciler gibi yalvar yakar birbirlerine avuç açan, kendi başlarını kurtarmanın derdine düşen anaların babaların evlatlarından, evlatların analarından babalarından kaçtıkları, Peygamberlerin bile sorgulanacakları, hem de ümmetlerinin ilk hesaba tabi tutulacak olanları olduğu, herkesin: “Nefsi!.. Nefsi!..” diye, Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi Vessellem’in Allah’ın huzurunda diz çökerek, secdeye kapanarak gözyaşları içinde: “ÜMMETİ!.. ÜMMETİ!..” diye bizim kurtulmamız için yalvardığı, Kur’an-ı Kerimde: “Yaklaşıyor yaklaşmakta olan!” diye bahsedilen, inanmayanların: “O gün ne zaman gelecek?” diye alaycı bir şekilde sordukları, hafife aldıkları, yüz yüze geldiklerinde yakinen tanık oldukları Kıyametin koptuğu, insanların kabirlerinden çıkarak Rablerine doğru koşmaya başladıkları Bas Gününü tahayyül eder, her birimize lutfedilen zamanın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlar, bir dakikasının bile ziyan edilmemesi gerektiğinin bilinci içinde ölüm, kıyamet ve ahireti tefekkür ederken, insan olarak yaratılmış olmanın sorumluluğunu idrak etmeye çalışırken dehşetler içinde kalırdım!..
Bursa’daki eski mezarlıklar park haline getirilmiş. Ulu ağaçların altındaki cesetler nakledilmiş, yok olmuş ya da unutulmuş, muhtelif yerlere konan banklarda canlılar oturmakta ve doya doya çam havası teneffüs etmekte… Eski camileri, tarihi yapıları ve evliya türbeleriyle mistik bir havaya bürünmüş olduğundan mıdır, nedendir, bu ilde yaşayanların hepsi dindar, kabirlerdekilerin hepsi cennetlikmiş gibi geliyor bana. Emirsultan Mezarlığı da öyle Andızlık gibi ağaçlık, karanlık ve korkunç değil. Sakinleri Emir Sultan Hazretlerinin gölgesinde, müritleri gibiler, sanki o tepede piknikteler, şehri tebessümle temaşa etmekteler.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 413
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.