- 711 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
O Kocaman Öfke
O sıcak köşeyi özledim. Nasıl anlatayım, bilmiyorum o sıcaklığı. İçine yosun kokusu kaçmış, dalga sesli… Ve bir de çocuk gözlerinden görülen bir dünyaya ait olduğunu eklemeliyim. Sıcaklığın oranı yaşla son derece alakalı bir şey çünkü…
Çocuktum, evet. Çocukluğun sınırlarından çok dışarı taşan gölgelerim, farklı yanlarım, o farklılıklara neden olan gediklerim, engebelerim olsa da, ben o sıcağı sonuna dek hissediyordum yine de. Hissetmemiş gibi yapsam da, sanki çocukluğun çok farklı bir tanımının cisimleşmiş hali şeklinde dolanıp dursam da onların cıvıltılarla dolu evreninin kıyılarında… aslında öyle iyi tanıyordum ki onları!
O yüzden ben gerçek anlamda hiç çocuk olmamış o koca bedenli çocuklardan değilim asla! Geç kalmış bir kış gibi olmadık yerde ayaza kestirmiyorum tomurcukları… Dokunuşlarım hep yerinde, sarsmayan, beklenen dokunuşlar oluyor. Birden kestirip atmıyorum uzun zaman bir sonuca vardırmaya çalıştığım; boşluğa bir şekil, bir anlam vermemi sağlayan şeyleri… Çocuk olacaksam bu kendi tercihime bağlı olarak gelişen, keyfi bir şey, kendime sunduğum bir tür hediye olarak gerçekleşiyor. Yani çocuk denecek yaşlarda çocuk olmasına izin verilmeyen yetişkinlerin çocuksuluğundaki o dinmeyen öfkenin zerre yeri yok onda.
Ama yine de öyle özlüyorum ki o kıyısında durduğum yeri! Belki de denizle kesiştiği noktada, sonsuzluğun eşiğinde duruyor olmam sağladı, o çocukların içlerine ne kadar tam olarak giremesem de yine de onlardan biri gibi hissetmemi. Denize kıyısı olan bir şehirde yaşıyor olmanın böyle bütünleştirici bir yanı var işte! Belki de ölümü hatırlatmasındandır. Deniz herkesi eşitleyen, çok adil bir ayna oluyor insana çünkü. Çok başka bir bakışı var… Kendisine bakan herkese aktarıyor onu. Kendisini bir resim olmaktan çıkarıp gerçek bir deniz yapacak kadar gören gözlerle bakan, içinde yalnız kalabildiği küçücük bir köşeyi saklayabilen herkese…
Öyle köşeleri olan çocuklar sayesinde o evrenden içeri girebildim zaman zaman. Diğer çocuklar gibi beni korkutmuyorlardı. Çocukluğunu yaşayamamış yetişkin görünümlü çocukların karanlığını görüyordum belki de diğerlerinde. Oysa sonradan anladım ki; mevsimlerin doğal döngüsü gibi son derece doğal bir sürecin içinde olan bir şeydi onlarda benim acımasızlık olarak gördüğüm. Olgunlaşmamış bir meyvenin geçici sertliği gibi; geçilen bir yolun herhangi bir noktası, bir kavşak, değişime açık bir şekilsizlik hali… Onlar bir şekil almaya çalışıyorlardı aslında bana korkunç gelen o çıkışlarıyla. Yetişkin görünümlü çocuklardaki o kararlı, kendinden son derece emin acımasızlıkla uzak yakın ilgisi yoktu bunun.
Gerçek acımasızlığın kaynağını çok iyi biliyorum artık. Büyümeyen herkeste taşlaşan o şeyi: Çocukluğu… Çocukluğun yaşanmayıp taşlaşması, bir put haline gelmesidir acımasızlık. Her put gibi, anlamını çarpıtır aslının; yaşama en uzak, en aykırı taraflarını öne çıkarır. Öylelerine haber bültenlerinde rastlıyoruz sık sık maalesef. Onlarla kazara yolları kesişen herkese tıpkı içlerindeki taşlaşan çocuk gibi yaklaşıyorlar. Tıpkı küçük bir çocuk gibi ikna olamıyorlar bir türlü karşılarındakinin gerçekliğine. Dokunmakla yetinmiyor, acıtıyorlar.
Belki de bu yüzden bu kadar özledim denizi. Hızlı çekim geçmek istedim hayatı onun sonsuzluğunda. “Bu mavi su şu gördüğüm çizgide bitmiyor aslında, devamı da var” demek, okyanusa götüren bir süreç olarak görmek için onu… Arkamdan akan hayatı da katmak için o sürecin içine… Tüm büyümeyen, çocuk kalan şeyleri büyütüp o koca okyanusun bir parçası haline getirmek; büyüyemeyenlere has o kocaman öfkeyi yok etmek için…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.