- 432 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARŞILIKSIZ YAŞAMAK
Bize vermenin gerçek anlamı değil, sadece görüntüsü öğretilmiştir. J.Krishnamurti
Hayat bir tahterevalli gibi; kâh iniyoruz kâh çıkıyoruz. Ancak, tahterevalli için karşımızda oturacak birisine ihtiyacımız var. Aynı zamanda, karşımızda oturan kişinin de, zaman zaman ağır gelmesi gerekli. Aksi durumda hep aşağılarda kalmak zorundayız. Tahterevallide hareket olmazsa bir anlam da olmaz. Hareketsiz bir yaşam, yaşam olmaktan çıkar. İşte bu nedenle, hep karşımızda birilerini arıyoruz. Tahterevallide, karşımızdakine muhtaç olduğumuz gerçeğini hemen unutuyoruz. Karşımızdakini bir rakip olarak algılamaya başlıyoruz. Tabii doğal olarak çekişme de başlamış oluyor. Amaç, her durumda tahterevallide hep yukarıda veya aşağıda kalmak. Tüm yaşamımız bu tür mücadele içerisinde değil mi? Hep kazanmak, üstte olmak yaşamın olmazsa olmazı haline geliyor ne yazık ki!
İşte hayatımız! Hep üstte kalma mücadelesi içerisindeyiz. Her şeye sahip olma arzusu bizi ele geçirmiş, âdeta esir almış durumda. Hep alma, hep alma: Zaten bize vermenin gerçek anlamı öğretilmemiştir; sadece görüntüsü öğretilmiştir; der bir düşünür. Karşınızdaki kişiye ne verirseniz verin, bir karşılığı olmamalıdır. Ne yazıki ki, çocukluğumuzdan beri bize, her şeyin, vermenin de bir karşılığı olması gerektiği öğretilmiştir. Örneklemek gerekirse: Komşunuza, bahçenizdeki meyve ağacından kopardığınız bir torba meyve verdiğiniz zaman, muhakkak komşunuzun da size bir şeyler vermesini beklersiniz. Veya gönlünüzden kopan herhangi bir yiyecek... vs tabakla gönderdiğiniz zaman, tabağın size dolu olarak gelmesini beklersiniz. Bunu da, bir incelik olarak kabul etme kılıfına sarmalarsınız. Çok daha kötüsü, yolda selâm verdiğiniz kişinin, selâmınıza karşılık vermesini hepimiz bekleriz. Selâmımıza karşılık alamaz isek, sinirleniriz, adam yerine konmadığımız hissine kapılırız ve o kişiyle selâmı sabahı keseriz.
Daha da ilginç olanı, verdiğimiz armağana eş değer veya daha fazla bir armağan beklememizdir. Bunun en tipik örnekleri düğün ve nikâh törenlerinde yaşanır. Düğün ve nikâh törenlerinde gelin veya damada takılan takıların hesabı asla unutulmaz. Günü gelince aynı değerde bir takının, bizim düğün veya nikâh törenimizde karşılığını bekler dururuz. Ve bu beklenti en ufak bir sıkılma, utanma duyulmadan dile getirilir. Zamanı gelince bu durumu etrafa bazen ima yoluyla bazen de doğrudan ifade etmekten asla çekinmeyiz.
Karşılık beklemenin, ve dahi karşılık almanın ilişkileri güçlendireceği fikrine saplanıp kalırız. Acaba ne kadar doğru? Hiç hayatımıza giren insanlarla olan ilişkilerimize bu açıdan baktınız mı? Neden hep karşılık bekleriz? Bu dünyada karşılık beklemeden yaşarsak, ne kadar özgür olacağımızın farkında değil miyiz? Karşımızdaki kişiye verdiğimiz her ne ise, bizi kendine esir etmiştir artık. Beklenti içinde kalmak, kendimizi karşımızdaki kişiye bağlamış vede özgürlüğümüz elimizden uçup gitmiştir. Eğer hiç bir beklentiniz olmazsa, zihniniz tamamen özgürdür. Bu durumda, vermenin, hiç bir karşılık beklemeden vermenin bize vereceği iç huzurunu hissedebiliyor musunuz? Tamamen içinizden geldiği gibi, gönlünüzden koptuğu şekilde, hiç bir beklenti içinde kalmadan paylaşmanın verdiği lezzeti tatmanın ne demek olduğundan, bu kadar uzak kalmak için değer mi?
Bu şekilde davranmak doğamıza ters diye içinizden geçiriyorsunuzdur. Madem ki insan olmanın onurunu taşıyoruz: O halde bu onuru hak edebilmeliyiz. Hak edebilmek için de, ne kadar zor olursa olsun, mücadele etmeliyiz. Belki karşılık beklemeyince, hep kaybetmiş görüneceğiz. Çevremiz tarafında eleştirileceğiz, belki arkamızdan enayi/aptal diyecekler. Olsun, önemli olan zoru başarmak değil mi zaten? Burada bir düşünürün veciz bir deyişini sizlerle paylaşmak isterim : “Herkes gibi yaşarsan, özgür olmazsın ama yalnız kalmazsın; kendin gibi yaşarsan yalnız kalırsın, ama, özgür olursun.” Gerçi karşılıksız verince asla yalnız kalmazsınız; çünkü çevremizdekiler karşılıksız almaya çok isteklidir. Böyle bir kişi enayi olarak algılandığından, etrafımız hep dolu olacaktır. Ama gerçekte yalnızsındır.
