- 1426 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
BETON ETKİSİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Nerden başlasam bilemiyorum. Gündem o kadar çok değişiyor ki siz bile unutmuşsunuzdur. Birkaç gün önce bir baba markete götürüp çikolata aldıktan sonra dört yaşındaki ikiz kızlarının boğazını kesti. Sonra başka bir gün İzmirli bir seyyar satıcı sinirlendiği Suriyeli bir çocuğu havaya kaldırıp olanca gücüyle betona vurdu. Birazcık daha geriye gitmeye kalkarsak ülkemizde vuku bulan onlarca kafa kesme cinayetini, terörün öldürdüğü yüzlerce canı saymakla bitiremeyiz. Kim bilir bu satırların yazıldığı günde hangi vahşet işlenmiştir? Ama hatırlayacaksınız, en azından siz hatırlamalısınız; geçenlerde köprüden atlayıp intihar eden vatandaşla ilgili anlatacağım. Aslında hikâye sıradan bir olay. Adam, depresyona girdi ve köprüye çıkıp kendimi atacağım, dedi. Buraya kadar her şey normal. Gelişmiş bir ülke olmakla övündüğümüz ülkemizde herhalde intiharların artması oldukça doğal bir gelişmedir. Zaten doğal da görüyoruz. Fakat işin ilginç tarafı (Ya da trajikomik desek doğru olur mu?) hikâyenin devamında. Belki bu kısımda da her şey doğaldır. Adam kendini atmadan önce uzun bir süre tereddüt geçirir, konunun uzmanı olan polisler, adamı (kadın da olabilirdi) ikna çabası yürütür, ona sorunlarını halletmek için ellerinden geleni yapacaklarına dair garanti verirler, sağa sola telefon açıp adamı yakınlarıyla konuştururlar. Adamda ölüm korkusu mu yoksa yaşam sevdası mı daha baskın gelir bilmiyorum; fakat genelde adam sakinleşir ve atlamaktan vazgeçer. Yo, bu sefer öyle olmadı. Her zaman olduğu gibi insanlarımız meraklı. Temel kazan kepçeleri izlemekten daha zevkli bir uğraş olan intihar eden bir şahsın boşluğa düşüp yerde parçalanması, etrafında kan göleti oluşturması kadar ilginç bir olayı tabii ki izlemeden edemez. Bu olaya tanık olmak bir çeşit tarihe tanıklık sayılır. Ya da sohbet meclislerinde anlatılacak olağanüstü bir hikâye barındıran bir anı olması dolayısıyla mutlaka izlenmeli. Fakat insanımızın çok işi var. İkna uzmanı polislerimiz de işi biraz ağırdan alıyor. Vatandaş orada bir saat bekleyemez tabii, işi var gücü var. İşin bir çeşit şov olduğundan emin kalabalık bağırıp “Atla, atla, atla!” diye tempo tutuyor. İzleyenlerin hepsini töhmet altında bırakmayalım, bunu söyleyen sadece beş on kişi. Adam ya vazgeçip utancının göstergesi olarak ağlayıp birilerine sarılıyor ya da biraz onurlu davranıp brandanın gerilmesini bekleyip öyle atlıyor. Sizi yanıltmamalıyım, bu anlattığım eski bir olay; fakat genelde öyle oluyor. Bu sefer olay şöyle gelişti. Köprüden atlayacak adamı bir saatlik çabanın sonunda tam ikna ediyorlardı ki olay yüzünden köprünün trafiğine takılan iki vatandaş “Senin yüzünden trafikte saatlerdir bekliyoruz. Ne oyalıyorsun, atlayacaksan atla!” demişler. Bunu söyleyen kişilerin bayan olması adamın gururuna daha fazla dokunmuş olacak “Atla ha!” deyip kendini elli dört metre aşağıya bırakmış. Beton etkisinin ne olduğunu biliyorsanız kurtulmasının da neredeyse imkânsız olduğunu da bilmelisiniz. İntihara teşvik suçundan gözaltına alınan kadınlar “Boşboğazlık ettik.” demişler. Belki de bahsettiğim beton etkisi o değildir.
