- 624 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
407 - İSYAN
Onur BİLGE
Onlarla geçen yaz sonunda Antalya’da bir araya geldik. Yeni evleri ki sokak ilerdeydi. Şarampol’ün en son yapılan evlerinin içinde en genişi ve en güzeliydi. Saray yavrusu falan değildi ama tek katlı tek tip Giritli evlerinin arasında herkesin gıpta edeceği kadar görkemli sayılırdı.
Bizimkiler birkaç gün çıkıp birbirlerini tanımaya çalıştıktan sonra bir akşam bu evin bütün ışıkları yanmış. İki aile bir araya gelmişler. Kendi aralarında basit bir törenle parmaklarına birer yüzük takılmış.
Ertesi gün de olayı etrafa yaydılar. Yayılmasıyla mahalle çalkalanmaya başladı!
“Ene gız Kemale, ne çabuk oluverdi bu iş! Bi istemeyle gız mı verilirmiş! Var bunun altında bi bit yeniği ya baklicez de görücez gari! Bakalım ne çıkcek bunun altından!”
“Ne çıkcek Halime? Çapanoğlu çıkcek!”
“Oğlana bak oğlana! Hazırcı! Nasıl da gonuverdi mallara mülklere! Suratına tüpürsen tüprük yapışmaz! Gız neresini beyenmiş o hımhımın?”
“Ene Nazlı, sen bilmiyon mu Ademin ne mal olduğunu?”
“Bilmez olur muyum Sakine! Anasına neler etti!.. Edepsizlikte eline kimse su dökemez o hınzırın!”
“Ya, öyle demen ya! Ağır uslu çocuk… Başı önünde gider gelir. Bi kötülünü görmedik şindi! Doğruya doğru, eğriye eğri…”
“Sen öle bil! O ne yere bakan yürek yakandır o!.. Onun öle durduğuna bakma sen! Suyun ağır akanından, insanın yere bakanından korkcesin!..”
“Almanya işçi almıyomuş ya gari! Baktı ki kendi başına gidemiycek, bi taşla iki guş…”
“Hey ya, Gülizar! Mal bulmuş mihribi gibi gapıverdiler gızı! Gardeşim, ene neymiş bunlar be!.. Kimseye göz açtırmadılar Valla! Ben de abamın oğluna yapalım diycektim… Demeye galmadı!..”
“Gız Asiye! Beğenmezler onu, yakında çıkar kokusu, görürsen bak! Ömrüye dediydi, dersin!
Bu vesileyle kapı önü muhabbetlerine renk, toplantılara canlılık geldi. Artık her misafirlikte aynı plak konuyormuş pikaplara. Bunlarım plakları dönüp duruyormuş… Başka konu kalmamıştı artık! İndir Çisem’le Adem, kaldır Çisem’le Adem…
Onlar bizden birkaç gün önce gelmişler Antalya’ya. Geldiğimizi duyunca bize gelmişlerdi. Binnaz Nine, kızı ve torunları… O zaman, Çişem’in giyim tarzı, hareketleri ve dövmelerinden ziyade boynundaki kolye dikkatimi çekmişti. Baktığımı görünce sağ elini boynuna götürdü ve yavaşça onu yakasının altına doğru itti.
“Neden saklıyorsun? Göreceğimi gördüm zaten!” dedim.
“Sen bana kizarsın şimdi! Erkek arkadaşım boynundan çikardi verdi bana, yolda beni korusun! Uçaktan korkuyor diye…”
“Hazreti İsa’yı mı sembolize ediyor o?”
“Hayir! Bi aziz! Başka… Herkes birini tutar. Bunlar çok… Arkadaşim buna inanır. Bu korur beni! Öyle dedi o.”
“Sen de inandın! O minik bir kolye ucu… İnsan eliyle yapılmış. Kendisini korumaktan aciz bir şeyken seni koruyacak, öyle mi!?”
“İşte biliyorum da o öyle söyledi… Büyük adam yani…”
“Bizi ancak ve yalnız Allah korur! Başka kimse koruyamaz, tamam mı! Allah’tan büyük bir zat da yoktur! Hepsi yaratıktır. Evrende ne varsa ya Allah yaratmıştır ya da yarattıkları tarafından yapılmıştır.”
Yanakları pembeleşti. Ne yapacağını bilemedi. İçten içe suçlandı mutlaka. Çünkü başka tepki vermedi. Savunmaya devam etmedi. Boynundan çıkarmadı da… Sağ salim gelmesinde rolü olduğuna hâlâ inanmakta olduğu seziliyordu. Aksi halde söylediklerimi biraz düşünür ve çıkarır atardı ya da bir yere koyardı.
Benim gördüğümü annesi, anneannesi de görüyordu. Ya kimse bir şey demiyordu ya da söz geçiremiyorlardı. Anneannesini bilmem ama belki annesi de öyle şeylerin etkinliğine inanır olmuştu. Çünkü maneviyat azaldıkça batıla inanç çoğalır.
Daha ilk karşılaşmamızda aramızda geçen bu tatsız konuşma sonrasında beni gördükçe eli ona gitti, yavaşça yakasının içine itti. Artık görmezlikten gelmekten başka çare yoktu. Çok üstüne gidersem, aksi tesir yapacağından çekiniyordum.
