- 585 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
408 - İTİRAF
Onur BİLGE
Mahallede bin bir dudak bin bir dil nişanlanma olayını konuşadursun, Binnaz Nine almış torununu önüne, başlamış öğretmeye:
“Gızım, bana düşmez söylemek. Beni hiç karıştırma! Anana da düşmez! Bi gız anası nasıl söyler böyle bi şeyi! Sen kendin söyliycen! Diycen ki: “İşte böyle böyle! Bana küçükken biri hakaret etti. Korktum, kimseye diyemedim! Benim böle bi durumum var.”
“Nasil diyecem anneanne? Ya kizarsa, bi şey derse? Ben diyemem! Hayir hayir!..”
“Hiç çekinme! Böyle anlat nişanlına! Senden duysun! Olabilir. İnsan hali… İnsanın başına her şey gelebilir. “O vakit ben çok küçüktüm. Evde yalnızdım.” de.”
Bu konuşmayı Binnaz Nine sonradan anlattı bize. O zaman annem dedi ki: “Kız çocuğu humayin topudur, leke kaldırmaz! Oralarda böyle şeyler normal karşılanabilir belki de bizim buralarda iş değişiktir. Bizim insanımız oralardakilere benzemez! Alınacak kızda ilk aranan özelliktir. “Ya, öyle mi? Olabilir. Bence bir sakıncası yok!” denmesi beklenemez.”
Binnaz Nine de gayet iyi bilir bunun böyle olduğunu ama kızın bir takım avantajlarına güvenerek şansını denemek, o nahoş meseleyi de bu şekilde halletmek düşüncesiyle böyle bir hayale kapılmış olmalıydı.
Kızcağız ne yapacağını bilmez bir halde deli koyun gibi dolaşıyormuş. “Nasıl söyleyeceğim!” diye kıvrım kıvrım kıvranıyormuş. Sıkıntısından kime çatacağını bilmiyor, durduk yerden kavgalar çıkarıyor, önüne gelene bağırıp çağırıyormuş! Kapıları pencereleri çarpıyor, eşyaları tekmeliyormuş! Evin içinde, kapana kısılmış fare gibi dönüp duruyormuş! Bir bir odaya bir bir odaya, bir salona bir balkona… Annesi alıp deniz kenarına götürmüş. Anneannesi:
“Galiba bu gıza büyü müyü yaptılar! Delircek ya! Al gızım sen bunu, limana götür, gayığa bindir de biraz gezdir bari! Yedi dalga geçerse büyü bozulurmuş. Hem deniz havası iyi gelir. Açılır biraz. Deniz suyuyla elini yüzünü yıkasın! Saçına başına sürsün! Ayaklarını da soksun! Yedi yudumcuk içirive! Azcık da alın gelin de yıkanma suyuna da goyalım! Başka türlü geçmiycek bunun sıkıntısı!” demiş.
Onun için gitmişler, Tophane’ye. Orada birer çay içip limana inmişler. Kayık falan bulmuşlar. Ninenin dediklerini yapmışlar. Çıkışta yine çarşı pazar dolanmışlar. Elleri kolları dolu bir halde, akşam geç saatte dönmüşler. Birkaç saat sonra Çisem’in babası aramış, Almanya’dan.
“Bizim damat çekmiş kafayı! Zil zurna… Gızı aradı. Der der dediğini dermiş! Çisem gonuşmak istemedi ama bizden gonuşcek kimse yok ki onuyla! Mecbur gari gız dinledi. O da dinledi dinledi sora onu suçladı: “Bize sahip çıkmadın!” dedi. O da: “Gızım ben sizi çok seviyom. Hep gabahatler annende!” dermiş. Boyuna ağlarmış.”
“Bu zamandan sonra ağlasa neye yarar! Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye!.. Akşamdan sonra: “Sabahın hayırlı olsun!” onunkisi… Kapatıverseydi telefonu suratına!” dedi annem.
