- 691 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Emir Kozcuoğlu Gibi Tirat Atmak - 2
Kırtasiyeden içeri girdiğinde; karşılıklı duvarlar boyunca uzanan derli toplu raflar, tertemiz bakımlı yerler ve banko, pırıl pırıl camlı dolaplar ve hoş bir koku karşıladı Mehmet’i. Radyodan yükselen Joy Fm cingılını duyunca, keyfi biraz da olsa yerine gelmeye başladı;
-İyi günler.
- Hoş geldiniz, buyurun.
- Fotokopilerim vardı da?
- Tabi çekelim, kaç suret.
Kalemdeki adamlara hiç ama hiç güveni kalmamıştı. Evrakların yeniden kaybolması an meselesiydi. Üçer suret fotokopiyi oraya verdiğinde, en az iki tane de kendisinde kalmalıydı.
-Hepsinden beşer tane.
Kırtasiyeci bir taraftan fotokopileri çekerken, bir taraftan da yüzüne dostça bir gülümseme yerleştirmeye çalışarak konuşmaya başladı;
-Genelde şu aşağıdaki Gürcan Kırtasiye’ye giderlerdi. Siz buraya gelmişsiniz?
- Bana da oraya gitmemi söylediler. Bir mana veremediğim için buraya geldim.
- Aslında bir manası var.
- Nedir?
- Neyse ya, boşverin.
- Sizin resmi evrak çekimini yapamadığınızı söylediler.
Kırtasiyeci hiç istifini bozmadan müstehzi bir şekilde gülümsedi. Fotokopileri çekmeye devam ederken anlatmaya başladı;
-Bunlardan birkaç kişi buraya geldi. Bizim dairenin fotokopi işlerini sana paslayacağız, sayfasını kaç liradan çekiyorsun diye sordular. Yirmi beş kuruş dedim. On kuruşunu biz alırız on beş kuruş senin. Akşama kadar bizden gelen evrakların çetelesini tutarsın, sayıp kaç lira tuttuğunu hesaplarız. Mesela yüz sayfa çektiysen on lira alacağımız olur. Her akşam yanına şu arkadaş gelecek, hesabı onunla görürsünüz. Biz de kazanalım sen de kazan. Anlarsın ya dostum; “Win Win” dediler. Yok yok sağ olun, bana yönlendirmeyin siz diye cevap verdim.
-Biz başka yere göndermesini de biliriz elbet. Dairenin tam karşısında sen varsın diye ilk sana geldik. Şu aşağıda Gürcan Kırtasiye var, oraya da gideriz.
-Siz oraya gidin en iyisi.
- Pekiyi, sen bilirsin. Bu konuştuklarımız da burada kalsın. Eğer şikâyet edecek olursan yalanlarız ki zaten hiçbir şey de ispat edemezsin, hadi eyvallah diyerek dükkandan çıkıp gittiler.
Diğer kırtasiyeye yönlendirmenin böyle bir nedeni olacağını az çok tahmin ettiğinden, anlatılanlara pek de şaşırmamıştı Mehmet;
-Niçin şikayet etmiyorsunuz peki?
- Elimde bir şey yok ki. Ne ispat var ne kanıt.
- Bundan açık ispat mı olur? Vatandaşları diğer kırtasiyeye yönlendiriyorlar. Anlattıklarınızla tamamen örtüşüyor işte.
-Küçük hesapların adamı bunlar hocam ya. Beş liralık, on liralık fotokopi parasının peşine düşen adamdan ne beklenir? Ben böylelerinin şerrinden korkarım, her şeyi yapar bunlar.
Fotokopiler bitmişti. Mehmet ücreti öderken; “Beni de sabahtan beridir gezindiriyorlar içeride. Anamdan emdiğim süt burnumdan geldi ki daha işin başındayım. Bundan sonra daha neler yaşayacağım da belirsiz, kapkaranlık bir sayfa gibi. Şikâyet etseydik iyiydi. Hem ben de şahitlik ederdim! Belki bunları memuriyetten bile atarlar. Sen de kurtulursun vatandaş da diyecek oldu. Ancak bunun yerine ;
-Siz bilirsiniz. İyi günler dilerim
diyerek kapıya doğru yöneldi. Radyoda “Lost Frequencies- Reality” parçası henüz çalmaya başlamıştı, bugün gerçekten hiç şansı yoktu.
