saçmasapan bir rüya
Dün gece yine enteresan bir rüya gördüm. Bu aralar rüyalarım pek renkli... hayırlara vesile olur diye umuyorum.
Neyse...
Efendim, rüyaların insanlığın ortak malı olduğuna inananlardanım. Düş, rüya, hayal, tahayyül... artık adına ne demek isteseniz “bir bütün olarak biz insanlığa başka bir alemden sahneler sunan pencerelerdir” diye düşünüyorum.
Bu bağlamda dün benim payıma düşen psikolojik gerilim tarzında ve biraz da polisiye bir rüyaydı.
Söyle ki;
Bir odada kendime geliyorum. Belli ki bir toplantı odası bu. Masa ve sandalyeler bir çember oluşturacak şekilde düzenlenmiş. Oda pek bir aydınlık, kocaman pencereleri var da ondan. Çemberin bir ucunda diğerlerinden daha büyük bir masa var. Bu masada oturan her kimse artık diğerlerinden daha önemli biri olmalı. Ben masanın yanına iliştirilmiş bir sanlayede oturuyorum. Odanın bir tarafı kütüphane, diğer tarafı ise sokağa açılan pencerelerle dolu. Manzaraya bakılırsa İtalyadayız. Mimari öyle diyor. En azından benim içimde öyle bir his var.
Duvarlardan birinde bir televizyon, televizyonda bir sunucu Arda Turanla röportaj yapıyor. Arda’nın Amerika’da bir evi varmış, orada yaşıyormuş güya. Bunu sanki bugüne kadar herkesten gizlemiş gibi bir suçluluk duygusuyla adeta itiraf ediyor. Bense “peki bu adam Amerika’da yaşıyorsa nasıl Barcelona’da top oynuyor?” diye soruyorum kendi kendime. “Her gün Amerika’dan İspanya’ya gidilmez ki” diye de ekliyorum.
Tam bunları düşünürken çember düzeninde oturan insanlara kayıyor gözlerim. Herkesten ikişer tane var. Yan yana oturup öteki kendileriyle konuşuyorlar. Biraz daha dikkatli bakınca odada bulunan herkesin ikiz olduğunu anlıyorum. Masanın diğer ucundaki sarı saçlı kadın hariç. Ben de sizin gibi olayların bu kadının etrafında gelişeceğini düşünüyordum ama yanılmışım. Sarı saçlı kadın bir ikizinin olmamasının ve bu bağlamda dikkat çekmesinin dışında rüyamızda herhangi bir rol oynamıyor.
Biraz diğer insanların görünüşlerinden bahsetmek gerekirse;
Bir sebepten dolayı bu odada oturan herkesin çok zeki olduğu fikri uyanıyor zihnimde. Ekseriyetle genç, saçları sakallarına karışmış, kalın gözlüklü çocuklar bunlar. Sonra yine, sebebini bilemediğim bir şekilde bu firmanın Arda Turan tarafından finanse edildiğine fikri yürüyor aklıma.
Hmmm, Arda’nın benim rüyamda ne işi var ve neden bu ne idüğü belirsiz firmayı finanse ediyor ve aynı zamanda Amerika’da yaşadığını neden insanlardan gizliyor?
Aklımdan bunlar geçerken yıllardır çekmecemde duran cüzdanımın sağ ön cebime koymuş olduğumu fark ediyorum. Neredeyse on beş yıldır cüzdan taşımıyorum. Bu da garip geliyor anlayacağınız. İşler giderek karmaşık bir hal alıyor. Telefonum, anahtarlarım, bisiklet kilidim ve çantam çemberin başındaki büyük masada duruyor, bense masanın yanında bir sandalyede oturuyorum. Yıllardır elimi sürmediğim cüzdanımda bir anda cebimde bitivermiş. Hem de ön cebimde.
Tam o anda hafızamı kaybetmiş olduğumu farkediyorum. Yakın tarihe dair hiçbirşey hatırlamıyorum. Arda’nın şirketi beni bir yerlerde bulmuş ve bir şekilde buraya getirmiş olmalı. Kafası zehir gibi çalışan bunca adam ve sarı saçlı kadın büyük ihtimalle içinde bulunduğum durum üzerine fikir alışverişi yapıyorlar. Odadaki kütüphanede yüzlerce cilt kitap var. Bir ara kitapların isimlerinden hangi ülkede olduğumu anlamaya çalıştım. İtalya’da olduğumdan emin gibiyim ama yine de teyit etmekten kimseye zarar gelmez diye düşünüyorum. Nafile, bir türlü odaklanamıyorum. Koca koca kitapların kahverengi ciltleri adeta üzerilerinde yazılı duran harfleri ve kelimeleri yutuyor. Boşuna uğraştığımı anlayıp ve vazgeçiyorum.