“Gapattı gapattı kaç kere hem de emme adam durmuyo ki! Tekrar çaldırıyo! Zerhoş gafa!.. Öyle hükmediyo! Laf anlamıyo!”
Nine anlattıkça anlatıyordu… Çok dertliydi. Anlatmasa çatlayacak gibiydi! Konuşurken gözlerini açabildiği kadar açıyor, kaşlarını çatıyordu. Sık sık tülbentinin kenarıyla yüzünü gözünü siliyordu. Arada bir de: “Of, başım!.. Çatlıyor ağrıdan!..” diyordu.
Ben kahve yapmaya gittim. O arada neler konuşulduğunu duyamadım. Döndüğümde hâlâ yana yakıla anlatıyordu. Oturduğu yerde öne doğru eğilmiş, ellerini aralı duran dizlerine koymuş, dirsekleri dışarıda… Başındaki yazmanın üstüne bir de çelgi çelmiş. Geldiğinden beri başını tutup duruyordu:
“İki Gripin attım, bana mısın demedi!..” diyordu.
Öğleden sonra Âdem gelmiş. Kızla beraber çıkmışlar. İki paket bisküvi alıp, Mermerli’ye çay içmeye gitmişler. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra kız kızarmaya bozarmaya başlamış. Oğlan sormuş:
“Neyin var senin? Hasta falan mısın?” diye.
Kız ıkına sıkına ninesinin öğütlediği gibi güya başından geçenleri anlatmaya başlamış… Daha hık mık der demez, Âdem çıkarmış yüzüğü, başlamış bağırmaya! O kadar kişinin içinde:
“Ben anlamam öyle şeylerden! Yutmam ben bu palavraları! Git başkasına anlat sen o yalanları! Bana maval okuma!..” demiş. Alyansı avucuna sıkıştırmış: “Al bunu! Bir daha da gözüme gözükme! Kalk git!.. Defol!.. Sen benim aileme layık değilsin!.. Ahlaksız!..” diye! Ağzına geleni söylemiş! Kız alı al moru mor, ağlayarak dönmüş eve! Aile ayağa kalkmış:
“Bizim kızımıza böyle bir şey nasıl yapılır!..” diye. Kızın dayısı gelmiş, dövmeye kalkmış Adem’i! “Gitme sakın!.. Haneye tecavüz olur!..” diyerek engellemişler. Zorla yatıştırmışlar.
Âdem de bir evin bir oğlu! Arkasında ordu gibi hısımı akrabası var! Antalya’nın yerlisi… Başta annesi var ki kimseye bırakmaz, atmaca gibi atılır, kapar korur çocuğunu!
Binnaz Nine evde çılgına dönmüş! Durmuş duramamış: “Alem başımı da gidem bi gomşuma bari! Ne olcek bunların hali?” diye kalmış bize gelmiş. Öyle bir geliş ki nasıl anlatılır bilmem! Yelkenleri açmış vaziyette! Daha kapıda başladı yakınmaya. Annem: “Hoş geldin!” der demez:
“Hiç de hoş gelmedim gomşucazım! Ene sorma başımıza gelenleri! Senden laf küf çıkmaz biliyom da ondan sana goştum! İnsan sandık eşeği gaba yazdık döşeği!.. O Fadime var ya o Fadime!.. O ne yelloz Fadime’dir o!” diye ağzına geleni saymaya başladı.
Daha düne kadar herkesi: “Nesi var! Gül gibi çocuk! Ona vermeycez de kime vercez gızımızı! Bu güne bugün, gosgoca Gorkudelli Ayan’ın Avnı’nin torunu! İşi yok emme Alamanya’da işe girer çalışır, yarın elin biri oluverir, görürsünüz siz!” diye sustururken, bir anda yüz seksen derece dönüvermiş. Başladı Fadime’yi topa tutmaya!