Kafasında türlü düşüncelerle tam karşısındaki binaya doğru yöneldi. Bütün sabah yaşadıklarından sonra içeriye girmeyi hiç istemiyordu. Üstüne üstlük içeride tirat atmaya kalkınca, ağzından yarım yamalak bir iki cümle de çıkmıştı. Neler söylediğini tam olarak hatırlamıyordu. “Ayşegül Hanım! Beni iyi dinle şimdi” cümlelerini kesinlikle söylemişti ancak kadına kenar mahalle dilberi deyip demediğini, dediyse ondan sonra ne yaptığını, kalemden ne vaziyette çıktığını hiç hatırlamıyordu. Söyledikleri kısmen anlaşılmış bile olsa, artık onu iki kat gezindireceklerdi. Belki de; biraz sonra girdiği odadaki kadın direk çemkirmeye başlayacak, “Sen ne dedin biraz önce. Kenar mahalle dilberi filan diye bir şeyler karıştırdın. Kime ettin o lafı!” diyerek çirkefçe saldıracaktı. Güvenlikleri çağırıp “Birazdan buraya bir adam gelecek. Bana hakaret etti. Şikâyetçi olacağım. Devlet memuruna hakaretten mahvedeceğim onu. Siz buralardan ayrılmayın” diyerek talimat vermiş bile olabilirdi. Kafası bu düşüncelerle meşgulken; vızır vızır işlek yolu her nasılsa çarpılmadan geçmeyi başarıp, binanın önüne kadar geldiğini fark etti. Ufak tefek, tombik bir güvenlikçi takıldı gözüne. Adamdan ateş isteyip biraz muhabbet ederek içeride neler olup bittiğini anlamak, hiç olmazsa kafasını biraz olsun dağıtmak istiyordu;
-Selamun aleyküm
- Aleyküm selam
- Ateşiniz var mıydı?
- Var, buyur.
- Sağol.
- Buraya mı geldiniz?
- Hımm, karşıdan şu evrakların fotokopisini çektirdim de. İçeri girip teslim edeceğim.
- Ne işiniz vardı?
- Nakil.
- Personel daireye gideceksiniz o zaman.
- Evet, oradaki Naim Bey’e teslim edeceğim.
- Orada doğru dürüst çalışan bir o var zaten. Gerisi hep soytarı.
Mehmet yeni tanıştığı adamın böyle paldır küldür lafa girmesine, daha lafın başında satırı tam ortadan vurmasına şaşırsa da, bir şey belli etmeden konuşmaya devam etti;
-Ayşegül Hanım filan da var?
- Hımm, evet O var. Köşede oturan Nurettin var.
- Benim de evrağı kaybettiler, bi sabahtır onu arıyorum. Ayşegül Hanım’ın masasından çıktı sonunda.
-……………..
- Masasındaymış evrak. Arkadaşıyla telefonda konuşmaktan yüzümüze bile bakmadı. Ne evrak kayıtı kaldı, ne arşivi kaldı gezinmediğim.
-Doğrudur hocam. Dua etsinler, sen sakin adama benziyorsun yine. Birkaç ay önce birisi dağıtcaktı o odayı.
-Hadi ya! Neden?
- Yine böyle lakayt, soytarı hareketler yapmışlar. O gün Naim Bey de yokmuş. Hiç kimse ilgilenmeyince adam dikilip kalmış. Oraya gitmiş buraya gitmiş nafile. Yüzüne bile bakan yok. Sonra bunlara basıyor fırçayı, basıyor küfrü. Hemen güvenlik çağırdılar. Kapıda yine ben vardım, koşup yetiştim. Betleri benizleri kâğıt gibi olmuş hepsinin.
Biraz önce onun beceremediğini bir başkasının yaptığını duyunca; biraz ferahladı Mehmet. Bugün yaşadığı ve yaşayacağı bütün olayların intikamını almış gibi hissediyordu. Aynı zamanda kadına “Kenar mahalle dilberi” demiş olsa bile, artık bir şey olmayacağını düşünerek rahatlıyordu.
-Ee, sonra ne yaptın.
- Hemen girdim odaya. Beyefendi ne oluyor burada diye çıkıştım.
- Çekil len ayağımın altından yer cücesi!
diye bağırdı bana. Öbürleri neyse de Ayşegül’ün yanında mahcup oldum.
-Ben binanın güvenlik görevlisiyim. Şimdi benimle geleceksin dedim.
- Gelmezsem ne olur len! Çekil ayağımın altından sen de nasibini alma, karışmam sonra!
- Ben dinler miyim abi. Bende karate var. Kung fu var. Tekvando var. Yok yok yani.
- ………………
- Güvenlik sertifikası verirken öğretmişlerdi. On altı saat döğüş eğitimi aldım ben.
- Ondan önce bilmiyordun yani.
- Yok bilmiyordum ama iki gün, günde sekiz saatten on altı saat öğretti hoca. Sekiz saat teorik, sekiz saat de pratik.
-Biraz az değil mi ya?
- Abi hocamız çok iyiydi. Adam kendini yetiştirmiş. Makine gibi olmuş, bi görsen. On beş yirmi kişi girse rahat yer yani, o şekilde.
Sabahtan beri ilk defa bir muhabbetten zevk almaya başlamıştı. Lafı biraz daha uzatmak için; adama bir sigara uzatıp çakmağıyla yaktı;
-Sonra n’oldu?
