- 614 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'human'
beni siz kaybettiniz
‘Satirik drama ve komedya içerikli bir eserden bahsediyoruz’ diyordu Sezai Bey. Hepimiz oturmuş, onu dinliyorduk. Kendi eserinden bahsediyordu. İki haftadır giydiğim pantolondan sıkılmış, sabah üzerime en azından sempozyuma katılırken doğru düzgün bir şey giyeyim düşüncesiyle, diğer pantolonumu giymiştim. Zaten iki pantolonum olduğu için seçme derdim olmuyordu. Birinin yeteri kadar kirlendiğini düşündüğüm zaman, diğerini giyiyordum. Kirli olan pantolonun rengi kahverengiydi. ‘Aslında’ dedi, ‘bizim gibi canlıların doğal güçleri vardır. Mesela dişlerimiz beyler, bayanlar! Hiç dikkatinizi çekti mi? Sadece yemek ve konuşmak için düşünmeyin, bilakis sözcüklerimizin de denetçisi onlar değil midir?’ İnce bir uğultu salonda yükselip, çok geçmeden en arkadaki açık pencereden uzaya doğru yükselirken, sabah giydiğim pantolonun cebi daha fazla dayanamayıp, içerisine koyduğum bozuk paraları yere boşaltıyordu. Aslında hacimsel olarak küçükte olsa beş kuruşun bile büyük salon içerisinde çıkardığı sesler çok rahat bir şekilde yankılanabiliyordu. ‘Sigara alırım’ düşüncesiyle cebimde biriktirdiğim bozuklukların belki de isyan etme vakti gelmişti. Hipnozcu özelliği olduğuna inandığım uğultucu kadınların rüzgâra benzeyen seslerini duyuyordum. Yere düşen paraları toplama derdinde olduğumdan, kimseyi gözüm görmüyordu.
Sezai Bey de zemine çarpan bozukluklardan dolayı bir an için durmuş, iki kere hafif kesik bir şekilde öksürdükten sonra devam ediyordu:
‘Evet, biz de sanatımıza yeni pencereler eşliğinde bakıyoruz, buna reprodüksiyon da diyenler olabiliyor ama bizim tabirimiz Rönesanslara kadar gidiyor. Aydınlanma, basit tabiriyle, aydınlanıp, insanlara da kendi ışığımızdan saçacağız.’
Yanımdaki sandalyede oturan keçisakallı, altmış yaşlarında, kafasında kasketi olan adam küfrediyordu:’ Siktir lan pezevenk!’ İlginç, hatta absürt denebilecek tablolar girişteki sergi salonundaydı. İçeri girerken göz atıvermiş olsam da, konunun resimler değil de, Sezai Bey’in egosu olduğunu düşünen yalnız ben değildim.
‘Beyler, bayanlar! Gereksiz yere kolaj çalışmasına da gerek yok. Biz doğanın özüne indiğimizde zaten göreceğiz ki, bitkiler ve hayvanlar o mükemmel kolaj içerisinde dünya var olduğundan beri varlar. Biz tüketiyoruz. Bu bizim kendimizden tiksinmemiz için teknik bir araştırma gerektirecek ayrı bir sebep de olabilir. İçimize yerleşip, bizi tüketen o devasa yüzeylere sahip tatsızlığa karşı antikor gibi tiksinmeyi mi üretiyoruz? Temel yığılma biçimimizde, daha açık şekilde belirtmek gerekirse, resimlerin, sözlerin, davranışların üzerimizde oluşturduğu bir baskı var. Size ilginç gelebilir belki ama kızımın ders notlarına geçen göz attığımda, ilginç bir detaya denk geldim.’
…
Bozuk paraları avucumun içine koydum. Bacak bacak üstüne attığımdan, tekrar cebime koyarsam dökülecekleri malumdu. Montumun iç cebi yırtık olduğunu unutup, avuçladığım bozuklukları iç cebime koyup, Sezai Bey’e kulak kesildim.
