- 479 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
411 - NAMAZ
Onur BİLGE
Havada ve karada yapılmakta olan savaş, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin ikinci kez ateşkes çağrısında bulunması üzerine, Kıbrıs Barış Harekâtı sona erdi. Rahat bir nefes aldık.
Hafta sonu tatili iki güne çıktı ya, bu cumartesi de Virane doldu taştı, bize oturacak yer kalmadı. Boşalan tenekelerin üstüne minderler, kitaplar koyarak oturduk. Duygu ile Ahmet servise yetişemiyor. Neşe onlara yardım ediyor. Öğle zamanları böyle oluyor. Tost kokuları, rutubet ve çay kokusunu bastırıyor.
İhsan, top oynarken ayağını kırmış. Gelen giden alçısına imza atıyor, bir şeyler yazıyor. Fulya da kalp çizdi, dile düştü. Sanki herkes böyle bir şey bekliyormuş da fırsat kolluyormuş gibi… Şaka yapanların yanı sıra gerçekten sıkıştırmaya başlayanlar da oldu. Bizim masada bir curcunadır gidiyor! Fulya, beraat edebilmek için ona buna laf yetiştirmekten harap oldu. İhsan, zaten kendi derdinde… Bir de bu çıktı:
“Yapmayın arkadaşlar, ya! Dalga geçmeyin adamla!” diyor. “Bakın şimdi kalkıp gideceğim ha! Pişman etmeyin adamı şuraya geldiğine! Fulya ya! Sus be kızım sen de artık! Baş edemezsin onlarla!” Fulya:
“Ya, manyak bunlar! Kafayı yemişler! Baksana neler diyorlar!” diye ona da cevap yetiştiriyor. Yanakları al al olmuş, utançtan… Öfkeyle veryansın etmede…
Define’nin beli ağrıyor. Terli terli cereyanda oturmuş yine, her tarafı tutulmuş. Nermin’in bileği incinmiş, mendiliyle sarmış. Duygu salata yaparken bıçak kaymış, sol elinde yara bandı…
Tartışanlar, sataşanlar, savunma yapanlar yetmezmiş gibi bir de muharip gaziler… Sanki savaştan gelmişler! Orçun, her zamanki gibi okuldaki görevini dışarıda da sürdürmeye devam ediyor, o ağır ağabey tavrıyla otoritesini kullanarak ortamı sakinleştirmeye çalışıyordu. En sonunda, ayağa kalkıp kollarını açtı ve iyice sesini yükselterek herkesin yüzüne hızla şöyle bir bakarak:
“Yeter artık! Bir durun ya! Susun biraz!.. Ben bir şey anlatacağım. Dinlemek isteyen susup dinlesin, dinlemek istemeyen, ortamı terk etsin!” dedi ve Define’ye döndü:
“Dedeciğim, bu gece ben bir rüya gördüm. İnan ki çok korktum! Böyle bir dağ var… Uludağ gibi çok yüksek ve yemyeşil ağaçlarla kaplı ama benim bulunduğum yerdekilerin rengi belli olmuyor. Ben, aşağıdaki ormanın içindeyim. Her taraf kapkaranlık, zifir zindan… Dağın tepesinde bir ışık… Her yeri aydınlatıyor. Deniz feneri gibi belli aralıklarla yanıp sönüyor. Gözlerimi ondan alamıyorum. Beyaz bir ışık ama parlak, bembeyaz…
Yukarıdakiler o yanıp sönen ışıkla aydınlanıyor. Aydınlandıkça harika renkler meydana çıkıyor. Yeşilin her tonu… En koyusundan en açığına kadar… Aralarında yalbır yalbır sarı ve beyaz ışıltılar dalgalanıyor…
Ne tarafa gideceğimi kestiremezken, dağ yolu görünüyor. Oradan aşağıya inmekte olan bir deve ve arkasında kocaman mı kocaman iki öküz… Onlar aşağıya inerlerken ben de yukarıya doğru çıkıyorum. O ara ara vuran ışıkta devenin ağzının kenarlarında köpükler görüyorum. Aramızda az bir mesafe kaldı, deve bütün dişleri görünürcesine ağzını açarak bana anlayamadığım bir şeyler söyledi. Sanki bir yabancı dil konuşuyordu. Ben de ona bir şeyler söylemeye kalktım. Ürktü, hızla yokuş aşağıya koşmaya başladı. Öküzler de arkasından…
Ben tam onlardan kurtuldum diye sevinecekken, sol ayağımla yuvarlak bir şeye basmamla beraber, bacağıma dolanması bir oldu! Çatal dilli, bir yılan… Sokmasın diye kıpırdamadım, sağ elimde ince bir kitap var. Bükmüşüm, tutuyorum. Gayriihtiyari onunla kafasına vurdum. Başı düşüverdi, ayağımı saldı. Yavaşça uzaklaştım ama bu defa basacağım yere baka baka… Etrafta çil yavrusu gibi dağılan, oraya buraya kaçışan üç dört karış boyunda, başparmağım kalınlığında bir sürü yılan var. Arap harfleri gibiler… Ne düz gidiyorlar, ne kavisleniyorlar. O çeşitli harfler gibi öylece, duruşlarını bozmadan dağılıp uzaklaşıyorlar…
Yeraltından gelen uğultular duyuyorum. Sanki bir ordu zikrediyor. Aynen şöyle bir ses: “Allahu Ekber, Allahu Ekber! La İlahe İllallah! Hu Allahu Ekber…” Bu kadar söyleniyor, başa dönülüyor. Net değil. Fakat ben bunu daha önce çok duydum. Gerisi olacaktı. Bence eksik… Musiki halinde söylüyorlar. Hacda mı söyleniyordu? Hacılar mı söylüyordu? Bu şekilde yol boyu o zikir sesiyle ilerledim.