- Bunu odadan çıkardım. Nasıl dikleniyor, nasıl efeleniyor bir görsen! Artık kungfusundan tekvandosuna hepsini kullanmanın zamanı geldi dedim. Adamı “Bak ben döğüşçüyüm” diye son kez uyardım. Baktım bıyık altından gülüyor, iyice kafam attı…
Burda on on beş saniye kadar durakladı. Zira bundan sonrasını nasıl anlatacağını düşünmemişti. Gerçekte adam kapının önüne çıkardığı bunu top gibi yerlerde yuvarlayarak iyice benzetmiş, kalemdekilere duyduğu hıncı bu garibandan çıkardıktan sonra bir taksiye atlayıp gitmişti. Öyle ki tombik vücudu kaldırımlarda yuvarlanırken üzerindeki siyah güvenlik elbisesi tozdan, topraktan bembeyaz olmuş, dört beş yerinden yırtılmıştı. Güvenlik amiri de durumuna acıdığı için hadi sen eve git, bugün izinlisin deyip onu eve göndermişti. Kafasını toparlayıp konuşmaya başladı;
-Abi bu kung fuda pençe parmak saldırısı diye bir şey var. Parmaklarını şöyle kıvırıp adamın boynuna çalışıyorsun. Bak şöyle tutuyon parmakları. Ve tam şöyle boyuna vuruyosun.
-………….
- Onu bi yaptım… Vay anam vay. O ayı gibi, bir doksanlık adam tek harekette yıkılmasın mı? Ben de kendimden korktum valla. Adama bir şey olur… Sonuçta döğüşçü, sporcu insanız biz.
Mehmet bir taraftan bu saf adama acıyor bir taraftan da gülmemek için ağzındaki sigarayı dişlerinin arasında yiyecek gibi ısırarak ardı ardına çekiyordu.
-Ne oldu sonra? Kalkabildi mi adam?
-Nasıl abi?
-Dövdüğün adam diyorum, kalkabildi mi ayağa?
Birkaç saniye daha durakladı. Onu döven adam taksiye binip çekip gitmişti.
-Hee abi. Taksi çağırdım. Zorla kaldırdım yerden. Kusura bakma kardeş ama ben sana dediydim sporcuyum diye. Hadi sen şu taksiye bin evine git diye gönderdim.
-Ben de içerde öfkelenmiştim bi ara. İyi ki bağırıp çağırmamışım. Sonum böyle olacakmış desene.
-İyi ki abi. Yani tekvando filan öğrenince adamın eli de ağır oluyo. Ben de kendime şaştım.
Muhabbet iyi, hava gayet güzeldi. Mehmet içeriye girmek istemediğinden, yeniden söze başlamasını bekleyen kaçamak bakışlarla adamı süzüyordu. Güvenlikçi sigarasından derin bir nefes çektikten sonra yeniden konuşmaya başladı;
-Sonra bu Ayşegül taktı bana.
-Nasıl abi?
-Personeldeki Ayşegül var ya
-Evet.
-Onu diyorum, taktı bana. Yok işte bizi sen kurtardın. Çok cesur bir erkeksin. Çok güçlüsün, sevgilin var mı bilmem ne.
Şeytana pabucunu ters giydirecek o kadının bu garibanla işi olmazdı. Garibimin gönlü kadına düştüğünden, platonik aşkını düşündüğü hülyalara dalıyor olmalıydı. Biraz efkarlı, sigarasından derin bir nefes çekti Mehmet. Ayıp olur düşüncesiyle, müdahale etmeden dinlemeye devam etti;
-Devamlı yanıma geliyor. Hadi çıkalım, akşama ne yapıyosun… Yakamı bırakmıyo bi türlü. Filanca filme iki biletim var, filanca otelde iki gün tatil kazandım, filancanın doğum günü var, filancanın konseri var birlikte gidelim mi? Gömlekler, ayakkabılar, parfümler, hediyeler bi şeyler.
Güvenlikçi bunları anlatırken şekilden şekle giriyor, eli, kolu, bacakları kıpır kıpır oynuyor, durduğu yerde duramıyordu. Attığı palavraların düşüncesi bile vücuduna ateşler bastırıyordu.
-Bi gün de “club”e dansa çağırdı. Dans kursuna gitmişliğim de var benim. Vals, tango, club hepsini bilirim.
-………………
-Dans şampiyonluğu almıştım bi keresinde
Adam iyice desteksiz sallamaya başladığından, daha fazla dayanamadı Mehmet. Dinledikçe içinden bir şeylerin koptuğunu hissediyor, adamın cümlelerindeki saflık ve temizlik ruhunu adeta kıyma makinesinden geçirircesine paramparça ediyordu. Bahane olsun diye saatine baktı;
-Ooo, saat kaç olmuş ya. Birazdan öğle tatili girecek. Ben artık gitsem abi?
-Olur tabi. Yine görüşürüz. Hep burdayım ben. Bu arada adım Kazım.
-Benim de Mehmet. Memnun oldum Kazım abi. Bu güzel sohbet için teşekkürler.
-Rica ederim, bi ihtiyaç olursa ben buradayım. Bi seslenmene bakar.
-Sağol abi görüşürüz.
Adamla sanki çok acelesi varmışçasına yalapşap tokalaşıp, oflaya poflaya iç karartıcı gri devlet binasına doğru yürümeye başladı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.