‘Orada basıncın denklemine denk geldim. Ne yazıyordu biliyor musunuz; ‘p çarpı v, yani hacim eşittir nrt. Bunu size şöyle açıklamak istiyorum. Hacmi insan kalabalığımız olarak görelim. Üzerinde durduğumuz konulardaki çabalarımız da basıncımız olsun. Nrt kısmında t sanırım sıcaklıktı ve n, r kısmını geçiyorum, şimdi hatırlayamadım ve matematikçiler gibi sabit bir sayı söylüyorum. Sıcaklık olan t’yi de emeğimiz olarak düşünelim.’
Uğultular artık homurdanışa dönmüş, tumturaklı bir durum içerisinde herkes bu saçma konuşmanın bitmesini bekliyordu.
‘Aslında P ve T ikisi de aynı şeydir. Bir yandan emek harcarken, diğer yandan yine emek sağlamış oluruz. Hacmimiz artarsa, bizim verdiğimiz emekler, çalışmalar ortada gözükmese de, şunu demek istiyorum beyler, bayanlar, topluluk içerisinde biz yalnız başımıza sesimiz çıkmaması gerekiyor. Yapacağımız işlerden bir karşılık beklemeden, topluma inmemiz, açılmamız gerekiyor.’
Bu seferki uğultular keskin ve bir alkış tufanıyla son bulmuştu. Yanımdaki keçisakallı adam küfretmeye devam ediyor, karikatür karakterler arasında kalmış gibi hissediyordum kendimi. Neo-klasik sanat üzerine konuşacağını umduğumuz adam fos çıkmış, bize fizik kuramlarıyla sanatı anlatmaya çalışıyordu.
Sergi sahibi bayanı ortalıkta gören olmamasına rağmen, içeri girerken göz ucuyla bakındıkları resimleri hayranlıkla anımsayan üç kişilik yaşlı kadın grubun, dudaklarındaki ruju emerkenki çıkardıkları ses kulağıma tiksinç geliyordu. Beş duyumun üçüncüsü olanı, bir süreliğine kapatmak istiyordum. Alkış bittikten sonra Sezai Bey’in yanına gelen yaşlı kadın Sezai Bey’in kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Rana sergiyi açacağını söylediği an, böyle saçmalıkların da başıma gelebileceğini söylemesi gerekirdi ama hiçbir şey söylememişti. İki gün önce telefonla görüştüğümüzde, ‘biliyorum, gelmeni çok istiyorum ama gelemeyecek durumdaysan lütfen kendini benim için zorlama, sen bana her zaman destek verdin’ diyen kadını hala ortalıkta göremiyordum.
Sergiye dair çok güzel hayallerim vardı. Belediye’ye ait bir salonda, üstelik sempozyum aptallığıyla egosu yüksek bir adamın konuşmasını dinlemeye mecbur bırakılmak hiç hoş olmamıştı. En azından loş bir ışığı olan, resimlere bakmak için insanın keyif alacağı kirişlerin olduğu, duvardaki boyanın daha çekici olduğu bir yer hayal ediyordum. Yaşlı olduğuna bir türlü inanmayan, dizlerine kadar uzanan siyah renkli abiyeyi gururla taşıdığını sanan kadının kulağına bir şeyler fısıldamasından sonra, Sezai Bey hafifçe öksürüp, mikrofona tekrar yaklaşınca, bir an onların bulunduğu bölgeden kötü bir enerjinin geldiğini hissettim. Sezai Bey üzgün numarası yapıyordu.
‘Arkadaşlar, size üzücü bir haberim olacak! Rana Hanımın şu an sergiye gelemeyeceğini öğrenmiş durumdayız. Rana Hanımın annesi hastalanmış ve acil bir şekilde hastaneye kaldırılmış. Talep ederseniz, tabi ki sergiyi gezebilirsiniz.’
