- 422 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARŞILAŞTIRMA/KIYASLAMA
Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibarettir.
Dostoyevski
Büyük Türkçe Sözlüğe göre: Karşılaştırma/kıyaslama/mukayese, kişi ve nesnelerin benzer veya ayrı yanlarını incelemek anlamını taşımaktadır. Zihnimiz hemen hemen her şeyi kıyaslama eğilimindedir. İstisnasız hemen her konuda, zihnimiz bu tarz çalışmaya bayılır. İnsanoğlunun iç huzura erişememesinin temel sebeplerinden biri de budur sanırım. Hayatı bize zehir eder âdeta. Bu konuya farklı bir bakış açısı getirebilir miyiz acaba ?
Bizler doğar doğmaz annemiz tarafından emzirilerek beslenmeye başlarız. İlk tanıdığımız yüz de annemizin yüzü, kokusu, sıcaklığıdır. Bu ilk bilgiler zihnimize kaydedilir. Belli bir süre sonra artık farklı yiyeceklerle beslenmeye başlarız. Farklı insanları, farklı nesneleri algılamaya başlarız. İşte bu andan itibaren kıyaslama işlevi devreye girmeye başlar. Kıyaslama sonucu ya hoşnut oluruz, ya da içimizi bir sıkıntı kaplar. Büyüdükçe hep kıyaslanırız: Anne babamız, yakın çevremiz, öğretmenlerimiz tarafından hep kıyaslandık: Şöyle uslu olmalısın, böyle çalışkan olmalısın, şu arkadaşına bak, ağabeyine, ablana bak…Bu karşılaştırmalar, kıyaslamalar sürer gider. Bir tür yarıştır sanki yaşamımız. Aslında bu tür zorlamalar da bir çeşit şiddet değil midir? Bir süre sonra, kendi kendimizi de başkaları ile kıyaslamaya başlarız, ama hâlâ farkında değilizdir. Kıyaslama sadece maddi konularla sınırlı kalmaz; her konuda kendimizi başkaları ile, çevre ile kıyaslamadan yapamaz hâle geliriz. Her an kendimizi başkaları ile kıyaslamak bizde dayanılmaz bir huzursuzluk kaynağı haline gelir.
Karşılaştırmaya maruz kaldığımız zaman, bizler kendimizi buna uymak zorunda hissettik. Bu zorlamalar bizi, kendimiz olmaktan uzaklaştırmaya başladı: Kendimiz olmak yerine, başkaları gibi olmaya çalıştık. Bu da bizi, doğal yaratılış karakterimize yabancılaştırdı. Yaratılış karakterimize ters düşünce, iç huzurumuzu kaybettık: Huzursuzluk iç dünyamıza hâkim olmaya başladı. Her benlik kendi ortamına uygun yerlerde huzura erer. Bitkilerde dahi böyle değil midir? Bitkiler doğal yaratılış ortamlarında serpilip gelişebilirler. Bu ortam dışında zorlanırlar; yaşam mücadelesi içerisine girerler, pörsürler, cılızlaşırlar ve yok olurlar. Günümüzde bitkilerin ortam şartları yapay olarak yaratılarak, yetiştirilebildiğini hepimiz bili-yoruz. Ancak zoraki yetiştirilen bu bitkilerin, doğal ortamlarında yetiştirilenlere şekil olarak benzese de, koku, tad, besin değeri bakımından farklı olduğu bilimsel olarak açıklanmaktadır.
İçinde yaşadığımız topluma uyum göstermemiz gerektiği bize öğretilmektedir. Uyum göstermek de ancak kıyaslamakla mümkün olabilmektedir. Aileye, okula, toplum kurallarına, dinsel kurallara uyum istenmektedir. Karşılaştırma ve uyum birlikte hareket etmek zorun-dadırlar. Bu durum bizlerin üzerinde baskı yaratmaktan başka bir işe yaramadı. Bu da bizlere, acıdan, huzursuzluktan başka bir şey yaşatmadı. Bizlere hep gelenek, göreneklere göre yaşamamız gerektiği öğretildi. Gelenek ve görenekler, yani geçmişe ait bilgiler, davranışlar yığını, zihnimizdeki belleğimize (harddisk) kaydedilmiş durumdadır. Geleneklere uyum sağlamış biri, hep aynı şarkıyı dinleyen biri gibidir: Devamlı aynı şarkı çalar durur. Hiçbir yaratıcılık, yenilik asla yaşanmaz. Halbuki yaşam durağan asla değildir. Kainat/Evren her an bir oluş üzerinedir. Yani devamlı bir değişim, yenilik, yaratıcılık söz konusudur. Büyük Türkçe Sözlük’te gelenek :” Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane, tradisyon olarak açıklanmaktadır.” Burada da görüleceği üzere geleneklerde yaptırım gücü söz konusudur: Yani zorlama ve baskı baş roldedir. Baskının, zorlamanın olduğu bir yerde, yenilik, yaratıcılık olması da beklenemez.
Mevlânâ’nın dizeleri de bize bu konuda yol gösteriyor sanırım.
Dünle beraber gitti cancağızım,/Ne kadar söz varsa düne ait,/ Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.
Bir an kendimizi, hiç, ama hiçbir şeyle (kişiler - kurumlar ) kıyaslamadığımız bir günde yaşadığımızı hayal edelim. Üzerimizden tonlarca yükün kalktığını, âdeta kuş gibi hafiflediğimizi hissedeceğiz. İşte o zaman gerçek özgürlüğü tadacağız. Özgür olan bir akıl tüm bu karşılaştırmaların, bizi bağımlı kıldığını farkeder. Bağımlılık, en büyük huzursuzluk kaynağımızdır. Bağımlı bir zihin; tembel, her şeyin başka bir şeye bağlı olduğu için, özel bir gayret göstermesine ihtiyaç duymayan, bir zihindir. Ama asla özgür değildir; özgür olmayan bir zihin, tutsaktır: Paraya tutsağızdır, eşimize tutsağızdır, ana-babamıza tutsağızdır, makam/mevkiye tutsağızdır, ülkemize tutsağızdır, dinimize tutsağızdır. Tutsaklık, bağımlılık bize sanal bir güven hissi verir. Bağımlı yaşamak kolayımıza gelir. Küçüklükten beri bize bu yaşam tarzı dayatılmıştır. Uyum gösterdiğimiz zaman, toplum, çevre tarafından onaylandık. Bu onaylanma bizde sanal bir huzur sağladı. Ama içimizde hep bir boşluk hissi, bizi rahatsız etmeye devam etti: Asla iç huzurumuza kavuşamadık. Toplum kurallarına bağlı olacağız şüphesiz; ancak, bağımlı olmayacağız demek istiyorum. Bağlı olmakla, bağımlı olmak arasında çok büyük fark vardır çünkü.
Tercihimizi yaparak, bu dünyadaki doğum ve ölüm arasındaki yaşam denilen bu süreci, ya; böyle bir şeylere bağımlı olarak, ama huzursuz bir şekilde yaşayacağız, ya da; kendi yaratılış olgumuza uygun olarak, hiçbir şeyle kendimizi kıyaslamaya tabi tutmadan özgürce, huzur içinde yaşayacağız. Birinci tercih, kolay; ikincisi zor bir süreçtir. İnsan olmanın onuru bu tercihte yatar sanırım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.