Hiç unutmam, iki eylülü üç eylüle bağlayan gece Berat Kandiliydi. Pazartesiyi salıya bağlayan gece yani… O gün onlarda toplanmıştık. Akşam da hep birlikte camiye gidecektik. Haliyle o da gelecekti. Çay servisi yapıyorduk. Merdivenin dibinde karşılaştık. Uç görünmüyordu ama o kararmış zincir yine boynundaydı:
“Onunla mı gireceksin camiye?” diye sordum, sakin bir sesle. Nasıl baktığımı anımsamıyorum. Bu defa çıkardı, cebine koydu.
“Bence saklama! Ya yok et ya da iade et!” dedim.
“Verecem ona! Merak etme!” dedi. Nasıl sevindim!..
Oradan hep birlikte camiye gittik. Daha ortalık kararmamıştı. Kapı açık değildi. Girişin sol tarafındaki kilimin üstüne oturup beklemeye başladık. Çisem bizden biraz uzaktaydı. Kıyafeti, ibadet için uygundu. Hiçbir sorun yoktu görünürde ama beş altı dakika kadar bize baktı baktı… Neler düşündü, neler hissettiyse birden asabileşti ve anneannesine hitap etmeye başladı:
“Çisem geldi buraya! Neden geldi? Çisem bi şey bilmiyo! Ne yapacak burada? Hadi söyle bana ne yapacak?”
“İbadet yapacaz gızım. Namaz kılcaz!”
“Çisem bilmiyo namaz! Sen öğretmedin! Neden öğretmedin?”
“Ben mi öğretcektim? Anan baban öğretcekti.”
“Annem biliyo! Çalişiyo, öğretmedi. Baba içiyo! Bilmiyo!”
“Bilmez olur mu gızım! Donuz gibi biliyo her şeyi o!”
“Biliyo, yapmiyo! Ben görmedim! Ben ne yapacam söyle! Neden geldim ben buraya? Sen biliyosun, yapiyosun! Ya ben? Öğretmedin bana! Bi de buraya getirdin!”
“Deden öğretcekti. O çok bilirdi öyle şeyleri. Bana da o öğrettiydi.”
“Dede yok şimdi. Öldü. Konuş tamam duymaz! At ona! At! Çisem ne olacak? Kiliseye mi gidecek camiye mi? Orasi da istemez Çisem’i burasi da! Arada kalir Çisem! Cehenneme gitsin Çisem!.. Yansın! Yansın!..” der demez daha fazla dayanamadı, sesli sesli ağlamaya, dizlerine bacaklarına vurmaya başladı! Öyle bir ağlamak ki tarifi mümkün değil!
Ondan hiç beklemediğim bir isyandı bu! Ateist gibi görünüyordu. Hıristiyanlığa daha yakın gibi… Hali, tercihleri, yaşayış tarzı öyle olduğunu düşündürüyordu. Herkes onu teskin etmeye çalışıyordu, bense donup kalmıştım. Neden sonra aklım başıma geldi. Ağlamaktan hal halden kesilmiş bir vaziyette olan, hıçkırıklarını engelleyemeyen arkadaşımın yanına yaklaştım. Yavaşça kulağına:
“Haydi gel, biraz dolaşalım! Beni kırma!” diye fısıldadım.
Önce direndi, sonra güçlükle ayağa kalktı, el ele oradan uzaklaştık. Yolda sakin sakin konuşmaya başladım:
“Çisem! Sen de namaz kılmak istiyor musun bizimle?”
“Neden geldim ben oraya? Bana okuma öretmediler! N’apicam orda ben? Herkes okuyacak!”
“Sureleri bilmiyorsun. Anladım. Orada namazı imama uyarak kılacağız. Yani bir şey okumayacaksın. Herkes ne yapıyorsa sen de aynısını yapacaksın, o kadar! Sadece namaz kılmak istediğini, bunun için imama uyduğunu düşün yeter. Söylemesen de olur.”
“Olur mu? Okumadan…”
“Olur! Abdest aldın değimli?”
“Ya! Anneanneyle…”
“Tamam, o zaman mesele yok! Ben sana sonra yazacağım namaz surelerini, sen ezberleyeceksin. Sonra da kendin kılacaksın. Anlaştık mı?”
Sanki bahar gelmişti ruhuna! Elimdeki eli yumuşamıştı. Oysa kasılıydı o zamana kadar. Biraz dolaştıktan ve başka şeylerden bahsettikten sonra camiye döndük. İçerde, kadınlar kısmında da beraberdik. Benim yaptıklarımı yaparak akşam namazını kıldı. Her şeyin bir ilki vardı. İlk adımdı önemli olan.
Sonra tespih çektik birlikte. Türkçeye dönmeyen dili Arapçaya dönüyordu. Sanki ruhunun ana diliydi. Hafızasında gizliydi. Arşivin kilidi kırılmış, kapısı açılmıştı ve ne varsa ağır ağır geri geliyordu.
O zaman daha Adem falan yoktu hayatında. Azizin ikonunu koyduğu cebinde ezberlemesi gereken namaz surelerinin yazılı olduğu kâğıtlar vardı. O yine eşikte duruyor ve iki yanını sağa sola vuruyordu, yine merdivenleri hızla çıkıp iniyordu ama unuttukça bakıp bakıp cebine soktuğu kâğıtlardaki surelerin ayetlerini tekrarlayıp duruyordu.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 407
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.