Bu olay öyle hayret verici bir olay ki “Bu olayın akabinde milli yas ilan edilmeli” diye düşündüm. En azından başbakan veya bir bakan çıkıp olaydan büyük üzüntü ve utanç duyduğunu belirtmeliydi. Bu olayı birkaç gün konuşabilseydik belki bu konuyla ilgili toplumda biraz bilinç oluşturulabilir, bazı insanlarda ölmüş olan ya da çarpık olan vicdanı ve insanlık duygularını biraz onarabilirdik. Aklıma Jung’un arketip kavramı geliyor. Kolektif bilinçaltımızda neler var ki bu tür olayları çokça yaşıyoruz? Neden bu tür olaylarda ülkemizi liginde kabul ettiğimiz OECD üyesi olan ülkelerin insanlarından farklı tepkiler veriyoruz? Olayın birkaç büyük vahim yönü bulunuyor:
Birincisi, söz konusu bu insanlar nasıl bir kültürle yetişiyor ki başkasının acısını hissedemiyor, biraz olsun empati yapamıyorlar? Boşboğazlık etmişlerse dahi sözlerinin oluşturacağı etkiyi kestirmekten nasıl bu kadar aciz olabiliyorlar? Bu ülkede başkasının hayatını mahvedecek şekilde saçmalama özgürlüğü mü var? Üstelik bunu söyleyen kişiler iki kadın. Ki “Anadolu Kadını” dendiği zaman aklımıza merhamet, fedakârlık, diğerkâmlık gibi yüce değerler gelir. Bu tabir geçerliliğini yitirmeye başlamış olabilir mi? “Kadın gibi değil, erkek gibi bir laf etmişler.” dediğimiz zaman ise bu davranışı ülkemizin erkekleri için normal bir eylem kabul etmiş oluruz. Kötü bir davranışı normal kabul etmek ise en vahim durumdur ki gelecekte bu tür olayların çokça vuku bulacağının garantisidir. Maksadım insanımızı kötülemek değil tabii. Durumu duygusal ve korumacı bakış açısından koparıp net bir şekilde ortaya koymaktır. Mesela bir tarafta medeni dediğimiz Avrupa’nın sınırlarını kapattığı milyonlarca Suriyeliye kapılarımızı açıp ekmeğimizi paylaştık, ne kadar merhametli ve cömert bir millet olduğumuzu gösterip insani değerlerimizle dünyaya örnek olduk. Fakat diğer bir tarafta inançsız insanların çoğunlukta olduğu ülkelerde bile rastlanmayacak, aklın-mantığın anlamakta zorlanacağı insanlık ölmüş dedirten böyle olaylar ülkemizde vuku buluyor. İnsana “Biz nasıl bir milletiz, belli bir ortalamamız yok mu?” dedirtiyor.
İkinci vahim durum bizim erkeklik algımızla ilgili. Erkek olmayı kutsal olarak kabul edip, erkekliğimize laf kondurmamak için ölümü bile tercih edebiliyoruz. Her şeyin aşırısında olduğu gibi bu erkeklik onuruna ilişkin fikirlerimiz de saçmadır. “Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır” deyimi herhalde çok eski bir deyim değildir ki fiiliyata pek dökülmüyor. Oysa hiçbir şey yaşamdan kutsal olmamalı. Yaşamadan ancak sevdiğimiz insanların yaşamı için vazgeçmek onurlu bir davranış olur, gerisi aptallık. Ama kültürel genlerimizdeki erkekliğe ilişkin bu çarpık bilgi ya da saçma his farkında olmasak da bir sürü suçun failidir. Kadın cinayetlerinin birinci sebebi budur mesela. Halkımızı bu konuda eğitmemiz gerektiği aşikârdır.