“Alsın suratsız oğlunu da başına çalsın!.. Zaten herkezler şaştıydı, öyle işsiz güçsüze o gül gibi gızı nasıl verdiğimize! Ne bilelim biz! O gadder gomşuluk ettik, anlıyamamışız! Hayvanın alacası dışında, insanın alacası içinde olurmuş! Meğerse neymiş bunlar ya! Neymiş bunlar!.. Bizde oldu canım gabahet! Hemencecik vermeycektik! Gele gide gapının eşiğini aşındırceklerdi de öyle… O zaman gıymetylenceydi. Ne bilelim biz gari iyi insanlar diye… Eye kemikleri gırılasıcalar!..”
Anlattıkça hiddetlendi, köpürdü de köpürdü! Annem alttan aldı olmadı. Suyuna gitti olmadı.
“Abu! Neymiş o leylek bacaklı Âdem!.. Ya o geçi bacaklı anası!.. Ben öğretlediydim gızı. “Böyle böyle de, anam!” dediydim. Oncazım da güzellikle demiş.”
Annem, o ancak kahve fincanını dudaklarına götürürken fırsat bulup bir şeyler söyleyebiliyordu. Anlıyordum onu teselli etmek için ne kadar gayret ettiğini:
"Sinersiz dünya!” diyordu. “Üzme kendini Binnaz Teyzeciğim! Bu dünyada kimseye rahat huzur yok! “Bir yer varmış..." derlerdi masal anlatanlar... Mangalların başında bağdaş kurar oturur, anlatanların ağızlarına bakardık. Kaf dağının arkasında... Az gidilip uz gidilip, dere tepe düz gidilen, altı ay bir güz gidilen yerde... Oraya bir giden bir daha gelmezmiş. Gelmek istemezmiş. Öyle güzelmiş, öyle güzelmiş ki! İşte o kadar!.. Cenneti mi tarif ederlerdi, kim bilir!”
“Cehenneme çevirdiler hayatımızı! Ene! Bi gadındır galkınıverdi ordan! “Geçmez akçe gızınızı bize mi kakaleyceniz siz!..” diye… Gonu gomşuya rezil rüsva etti bizi! “Bırakın gız beni de yırtıverem endekinin ağzını!..” dedim emme tansiyonum var, galbim var diyerekten salmadılar beni! Ağzını gulaklarını gadar ayırıceydim! Zaten anası şak diye düşüp bayıldı da zor ayılttı gomşular! Bi şey diyemeyince… Olcek gari…”
Annem hâlâ güzel şeylerden bahsederek konuyu dağıtmaya çalışıyor, fırsat buldukça araya girip, kaldığı yerden devam ediyordu. Belki de bu sözleri işitmek istemiyor, tatlı tatlı parazit yapıyordu:
"İşte o kadar!.." derlerdi de dile getiremezlerdi güzelliğini!.. Tamamen tasavvura kalırdı. Güzeli ne bilirdim o zamanlar ben! Güzelliği... Bir yer nasıl güzel olabilirdi? "Nasıl bir yermiş?" diye sorardım, safça. Belki de anlatanlar da bilmezlerdi, nasıl bir yer olduğunu… Hiç gitmemişlerdi ki! Hiç görmemişler... Yine de: "Çok güzel bir yer.." derlerdi, ballandıra ballandıra... “Acaba neler vardır orada?” diye sorardık: "Yemyeşil dağlar tepeler, şırıl şırıl akan ırmaklar, dereler... Ağaçlar, çiçekler... Envaiçeşit yiyecekler içecekler... Daha neler neler..." diye cevap verirlerdi. Hemen hemen herkesten hep bu cevabı alırdık. Yetmezdi ki bize! "Daha neler neler?" diye sorardık, merakla. "Anlayın işte! Akla hayale gelmeyen güzellikler..." derlerdi. Akla hayale gelmeyen güzellikler… Anlatsalardı, anlayacaktık. Anlattıklarını hayal ediyor, anlıyorduk. Anlatabildikleri kadarını, hayal edebildiğimiz kadar…”