Üçüncü duyu organım tekrar açılmıştı ve kötü haberi almıştım. Rana’nın giyeceği elbiseyi, saç modelini merak ederken, annesinin rahatsızlandığını ve hastaneye kaldırıldığını öğreniyordum. Keçisakallı adam yine konuşuyordu:’ Siktiğimin embesili. Senin uğursuzluğun tabi! Güzel Ranacık, ne üzgündür şimdi! ‘
Rana gelmeyecekti, bunu artık biliyordum ama en azından sergiye kadar gelip de, resimlere bakmadan gitmek olmazdı. Rana’yla özel bir mesafe vardı aramızda. Annesi hastalandığı için yanına gidersem, geliş sebebimin annesi değil de, kendisini görmek istediğim olduğunu hemen anlayabilirdi. Bazı sakat düşüncelerimden ona bahsetmiş, onun benden nefret etmesini istemiştim. Bunu bilerek yapmıştım çünkü yalnız bir insanın katlanabileceği insan olmamalıdır düşüncesindeyim. İlk birkaç resim bana önceden attığı fotoğraflardaki resimlerdi ama karşısına geçip, baktığım resim karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. İki elimi boşluğa saldım. Nefes alış verişlerim yavaşlıyordu.
Kullanılmış, kirli bir peçete vardı ve bu peçeteyi tutan bir el vardı. Parmaklarının ucuyla alt tabanı peçetenin dengelenmişti. Bu Rana’ya attığım kendi fotoğraflarımdan biriydi. Resmin köşegen olarak nitelendirebilecek kenarlarından iç boyut kazandırarak ayrıca üst tarafa bir yanak çizmiş, o yanaktan akan gözyaşının rengi de griydi. Kafam allak bullaktı, diğer resmi merak ediyordum ama bir yandan da korkuyordum. Evet, ikinci resim de büyük örümceğin, küçük örümceği öldürmesiydi. O kadar güzel resmetmişti ki, canlı gibi duruyordu örümcekler. İçim ürpermişti. Bir ara ‘korkunç İvan oğlunu öldürüyor’ adlı tablo üzerine konuşurken, ona ‘tabloyu human cinsinden çıkarıp, daha doğal, hayvanlara özgü olmasını sağlayabilirsin’ demiştim. Mavi gökyüzü toprakla birleşmiş gibiydi. Ayrıca esinlendiği resme ait bir işaret bırakmış, sol üst köşede gökyüzü maviliği içerisinde açılan bir pencere vardı. Halı yerine, doğadaki canlıların halısı olan toprağı ve çimi kullanmıştı. Diğer resimleri de tek tek gezdikten sonra iki resmi sadece direkt benden veya benimle konuşmalarından esinlenerek yaptığını öğrenmiştim. Sempozyumu dinleyenlerden pek kimse de kalmamış, benim de artık dışarı çıkma vaktim gelmişti.
…
Kabataş İskelesine varmadan, ayaklarımı duvara uzatıp, denize bakınıyordum. Koyu yeşil renk insanın ruhunu daraltan deniz varlığın ayrı bir boyutu gibiydi. Soluğum kesildi. Duyduğum sese kulak veriyordum. Martılar havada süzülürken, çığlık atan bir tanesine diğerleri sinirlenip, ‘başımızı şişirdin’ diyorlardı. Vapurun biri üç kısa düdük çalışının ardından, tornistanı alıp, geri geri geldiğini bildiriyordu. Rüzgârda, akıntı da vapuru etkiliyordu. Kıçtan kasaralı vapur rüzgârın geldiği tarafa doğru dönmeye meyilli olduğundan, üçüncü kaptan rüzgâr tarafına dönerek iskeleye yanaşıyordu. Üçüncü kaptan olduğu konusunda gerçekçi tahminlerim vardı. Galata köprüsünün altında uzun bir düdük sesi martıların sinirli bağırışları arasına karışırken, artık tereddüt ediyordum. Başımı çevirip, bakabilirsem, görebileceğim beş katlı otel odasının 303 numaralı odasındaki iki günü tekrardan hatırlayabilirim.