Derken telefonum çalmaya başlıyor. Arayan annem. Açıyorum hemen telefonu, ama konuşamıyorum, dudaklarım titriyor. Ağzımdan saçma sapan kelimeler çıkıyor. Zar zor “anne galiba ben İtalyadayım, bi de hafızamı kaybettim” diyebiliyorum. Annem “düzgün konuş oğlum, söylediklerinden bişey anlaşılmıyor” diyor. Telefonu kapatıp odaya dönüyorum. Gözlerim doluyor. Sarışın kadınla göz göze geliyoruz ve uyanıyorum. Saat 04:30, kuşlar cıvıldamaya başlamışlar bile.
Yatağın yanındaki şişeyi alıp iki yudum su içiyorum. Uykunun zerresi kalmamış gözlerimde. Sanki öğlen vakti ve ben saatler önce uyanmışım. Perdeyi aralıyorum, hava haliyle karanlık. Apartmanın önündeki parkta banklar var. Bir kadın ve bir adam bankta el ele oturuyorlar. "Sarhoşlar galiba" deyip yatağa dönüyorum.
Aradan yaklaşık bir saat geçtikten sonra tekrar uykuya dalıyorum. Bu sefer Arda’nın adamlarının elinden kaçmaya çalışırken buluyorum kendimi. Yine öncesi yok. Sakallı ikizler ormanlık bir arazide izimi sürüyorlar. Güya çok aranan bir kanun kaçağıymışım. Üzerimde Arda’nın adamlarının eline geçerse çok tehlikeli olabilecek belgeler varmış. Onları şeffaf bir dosyanın içerisinde kemerimin altına sıkıştırmışım. Neden sebep bilmiyorum böyle yaparsam daha hızlı koşabileceğime inanıyorum rüyamda. Koşuyorumda nitekim.
Kaşla göz arasında telefonum çalıyor yine. Sessize almadığım için kendime kızıyorum. Bakıyorum ekranda annemin resmi. "Kapat anne, ben seni sonra ararım" diyorum. Annem "Arda’nın adamları kuzenini kaçırdı, gel yemek ye, sonra eniştenlerle beraber peşlerine düşersiniz" diyor.
Annem Arda’nın adamlarını nereden biliyor? Daha doğrusu Arda’nın adamı olduklarını nereden biliyor?
Şüpheleniyorum...
Ormanlık araziyi geçip eve ulaşıyorum. Evimiz ne hikmetse ormanlık arazinin hemen yanındaymış. Kapıda onlarca ayakkabı var. Sanki cenaze evi.
İçeri giriyorum... duyan duymayan gelmiş. Yıllardır görmediğim ilkokul arkadaşlarım bile bizim evdeler. Ama hiç yaşlanmamışlar. Üzerlerinde de ilkokul üniformaları, siyah önlükler. Birkaç kişi yüzüme boş boş bakıyor.
"Anne ben geldim" diyorum. Annem beni tanımıyor "sen de kimsin?" diyor. Eski mahalleden bir arkadaş "şimdi seni kimse tanımaz, Arda’nın adamları beyinlerini yıkadı, kuzenini bulup getirmen lazım, ancak o şekilde iyileşebilirler" diyor.
Evden çıkıp koşarak ormanlık araziye dönüyorum geri. Sakallı ikizleri buluyorum. Ateş yakıp, çay demlemişler. "çay içer misin?" diye soruyor ikizlerden biri. "olur, kuzenim nerede?" diyorum. "kuzenini almak istiyorsan belgeleri İtalyaya görütmen lazım" diyorlar.
Ormanlık araziyi baştan sona koşup diğer ucundan İtalyaya ulaşıyorum. Belgeleri verip kuzenimi alıyorum. Normalde otuzlu yaşlarında olması gereken kuzenim kundakta bebek henüz. Arda’nın adamları onu İtalyan bir aileye evlatlık vermişler. Üvey annesi kuzenimden ayrılmak istemiyor. Bebeği bir bahaneyle ellerinden alıp sırtımdaki çantaya atıyorum ve ormanlık alana doğru tekrar koşmaya başlıyorum. Üvey anne ve baba arkamdan koşuyorlar. Beni eve kadar takip ediyorlar. Eve geliyorum ki herkesler gitmiş. Sadece bizimkiler kalmış. Bebeği çıkarıp teyzeme veriyorum. Tepki yok. Tam o sırada gözüm anneme takılıyor. Annem ağlıyor... Biraz da gençleşmiş sanki. yüzü pırıl pırıl.
Meğerse ben ölmüşüm. O kalabalık benim cenazemmiş. "Anne ben ölmedim hayattayım işte" diyorum. Annem beni duymuyor bile. Yanımdan geçip öylece uzaklaşıyor. Çok ağırıma gidiyor annemin yaptığı. Bildiğin güceniyorum.
Telefonun alarmıyla tekrar uyanıyorum. Yatak terden sırılsıklam. Saat 07:30, güneş doğalı baya olmuş. Banktaki kadın adamın dizine uzanmış.
Hayatta olduğum için mutluyum. Arda’ya bir güzel saydırıyorum...