Ninenin içi yanıyordu. Öfkeden köpüren ağzının kenarlarında biriken tükürükleri sağ elinin baş ve işaret parmaklarıyla sile sile konuşuyor konuşuyordu… Cennet tasviri falan dinleyecek hali yoktu. Anlatmak istiyordu. İçine dert olanları boşaltmak… Yoksa rahatlayamayacaktı. O kadar doluydu ki o kadar konuşmasına rağmen boşaldığı da boşalacağı da yoktu! Bu defa damadını yatırdı masaya:
“Bu başımıza gelenler hep o damat bozuntusu yüzünden, gardeşcezim! Çoluğunu çocuğunu düşünmedi! Yedi içti, sattı savurdu, en sonunda bu duruma düştü! Düştüğüyle kalmadı bunları da düşürdü! Yazık oldu gül gibi yavruma! Onu ne mimarlar mühendisler istedi vermedim güççük diyerekten! Armudun eyisini ayılar yermiş! O ayıya nasip oldu benim gız! Ben gızıma dur dedim durutamadım, otur dedim oturtamadım! Laf söz anlatamadım ki! Beni dinlemedi, vardı o çulsuza! Sürün babam sürün!.. Gâvurun parası datlı emme adamı sıkıp suyunu çıkarmadan beş guruş vermiyolar! Daha yaşı ne başı ne! Saçı başı ağardı yavrucağızımın! Gazanıcem de yedircem diye o namuzsuza! Şimdi gari gurtuldu, Allah’a şükür emme gine arada sırada gelip dayanıyomuş gapısına! Bereket versin ki ordaki ganunlar burdaki ganunlara benzemiyomuş da öyle gurtuluyomuş elinden! Gaç kere içeri dıkmışlar! Bi de utanmadan sıkılmadan telefon ediyo, gızıyla gonuşuyo! Gızı varmış gibi... Bi gızına sahip olamadı! Ağlıyomuş! Geberesice! Beş beter olsun, İşallah!.. Adı batasıca!..”
Annem oflamaya puflamaya başladı. Gözleriye bana baktıkça: “Nerden geldi başımıza bu kadın! Ay!.. Az daha bayılacağım!.. Ne çeneymiş yahu!..” dercesine bakıyordu. Yine yatıştırmaya çabalıyor, yarım kalan lafını tamamlamaya uğraşıyordu:
“O masallarla büyüdük biz. Mutluluğu bulacağız diye çalıştık çabaladık. Zamanla anladım ki masal diyarıymış anlatılan. Mutluluk ülkesiymiş. Sadece masallarda olurmuş... Kaf dağının ardı yokmuş üstelik. Kafdağı bile yokmuş. Zümrüdüanka falan... Hepsi kuyruklu yalanmış. Dünyaymış burası! Acımasız dünya!.. Acı diyarı... Keder ülkesi... Cehennemî gezegen... Öyle bir yer yokmuş burda. Olsa olsa öteki dünyada olurmuş. İyilerle dolu, hayale sığmaz güzelliklerle bezeli mutluluk diyarı... Adı cennetmiş. Olmadan ve ölmeden gidilmezmiş. Olmak da kolay değilmiş. Allah insanı evire çevire dener denermiş…”
Bırak işte kadın anlatsın, sen dinle! Hayır! O da konuşacak! Sanki onun onu dinleyecek hali varmış gibi… Nerde onda o sabır, o sükûnet!.. İki atlı bir yaya gelişinden belliydi, aklının başından çıkıp gittiği! Dinlese de bir şey anlayamaz! Aklı başka yerlerde çünkü…
Birbirlerinin sözünü kese kese konuşacağız diye epey bir cebelleştiler! Zaten geç vakit gelmişti misafirimiz. Baktı ki hava kararmaya başladı, kalkıp gitti. Dedikodu da bitti.
Sonra bir sükûnet… Oh be!.. Cennet varmış!..
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 408
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.