Anısız yaşamak ne kadar da zor! Her gün aynı, benzer faaliyetlerle geçiyor ve gerçekten serüven yaşayanların dünyasında çok farklı heyecanlar var. Ruhumu bir noktaya kilitleyip, bedenimin de ruhunu düşünmemesi gerektiğini söyleyen insanlar asıl acımasız olanlar. Ben bir şey söylediğimden bana yanıt olarak kendi zevkini söylüyorlar. İnsanlar, ah insanlar… Midem bulanıyor. Buraya beş sene evvel geldiğim gün, bahçeden koparıp getirdiğim kırmızı bir gül vardı. Hayatım boyunca iki sevgilime gül vermiştim, ikisi de kırmızı ve ikisi de insanı derinden etkileyebilecek derecede güzel kokuyorlardı. İlkini kopardığım bahçe konusunda sıkıntı yoktu ama ikinci gülü kopardığım bahçenin sahibi yabancıydı. Hırsız bir gül sevicisi, güllerini sevgilisine verirken ‘aramıza hoş geldin’ diyebilme cesaretini gösteremiyordu.
Soluğum kesiliyor. Düşünebildiğim şeyler yapabildiklerimden çok fazla ama bunun bana faydası yok. Az ileride duran paslı baba demirinin üzerine konan güvercinin gözleri çok manasız. Sadece yumuşak, saydam ve güzel duruyorlar ama bir manaya sahip değiller. Arkamı dönüp baktığımda, üç arkadaş kahkaha atıyor. Erkek kedi dişi kedinin arkasına geçmiş, hafif yükselerek gelip gidiyor. Gayet ciddi bir şekilde sevişmesini yarılamadan, insanların kahkahalarına aldırmadan zevkin doruklarına geleceği anı bekliyor. Heteroseksüel bir sevişme sürecinde insanların neye güldüklerini anlamıyorum. Sahi, homoseksüel bir sevişme olunca gözyaşı bolca bu sevişmenin ara dekorlarında bulunabiliyor. İki erkek sevişirken çok fazla ağlamasalar da ama kadınlar kendi aralarında sevişirken ağlıyorlar. En azından biri ağlıyor. Hem ereksiyon süresinin ne olduğuna dair ayrıntı da önemsiz homoseksüel sevişmelerde. Lezbiyen bir sevişmede hiçbir penisin büyüklüğü önemli değildir. Linda geliyor aklıma. Sonradan, çok sonradan hayatına dair pişmanlığını anlatırken acaba ağlıyor muydu? Chet Baker’dan dinleyebileceğim bir şölene her türlü tav olabilirim. Ah Linda, uzun bacaklarından itibaren başlıyorsun soyulmaya.
Rahatlık ya da memnun edici bir tatmin oluş duymuyorum. Her şey olduğu gibi duruyor ama 303 numaralı odada, beyaz çarşaflı yatağın üzerinde uzanmış bir şekilde tavana bakanı düşünüyorum. Ufacık bir hareket yapmaktan çekiniyorum. ‘Ağlamak iyidir’ sözü dolanıyor ağzımda, kırmızı bir et parçası ancak geniş ve sıvılı. Hafif yukarı kaldırınca kılcal damarlarını görebiliyorum. Islak ve yumuşak bir organ ve bana acı veriyor. Susabildiğim zamanlarda ne için ihtiyaç duyduğumu bilmiyorum. Kedilerin seksi bitmeye yakın, üç arkadaşın yanından geçiyorum. Aralarından biri bile bana bakmıyor. Bakmalarını zaten istemiyorum ancak az ileride birkaç ay önce bindiğim deniz otobüsü akşamını hatırladım. Sarıp içtiğim tütünlerden dolayı üzerim çok ağır tütün kokuyordu. Genç, alımlı, yüzünü tam olarak göremesem de, makyajının ışıltısı yansıyacak derecede kat derecesini abartmış bayanın yanıma oturduktan sonra çok geçmeden çantasından çıkarıp, ellerine, boynuna doğru sıktığı parfüm kokusu burnumun direğini sızlatıyor. İğrenç mi, yoksa o kokuya aşık mı olmalıyım, karar veremediğim an genç bayan oflayarak koltuğundan kalkıyor ve başka boş bir koltuğa geçiyor. Kahrolsam ne yazar! Her şey gibi kendilerini gülüşleriyle daha güzel gösterebilen kadınların da samimi konuşmaları oluyor:’ Taşı sıksan suyu çıkarırsın.’ Uydurmaca bu. Bütün nesneler kendi halinde var oluyorlar benim için hiçbir mazeretin kabulü yok. Toprağa karışmalıyım. Ateş içerisinde kemiklerim de kül haline gelmeli. O sevdiğim tenin artık birer kül olduğunu bilmeli ruhum. İşte özgürsün ruhum. İstediğin gibisin artık, kapın, surun, herhangi bir engelin yok. Çık. Buradan çık. Her şey kendini bolluk içerisinde bıraktığı an boşluğun o ayrımsız rüyalarına dalıp, kendini kaybediyor. Deniz; tuzlu, koyu yeşil renkte asla geri getiremeyeceğim bir meltem. Banklarda yeri dolmayan onlarca bıçak izi; kalbime nasıl da benziyorlar! Dalgaların var ettiği köpükler mi? Onlar da var olmalı. Kimse kimsenin yaratıcısı değil. Var olmalarını dileyen biri yetebilir. Köpükler damarlarımda dolaşan kana benziyor. Önce sağ, sonra sol ayağımı sıkıyorum. Ayakkabının içerisinde karşıdan karşıya geçen müstehcen bir ıslaklık; 303 numaralı oda. Renkleri, birbirinden ayrı kokuları, cansız gibi duran ama sürükleyici tatlar. Kendimi bu anıdan kurtaramıyorum. Yol boyunca gerçek bir deniz. Hiçbir müzik yok. Birkaç sesin homojen bir dinginliği var.
Yapayalnız, sözcüksüz bir söz bizim aramızda kalan tek bağ. Beyaz çarşaflar kaç yüz kere yıkanmıştır? Belki de atılıp, yenileri alınmıştır. O çarşafların her kımıldayışında ayrı bir rüzgarı tenine değiyordu. Koltuk altının çiçeklenmiş ıslaklığının kokusunu tanıyorum. Nasıl duru bir güzellik! Gözleri nemlenen şekerli dudakları var ve ağzında daha küçük, sağlıklı, ne yaptığını bilen bir et kımıldıyor. Her şeyiyle var olduğunu biliyorum, kımıldıyor işte. Titrek dudaklarının ardınca yutkunmakta zorlanıyor. O tükürüğün bana hesap soracak bir tarafı yok, içinde beni bulamazlar. Dönüp, tekrar canlanan bir et ve guruldayan sular sonrası eklemlerinde inatçı bir kemiğin sert mizacı sırtüstü yatmasına sebep oluyor. Çiçeğin ezildiği an. Koltuk altının artık dolu bir tarafı var. Ne yapıyor? Şimdi nasıl? İsteklerin bulutlar arasından dolaştığını biliyorum, görmem önemli değil. Tekrardan yitireceğim onu.
Bağırmak istiyorum ama bunun kimseye faydası olmayacak. Rana’ya attığım mesaja cevap olarak ‘çok teşekkür ederim, şu an gayet iyi. Siz de kendinize iyi bakınız’ mesajı gelince sinirlendim. Yumruğumu sıkmıştım ve telefon avucumda sıkışmıştı. ‘Bari hiç yazmasaydın’ demenin tesiri yoktu. Sakallı, üniversite öğrencisi olduğu belli bir gencin elindeki özgürlük temalı, dördüncü kalite bir kağıt üzerine büyük puntolarla yazılmış ‘işçi haklarını koruyalım’ ve alt metin olarak da ‘sosyal yapının kesinlikle en gerekli parçası işçilerdir. Kimse kendi başına yiyecek bir şey bulamaz. Giyinemez. Barınağını halledemez. Ancak tüm bunlara rağmen, edimlerin her birinde köle gibi çalıştırılan işçilerin sosyal hakları, aldıkları maaş, eğitim ve sanatsal faaliyetlere ayırdığı vakti çok azdır. Hatta bu tür temel ihtiyaçlardan yararlanamazlar bile. lütfen bu sese kulak verin ve işçi haklarına sahip çıkın’ yazılı broşürü almış okurken, uzun bir süre dalgaların geri getirmediği köpüklere bakınıp durdum. Hiçbir şey değişmeyecekti. İnsanların içerisindeki bahar neşesinin geçici olduğunu görebiliyordum. Yutkunuyordum. Ekşi bir tat mide çeperimi sarmış, ağzımın içinde hantal bir balinayı andıran dilimi rahatsız ediyordu. Derin derin nefes alıyordum. Derin ve eksiksiz bir şekilde. Bunu kimsenin duymasına gerek yoktu ama mutlaka bir gün birilerine söyleyebilmeliydim. ‘Beni siz kaybettiniz.’