O sesler giderek azaldı, bu defa gökyüzü savaş uçağı doldu. Beş on derken… Dağın çeşitli yerlerine inmeye başladılar. “Pist falan yok, çakılacaklar!..” diyorum. O dağ, eski bir yanardağmış. İnfilak edecekmiş. Onu araştırmak için gelmişler. Bir sürü adam indi içlerinden, her yere dağıldılar. Madenci şapkaları gibi başlıklar giymişlerdi. Önlerini aydınlatan ışıkları vardı. Rahatça ilerleyebiliyorlardı.”
“Baret… Baret denir onlara… Üstü sert, içi yumuşak. Kafaya oturmaz. Kafatasını korur.” dedi, Ayhan. Onun babası da maden işçisi… Yerin altı yüz metre altında çalışıyor. Define:
“Bitti mi Orçun?” diye sordu.
“Bitti sayılır. Az kaldı, dede… Onlar araştırmaya başlayınca, yeraltında ne kadar tarlafaresi, varsa çıkmaya başladı. Onlardan korkmuş gibilerdi. Ben de onlardan korktum. Zirveye çıkacaktım, geri döneye kadar verdim. O sırada bir kapı kapandı. “Drank!..” diye çarpınca, ödüm koptu! Yanardağ faaliyete geçti zannettim. O sesle bir uyandım! Kan ter içindeydim! Sanki tarlada çalışmışım!.. Allah hayra çıkarsın! Ben bir günah mı işledim acaba?”
“Sen de benim hanım gibi ne kadar uzun rüya görürmüşsün, film gibi yahu! Ay! Esnemekten ağzım yırtılacak!.. Masal dinlemişim gibi uykum geldi. İyi, güzel, anlattın da… Ben de sözünün önüne geçmek istemedim. Sen anlattıkça ben yenileri düşünürken ilk anlattıklarını aklımda tutamadım. Sona geldiğinde başını tamamen unuttum. Dur bir kafamı toparlayayım!”
“Ben sana tekrar, safha safha anlatayım, sen yor, o zaman.”
“Nefsi Emmare sıfatları bunlar. Bu hayvanlar… Dağ dedin, değil mi? O yemyeşil dağa tırmanmaktasın. O dağ, İslamiyeti temsil ediyor. O ışık, nurdur. O dağ, Nur Dağı… Oraya, o mağaraya O/Nur indi. Kur’an, orada indirilmeye başlandı. Onun indirilişi bölüm bölüm, ayet ayetti. Kesik kesik ışıklar, işte o ayetlerdir. Her ayet, cehalet karanlığını aydınlattı. O yeşil ağaçlar, mümin ve mümineler… Hani yerin altından zikredenler… Onlar da yeryüzünden gelmiş geçmiş Müslümanlar…
Çok şey var açıklanması gereken… Hangi birini anlatayım? Bu senin rüyan, tamamen gafletten uyarıya işaret! Allah sana ayan beyan her şeyi göstermiş. “Ayağını denk al!” demiş kısaca.
İbadete yeni başlayanlara veya başlamak isteyenlere böyle onların yollarını aydınlatıcı rüyalar gösterilir. Neden o zamana kadar değil de tam ibadet etmek üzereyken veya niyetine girmişken? Çünkü onlar, iman hususunda epey bir şey kazanmış insanlardır ve artık bunların gösterilmesinde sakınca kalmamıştır.
Dinimiz, gabya imanı gerektirmekte. Gösterildikten sonra imanın hükmü kalmaz. Önemli olan görmeden iman etmek… İman pekişti mi bu tür lütuflar gelmeye başlar. Hanya Konya gösterilir. İlahi kanaldan gelen bu tür zuhurat şeklindeki rüyalarla imanın tamamlanmasına yardım edilir.
Allah’ın emirlerinin hafife alınmaması gerektiği, orada azabın çetin olacağı ve kurtuluş yolları gösterilir. Bizim için, imandan sonra en önemli olan, beş vakit namazdır! Namaza devam!..”
“Kılıyorum da dede… Her zaman değil. O yüzden huzursuzum zaten. İçim içimi yiyor!”