Verdiğiniz kişiyi ve verdiğiniz şeyi, eğer unutmayı başarabilirseniz işte o zaman gerçekten vermeyi becermiş olursunuz. Hiç bir beklentiniz yoktur artık. Elinizdeki avucunuzdaki her şeyi dağıtmayı kastetmiyorum tabiiki. Sadece vermiş olmak için de vermemelisiniz. İçinizden geldiği zaman, gönlünüzde geçtiği zaman veriniz. İhtiyaç duyulduğunu hissettiğiniz bir şeyi veriniz. Durup dururken, ihtiyaç duyulmayan bir şeyi vermenin de bir anlamı yoktur. Bir şey vaktinde, yeri geldiği zaman karşımızdaki kişiye verirsek bir anlam ifade eder. “El ile gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez”; deyişinde de belirtildiği üzere, ihtiyacı olana vaktinde erişebilmeyi becerebilmeliyiz. Verirken içimizde en ufak bir acaba kırıntısı dahi olmamalıdır. Eğer en ufak bir tereddütünüz varsa vermeyiniz. Böyle bir durum, istemeseniz dahi, aklınızı kurcalayacaktır. Yani unutmak mümkün olmayacak; bir karşılık beklemek duygusunu belirecek, dolayısı ile gerçek bir veriş vuku bulmayacaktır.
Vermek ve almak, alışveriş, diğer bir deyişle ticaretin diğer bir adıdır. Bizler yaşamı bir alışveriş olarak görmek eğilimindeyiz. Alışverişten kârlı çıkmak için, vermekten daha çok almalıyız. İşte bu husus âdeta beynimize kazınmış durumdadır. Her durumda ve şartta, yaptığımız her işte, bizi yönlendirir. Bu düşünce sisteminden kendimizi kurtarmak çok büyük bir cesaret ve kararlılık gerektirir. Aile içinde de aynı durum geçerlidir. Ana baba olarak çocuklarımızı yetiştirmek temel görevimizdir. Bunun, asli görevimiz olduğunu unutup, yaptıklarımızın karşılığını bekleye başlarız. İşte o zaman, çocuklarımıza yaptıklarımızın hiç bir anlamı kalmaz. Ne yazık ki, toplumumuzda karşılık bekleme, aile bireyleri arasına dahi girebilmiştir. Bunu da kuvvetli aile bağı olarak ile adlandırarak, karşılık beklemenin en doğal hak olduğunu savunuruz.
Karşılık beklemek olgusunun insanlar arasında hemen hemen her konuda çok yaygın olmasında, dinî inanışların da çok büyük bir etkisi vardır. Tüm inanışlarda, yapılan hareketlerin, karşılığı olduğu, yaşarken veya öldükten sonra muhakkak bir karşılığı olduğu belirtilir. Yapılan hareketlerin, davranışların karşılığının iyi veya kötü olmasına göre, ceza veya mükâfat vadedilmektedir. Diğer bir deyişle; cennet ve cehennem kavramları bu karşılığın sonuçları olarak ortaya konulmuştur. Karşılıksız hiç bir şeyin olamayacağı, tüm inanışlar tarafından, inanışların temeli olarak kabul edilmiştir. Zaten, cennet ve cehennem kavramlarını kaldırın, dini inanışların da yok olacağı kaçınılmazdır. İşte, yaşam boyunca her söz ve davranışımızın neden karşılıksız olamayacağının, karşılık beklemeden hoş, güzel, iyi davranışlar sergileyememizin temelinde yatan esas sebep budur. Bir beklenti içinde kalarak, zorlama ile iyilik yapmak mı, yoksa hiç bir beklenti olmadan tüm canlılara iyi davranmak mı daha değerlidir ?
Yukarıda yazdığım veciz cümleyi tekrarlamak istiyorum: Bize vermenin gerçek anlamı değil, sadece görüntüsü öğretilmiştir. Artık, gerçekten vermenin; karşılık beklentisi içine girmeden vermenin, bizi ne kadar özgür bırakacağını, aramızdaki görünmez duvarları yıkacağını; içimizin huzurla dolmasını sağlayacağını, görmenin vakti geldi de, geçiyor. Şimdiden tezi yok uygulamaya başlayalım. Ben falanca arkadaşımı aradım, şimdi sıra onda, karşılık vermesi gerekir, gibi çok basit ilişkileri bir kenara bırakalım. İçimizden geliyorsa, arkadaşımızın, dostumuzun sesini duymaktan hoşnutsak, siz arayın, defalarca siz arayın; ne kaybedersiniz! İşte size ilk uygulamalardan biri. İşe buradan başlayarak, karşılık beklemeden yaşamayı hayatımıza sokabiliriz belki. Uygulamaya değmez mi? Ne dersiniz?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.