Üçüncü ve en kötüsü ise “Boşboğazlık ettik.” gibi basit bir açıklamayı mazeret olarak görecek zihniyete sahip insanların varlığıdır. Küçük bir hataydı, demek gibi yapılan hatayı normal kabul etme biçimidir. Yanlışın normal kabul edilmesi ise toplumda genellik arz ediyorsa kültüre ilişkindir ve geleceğe ilişkin kötü beklentilerin kehanetidir. Suçu küreselleşmeye veya kültürel yozlaşmaya atmak büyük oranda doğru olsa bile kolaycılığa ve çarpıklıkları görmezden gelmeye vardığı için gerçekçi çözüm barındırmaz. Unutmayalım, her millet bu süreçten geçiyor. Fakat kimisi uyum sağlayıp kimisi uyum sağlayamıyor. Yaptığımız hata şu ki kültürümüzü bölünmez kabul edip kutsallaştırıyoruz. Oysa her kültürde olduğu gibi insanlıkla uyuşmayan kalıplar da vardır. Bunların yanlışlığını ortaya koymak bizi kültürümüzden koparmaz, aksine daha insani bir topluma götürür.
Kültür bir süreçtir. Dini, siyasi, eğitsel, ekonomik, coğrafi vb. sebepler ortaklaşa bir şekilde kültürün toplumun zihninde alacağı şekli belirliyorlar. Dolayısıyla olumlu veya olumsuz olsun, kültürü şekillendiren her bir kurumun bir etkiye sahip olduğunu söylemeliyiz. Bütün bu kurumlar Weber’in bürokratik devletini işaret etmektedir. Devlet diyorum, çünkü toplum dediğimiz varlık kendine ancak devletle hâkim olabilir. O halde devletin bu cinnet haline el atması, doğru bir okuma ile sorunların tespiti ve çözümüne ilişkin bir yol haritası oluşturması gereklidir. Bu kurumları temsil edenler yaşanan olumlu veya olumsuz her olayda kısmen payları olduğunu bilmelidir. Şiddetin son yıllarda aşırı bir şekilde artması işlevsel bir değer eğitimine ihtiyaç duyduğumuzu gösteriyor. Değer eğitimi verirken temel almamız gereken en temel şey insanlık olmalıdır. İnsani değerler, tüm insanların kabul edeceği evrensel bir alana atıf yapar. Toplumdan topluma farklılık arz eden, yanlı olabilecek din, dil, ırk temelli yöntemler yerine hepsinde ortak olan iyiyi temel alıp ayrışmayı yok edecek toplumsal barışı temin etmeliyiz. Toplumda farklılıklara saygıyı, sevgiyi oluşturmak en az bayrak kadar millet olmanın koşuludur. Kalplerin betonlaşmasına engel olamazsak haber bültenlerinde daha uzun bir süre cinnet haberleri göreceğimizi unutmayalım.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
Adamın "Atla ha!" dediğini kabul ederek düşünürsek, bundan hemen ciddiye alınmayı çok önemsediğimizi çıkarabiliriz...
Peki, ciddiye alınmayı çok önemsemek mi gerekiyor?...
Ya da ciddiye alınmayı neden bu kadar önemsiyoruz?...
Bu durumun temelinde, toplumsal ve/veya bireysel başarısızlıkların, başarısızlıklarımızı metin olarak doğru bir biçimde çözümleyememizin var olduğunu da hemen fark edeceğiz...
Kolayca hayal kırıklığına uğrayan , ardından rahatça pes eden, sonra da bütün suçu bizim dışımızdakilere yüklemeye başlayan bir kültüre sahibiz...
Diğer yandan, aynı zamanda anlamaya ve anlatmaya çalışma inancını da yitiriyoruz...
Epeyi bir arabesk durum yani...
Sonra gele gele, sizin yazınızda örnekledikleriniz gibi, 'Ya benimsin, ya toprağın' saçmalığına geliyoruz...
