- 684 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Edebiyat,Sanat ve Delilik
Edebiyat,Sanat ve Delilik
Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; şairlerin, yazarların, ressamların ve diğer sanat dallarıyla ilgilenmiş ve yazdıklarıyla, çizdikleriyle meşhur olmuş, yaşarken kıymeti bilinmemiş, ama öldüklerinde ün salmış tüm sanat insanlarının -tüm demeyelim de bir kısım insanların- hayatlarını gözden geçirdiğimizde hepsinin bir psikolojik sorunu olduğunu görürsünüz.
Bunlardan beni en çok etkileyen isim ressam Fikret Mualla’nın hayatı oldu. Ailesi kız bebek bekliyordur, ismini bile hazırlamışlardır o isim “Mualla”dır, ama kısmetlerinde erkek bebek vardır.
Fikret Mualla doğar, ilkokul çağlarında bir kaza geçirir ve topal kalır, daha sonra annesini kaybeder, annesini kaybettikten sonra büyük bir boşluğa düşer ve kendisini yalnızlığın kollarında bulur. Babası annesi öldükten kısa bir süre sonra kendisinden yaşça küçük bir kızla evlenir, Fikret Mualla bu duruma bir hayli hiddetlenir ve babası ile arası bozulur.
Polis fobisi, alkol bağımlılığı ve daha birçok sorun nedeni ile psikolojik sorunlar yaşar, bir süre hastanede tedavi görür, ama iyileşemez. Kendisine en iyi gelen şeyi yapar; bu kadar sorun ve sıkıntılara rağmen, resimdir o. Ondan asla vazgeçmez.
Fikret Mualla Paris’te yaşadığı dönemlerde bira alacak parası kalmadığında barlara resim yapar ve birasını o şekilde alırmış.
Kendini yalnız hisseden, hayattan, insanlardan kaçan kişilerin hep bir sığınağı vardır, kimisi Fikret Mualla gibi ressam olmuş, kimi şair, kimi yazar, kimi oyuncu..
Ve bu tarz insanlar hep işlerini iyi yapmışlar. Halide Edip Adıvar da annesi öldükten sonra kendisini boşlukta bulmuş ve yazmaya başlamış. Neyzen Tevfik de aynı şekilde Fikret Mualla ile aynı hastanede tedavi görmüş.
Delilik hali yaşamış insanların ufukları diğer insanlara göre açık oluyor sanırım. Geçenlerde bir söz okumuştum, “Doğruyu bir çocuklar bir deliler söyler” diye. Hislerine yalan katmadan aktarma en güzel olay olmalı.
Aşk şiirleri yazan şairlerin ruh halini bir düşünün; yine yalnızlar, platonik aşıklar... ne çevresine söyleyebiliyor, ne aşık olduğu kadına/adama. Alıyor kalemi eline şiir yazıyor aşkına, şâir oluyor. Onu şâir yapan aşkı mı yoksa yaşadığı delilik hâli mi, işte olay burada kopuyor.
Mona Roza’yı bilirsiniz; Sezai Karakoç’un yıllar sonra sevdiğini kadına yazdığı ortaya çıkan sır şiiri. Sevdiği kadına ulaşamamanın verdiği ızdırapla acılar, buhranlar, uykusuz geceler, huzursuz günler geçiren, kimsenin fark etmediği yarasıyla başa çıkmaya çalışan bir adam bunu yazabilir ancak, değil mi?
Mutlu insanların işi değildir sanat, hep mutsuzluktan doğmuş, mutlu olmak için yapılmıştır. Kaçıştır insanın kendisinden, kurtuluştur, kayboluştur ve kendisini yeniden buluştur sanat, edebiyat..
Yaşmak istediğini, yaşayamadığını, anlatamadığını, kimsenin bilmesini istemediği şeyleri bir zaman sonra herkesin bilmesini istediği hâle dönüşen alevli dönemlerin ürünleridir, resimler, şiirler, yazılar, oyunlar, romanlar. Akıl hastanesinden kaçıştır, tedavi yöntemidir, kendi yarasını kendisinin sarmasıdır tüm bu olaylar.
Şifâsı ne yâr da ne doktorda. Şiirde, tualde, kalemde, defterde, sözlerde, belki bir neyde, ya da kemanda..
Şifa edebiyatta, sanatta..
Ahu Öztürk
YORUMLAR
geleceğe miras olarak ancak bahsettiğiniz (başka ülkelerdeki edebi şahsiyetlerin de bizdekiyle kaderleri ortak.)kişilerin eserleri kalıyor.ruhlarında kopan fırtına ve gelgitler onları diğer insanlardan farklı kılıyor,eserler ortaya çıkıyor.bence doğuştan bahşedilen yetenekleri takdire şayandır. bence garip,parasız bir hayat sürmeleri hak ettikleri değer kendilerine verilmemesindendir.bir de sanatçı yaşadığı toplumun kültürüne yabancıysa daha çok mutsuz olur.Çok güzel bir yazı yazıp önemli bir soruna değinmişsiniz,kutluyorum.