“Gördüğün vahşi ve ehil hayvanlar, senin nefsin… Onlarla burada baş edemezsen, orada hiç baş edemeyeceksin, bunu iyi bil! Kabir ve cehennem azapları var. Kabrinde yapayalnız bırakıldığında, aynen bu ormandaki olanlar olsa, daha fazlası ve kıyamete kadar sürse, tahammül edebilir misin bu hadiseye?”
“Aman dede! Sus, Allah aşkına! Allah korusun!.. Öldüm öldüm dirildim ya!.. Sıkıntıdan ter paçamdan akmış!”
“O elindeki ne kitabıydı? Hani yuvarlayıp, rulo yaptığın… Onu merak ettim.”
“Ha! O mu? O şey… Dede, benim öyle bir kitabım vardı. Küçükken… Yazları eski yazı olan... Onunla Kur’an kursuna giderdik. Neydi onun adı? Sen söyle! Elifba… Elifba…”
“Ne oldu? Öğrenebildin mi bari?”
“Yok be dede… İşte bir heveslendik, gittik biraz. Sonra oyun daha cazip geldi. Azıcık da zora gelemedik. Harfleri falan öğrenmiştim de… İşte tam birleştirecektik… Vazgeçtik.”
“Sağa sola kaçışan yılanlar o harfler gibiydi, değil mi? Bu, sana bir şey anlatıyor mu, Orçun?”
“Evet, ya dedeciğim. O benim hiç aklıma gelmedi. O kitap, o harfler… O Elifba şeklinde yılanlar… Kıvrılmadan bükülmeden öylece kaçışıyorlardı ama yılan şeklindeydiler.”
“Onun yorumunu sana bırakıyorum. İyi bari kininle, kinciliğinle birazcık başa çıkabilmişsin. Oburluğunla da öyle… Büyükbaş hayvanları kaçırmışsın. O kötü huylardan kurtulman için onları öldürmeliydin!”
“Yılanları da kaçırdım dede… O nedir?”
“Kelime i Şehadete devam ettiğin için… Fakat yeterli değil. Öldürmelisin onları! O deve gibi kin gütmekten vazgeçmelisin! Bir oturuşta bir ekmek yemekten… Yılan, kötü sözler söyleyerek günah işleyen dilin sıfatıdır. Tevhide devam ederek öldürmelisin onları… Sonra tarla fareleri… Halka kapalı, haliyle Allah’a açık işlediğin günahları sembolize eder. Hepsi çıkmış ortaya! Demek ki hüsnüniyetle başlamışsın ibadete.”
“Ya o uçaklar? Onlar nedir? O inenler?”
“Onlar, Allah’ın yardım ve korumasıdır. Merhameti, rahmeti… Bizlere ihsanı… Melekler, çoğu felaketin bertaraf edilmesi için dualarla indirdiğimiz takviye kuvvetlerdir. Savaşta barışta daima bize yardımcıdırlar. Onlar, nurdan yaratılmışlardır. Işık varlıklardır. Güçlerini bizim gibi Allah’tan alırlar, emirler doğrultusunda hareket ederler. İtaatlerinde milim hata, en küçük sapma yoktur, olamaz. Robot varlıklardır. Verilen görevleri harfiyen yerine getirmekle yükümlüdürler. Biz teneffüs ederek, yiyip içerek yaşarız, onlar Allah ü Teala’yı zikrederek. Zikri bıraktıkları an yaşayamaz, yok olurlar.”
Duymuş olduğun, Teşrik Tekbiri… Arife Günü Hacılar söylemeye başlarlar. Itri Efendi tarafından bestelenen bu eser, dünyanın en önemli ve en çok söylenen musiki eseridir. Allah ondan ve onun gibilerden razı olsun!”
“Eksikti. Gerisini söylemeden başa geçiveriyorlardı.”
“Neyimiz tam ki bizim, evladım! Hangimizin tam? Allah eksiğimizi tama saysın! Elimizden geldiği kadar her şeyin en alasını yapmaya çalışalım da…”
“Sonra uçaklar indi. “Pist falan yok, çakılacaklar!..” diyorum ama çakılmadılar. Helikopterler gibi kondular.”
“Bırak onu! Bir sinek bile yapıyor aynı şeyi! Allah bir sineğe bile yaptırıyor! Emir ondan, izin O’ndan, güç kuvvet O’ndan… İnsan Allah gibi bir gücü arkasına almışsa daha ne ister?”
“O dağ, eski bir yanardağmış. İnfilak edecekmiş. Onda araştırma yapmak için…”
“Dünya, koca bir yanardağdır, evlat! Patlamaya hazır bir bomba… Biz o devasa bombanın üstünde gezer, dolaşır, güler oynar, yatar mışıl mışıl uyuruz! Daha kıyametin kopmasına çok var. İnfilak etmemeli daha…”
“Anladım, dedeciğim.”
“Zirveye çıkacaktın, geri dönmeye kadar verdin. Neden, Orçun? Geri dönmeyi aklından bile geçirme! Sonun felaket olur!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 411
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.