Bu noktaya kadar gelmiş olan bireyin, yok etmek istediği ile kendi varlığını özdeşleştirmesi de kaçınılmaz olabiliyor...
Ben de 'betonlaşma'yı kendimce nitelemeye çalıştım böylece...
Günün yazısı olmayı hak eden yazınızı tebrik ederim...
Saygılarımla.
Yahya Oğuz
Güzel yorumunuz, doğru tespitleriniz için çok teşekkürler, saygılar.
Yahya Oğuz
Çok teşekkürler, saygılar
insanlar cinnet eşiğinde '' duygusuz ve duyarsız adeta sivri sinek gibi ' sızıyor kan beynimizden ve daha çok
gömüyoruz kafamızı toprağa ..belki de biri bize dur demeyi öğretmemiş. .tıpkı vur vur demeyi öğrettikleri gibi.
düşünme molası istiyorum lütfen ''
sevgilerim ile ' güne yakışan bir yazı ayrıca tebrikler.
saygılar.
Yahya Oğuz
Çok teşekkürler, saygılar
Güne yakışan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Tebrik ederim.
Bu güzel yazınızı KİŞİSEL BLOGuma ç/aldım. Karşılığında selam ve saygı bıraktım.
http://suatzobu.blogspot.com.tr/2016/03/beton-etkisi.html
Yahya Oğuz
:( itiraf etmeliyim, uzun suredir haberleri izlemiyorum/izleyemiyorum. Hatta izlemeyeyim diye televizyonun fişini bile cektim. Ha duyarsizlik mi bu? Degil. Yani izleyip de bir sey yapamiyorsam, Baudrillard'in dedigi gibi izledigime 3-5dk üzülüp, televizyonu kapattiktan sonra işime devam ettiğim bi simulasyon cagindaysam artik lüzum da gormuyorum.
Yazdiginiz olayi okurken yok artik dedim, bu kadar da degil. Hala sasirabildigimize sevinmeli miyiz üzülmeli miyiz bilmiyorum. Ama onceden en azindan ölüme saygimiz vardi. En azindan bi insanın ölmesi trafiğin durmasindandaha onemliydi. Biz ne ara bu kadar bencillestik sahiden? Ölümleri göre göre ölümü de bize kaniksattilar ya... Ama maalesef ölümü yanlis okumusuz, yazik bize.
Bu Weber'in burokratik toplumuyla falan olacak bir is gibi durmuyor artik ne yazik ki. Kaybettigimiz değerlerimizi, bizden yavas yavaş ve anlasilmadan alınan o değerlerimizi, digergamligimizi, merhametimizi, insanligimizi tekrar kazanmakla mumkun görünüyor. Peki bunlari tekrar kazanabilir miyiz? Işte ondan hic emin degilim...
Yahya Oğuz
Güzel yorumunuz için çok teşekkürler.
ben bunlara slogan insanları diyorum. slogan atarken muhteşemler iyiler edepliler, sosyal kültürleri ve görgüleri gıpta edilecek ölçüde. ama pratikte inmiş bir balon kadar pörsümüş ve içi boşlar. ve bunlar cidden az değil toplumda. hepsi aramızda. her meslekten her yaştan her cinsiyetten her statüden. yani bu insanlar iyi değil. evet belki iddialı bir ifade ediş ama iyi değiller işte. çünkü başkasının hayatını, duygularını, hassasiyetlerini, değerlerini, düşüncelerini pervasızca hiç eden kimse iyi olamaz. yani kötü olması için birinin illa katil mi olması gerekiyor? değiller işte iyi. kalpleri katı, bencillikleri ise boğazlarına kadar yükselmiş. hayatı kendilerine dar ettikleri için başkalarına da merhametsiz ve saldırganlar.
bazen cinnetin toplumca yaşandığını düşünüyorum.
keşke düşünme aralıklarını daha çok sıklaştırabilse insanlar.
emeğinize sağlık Yahya Bey.
Yahya Oğuz
Güzel yorumunuz için çok teşekkürler Sema Hanım