Sürüklenip giden bir bulutu takip ediyorum şimdi. Sanırım akşam olup, karanlık içerisinde gözlerimi yitireceğim ana kadar sokaklarda dolaşabilirim.
YORUMLAR
humaniti, human iti beni siz delirttiniz. elinizdeki boş kutularla sizi sevimli bulanlar var, siz onları besliyorsunuz, onlar sizi besliyormuş gibi yapıyor. sezai bey gibi boğuyorlar aslında. kafa karman çorman...
kahveyi günde 1 bardağa indirdim; kafa cidden karman çorman.
olricx tarafından 3/17/2016 5:06:10 PM zamanında düzenlenmiştir.
HakkınSesi
o kadar kafa gitmiş, gerisini karıştırdım, düşünecek bir şey yok. Anla yani
güzel bir Türk kahvesi yapana tav olabilirim.
sanat hakkında büyüm konuşmalar yapmak istermiydim asla sanat sanat için mi toplum için mi sorusunun milyonlarca boş cevabı var oysa mevzu sorunun içinde sanat işimize geldiği gibi.
evrenin kendisi en büyük şahaser. Turgut Uyar diyorya göğe bakma durağında bence o göğe olmadık bir anda bakmak bile sanattır.
bozuk para fobisi diye birşey var aslında metal ve türevlerine dokunamamak lisede bir kızın vardı bundan kapı koluna dahi zor dokunurdu o aklıma geldi montunun cebine bozuk para koyardık gıcığına. aynı zamanda düğme fobiside vardı. gömleğinin düğmelerini ben açıp kapatırdım hayalde tabi bu. şimdi avukat oldu gömleğin düğmesine dava açıyor.
işçi haklarına gelince genel olarak avrupada işçi sınıfı fabrikalarda oluştu bizde ise fabrikaların yanında kömür madenleri tarım inşaat gibi. üstelik sendika olmadığı için çoğu işci kayıt dışı olarak en az 9-10 saate avrupaya göre komik rakamlara çalışıp yorulur ve susar. birde tabi işçi üzerinden para kazananlar yeni kiralık işci olayı.
çocukluktan hatırlıyorum dedemin fındık bahçesine doğudan mevsimlik işçiler gelirdi. onların dayı dedikleri kişi normal iki yevmiye alır ayrıca oraya getirdiği her kişiden kişi başı misal beş tl alırdı.
işci işçiyi eziyor aslında bu kiralık olayındada bu olacak ama kim duyar.
şu rananın mesaja dönüş şekli evet bende acayip sinir olurdum böyle mesajlara.
hayat ne yapalım yaşamalı.
hoşçakal yerçekimim çok güzel bir söz bence.
HakkınSesi
Senin yazdıklarını okurken aklıma yazıdaki bir çok eksiklik aklıma geldi. Alakası yok yazdıklarınla ama ciddi eksiklikler. Rahatsız oldum kendi kendime, bilmiyorum.
Lafrange miydi, işçiler için haklı şeyler söylemişti. Bir Allah biliyor çektiklerini... Oyuncak dükkanı zemin kattaysa, çocuğunu oradan geçirmemek için kırk takla atıyorlar.
bad im bugün .
Tsukuyomi
koca das kapitalin yazarı mevzu kendi kızı olunca olayları baya içselleştirmiş durumda.