- 352 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Unuttuğumuz değerlerimizden mevlütlerin dam arkası
UNUTTUĞUMUZ DEĞERLERİMİZDEN “MEVLÜTLERİN DAM ARKASI”
Güzel ilçemiz Bucak’ımızın Çavuşlar mahallesi ile Yörükler mahallesinin kesişme noktası ve tümbüldek’in Hökez bulvarına döndüğü köşede Mevlütlerin dam evleri vardı. Eskişehir bankasında çalışırken Adapazarı’na tayin olup orada yaşayan merhum Şaban Şencan, Murat, Süleyman ve hasan Şencanların evleri. Şencanların muhterem anaları Gülsüm teyzemizin ölümüne kadar yaşadığı dam evi. Bahse konu ev şimdi yoktur.
Bu dam ev bizim için neden önemliydi. Yaz günlerinde sıcaklarda çok koyu ve büyükçe bir gölgesi olurdu. Mevlütlerin dam arkası diye tabir ettiğimiz bu gölgelik, bütün mahalle çocuklarının eğrekleşme ve oyun oynama yeri idi. Hemen hemen bütün vaktimizi o damın arkasındaki koyu gölgede geçirirdik.
O dönemlerde çocukların oyunları gürültülü patırtılı, bağırışlı çağırışlı olurdu. Dolayısıyla çevredeki yaşlıların bazıları rahatsız olur, oyun oynayan çocuklara dirlik vermezlerdi. Ancak mevlütlerin damın sahibi hoş görülü ve mütevazi insan Gülsüm annemiz, çocukların oyunlarından ve gürültülerinden bir gün dahi rahatsızlığını belirtmemiştir.
Mevlüt karısı Gülsüm teyzemiz ile birlikte, Topuz Ümmühan’ı (Ali, Adem Güner kardeşlerin anneleri), Kadıahmetoğlu eşi Gülüşan yengemiz (Mustafa, Naim, Hilmi ve Orhan abilerimin anneleri), Kuşçu yengemiz (Dayım Hacı Mehmet Ülkü’nün eşi), Ataş yengem (Ahmet, Mehmet, Şaban merhumların ve simitçi Osman Ağırman kardeşlerimin anneleri), Ağlasun’lu yengem (Adem, Mehmet ve Erdoğan Kasap’ların anneleri), Havana yengem (Merhum Dembel Ali Çavuşun hanımı), Keniş karısı (Öğretmen arkadaşım Mehmet Gönenç ve İbrahim Gönenç’in anası, Ahmet, Şükrü, diş hekimi Mehmet Gönenç’lerin neneleri), Kocaarap dedenin eşi (Mustafa kocaarapoğlunun anası, Ramazan, Hüseyin Arıkız’ın neneleri), mahallemizin tarihe geçen “KOCA ÇINARLARI”dırlar.
Mevlütlerin dam arkasında sürekli oyun oynamamızın sebebi, yalnızca oranın çok güzel gölge olması değildi elbet. Asıl olan, Gülsüm annemizin hoşgörüsü, çocukları sevmesi, iyi niyeti ve yardımseverliği idi.
O dam arkasında oturur, istirahat eder, gölgelenir ve güzel sohbetler ederdik. Elbette zamanımızın hepsi sohbetle geçmezdi. En çok da oyunlar oynardık. En çok oynadığımız oyun çeşidi “binlik” idi. Bu oyunun malzemesi kayrak taşlar ve kibrit kutularının renkli ve düz iki adet kağıdından biriktirdiğimiz binlik kağıtlarımız olurdu. Düz bir zemine tencere büyüklüğünde bir dairenin içine yerleştirdiğimiz binlikleri, kayrak taşlarımızla çemberin dışına çıkartarak üterdik.
Binlikler çemberin içine dizildikten sonra 4-5 metre uzaktaki düz çizgiye kayraklarımızı atar çizgiye en yakın denk getiren ilk oynama hakkını kazanır yakınlık sırasına göre diğer oyuncular da sırayla binlikleri çemberden dışarı çıkartmak için kayrakları ile oyuna devam ederdi.
En büyük tartışma da, binliğin çizgiden tam çıkamaması durumunda (biz buna “su içiyor” derdik), ilgili binliğin kazanıldığı mı yoksa geriye oyuna döndürülmesi mi gerektiği konusunda yaşanırdı.
Binlikleri elde etmek için mutlaka kibrit kutularının içindeki çöpleri eve döküp kutuları yırtmamız gerekirdi. Çünkü binliklerin başka türlü elde edilme imkanı yoktu. Elinde binliği kalmayanlar ya evlerine gider son kibrit kutularını da yırtarlar ya da, çok binlik ütenlerden belirli bir bedel karşılığı satın alırlardı. Çoğu zaman verecek paramız olmazdı. Bunun için takas yöntemini kullanırdık. Ya başka bir oyun gereci, ya da kayrak ile binlikleri takas ederdik.
Ben o yıllarda Hökez dağında davar güderdim. Ara ara ilçemize gelirken dağlardan çok güzel kayrak taşları toplar getirirdim. Zira ilçede kaliteli kayrak taşı bulmak oldukça zor idi. Kayrak taşının güzelliği, pürüzsüzlüğü ve kayganlığının oyundaki hünerinden bahsetmeye gerek dahi yoktur elbette.
Getirdiğim kayrak taşlarını arkadaşlarımın binlikleriyle takas ederdim. Tabi en güzelini de kendime ayırırdım. Aslında oyunun sonucunda çok büyük bir getiri yoktu ama, çocukluk işte. O günlerde dükkanlarda hiçbir oyuncak satılmazdı. Belki satılıyorsa da bile biz bilmiyorduk veya paramız yetmiyordu.
Mevlütlerin dam arkada oynadığımız en zevkli oyunlardan birisi de, “hayvanat kağıtları” idi. Bir deve, kırk yarasa diye kırk adet hayvanın resimlerinin bulunduğu naneli şeker kağıtlarından başka bir şey değildi hayvanat kağıtları.
Bu oyunun oynanma şekli çok ilginçti. İki kişiyle oynanırdı. Kağıtlar iyice karıldıktan sonra, karşı oyuncu bir rakam söylerdi. “alttan mı üstten mi” diye mutlaka sorulurdu. Üstten 10 dediği zaman, onuncu kağıt açılır, kim olduğuna bakılırdı. Deve ise bir, yarasa ise kırk kağıt kazanılırdı.
Bu oyunun kağıtlarının tek temin şekli ise, hayvanat şekerlerinden çok miktarda tüketmekle olurdu. Tabi bunun da ayrıca bir maliyeti vardı. İyilik yönü ise kağıtlar uzunca süre kullanılabiliyordu. Halbuki binlikler daha çabuk aşınırdı. Atılan kayrak taşları onları hızla tahrip ederdi.
Oyunların çeşitli stratejilerinde irili ufaklı bir takım anlaşmazlıklar ortaya çıkar, tatlı veya tuzlu küçük bazı kavgacıklara maruz kalabilirdik.
Öğleden sonra güneş dam arkasının gölgesini gasp ederdi. O zaman, ya başka bir gölge bulur, ya da oyunun şeklini değiştirir başka bir versiyona geçerdik.
O günleri yaşadığımız büyüklerimizin hemen hepsi, emsallerimizin dahi bir kısmı ne yazık ahirete irtihal ettiler, cümlesini rahmet ve minnetle anıyor ve dualar ediyorum.
Selam, sevgi ve dualarımla. Allah’a emanet olunuz.
8 Mart 2016 Salı. Saat: 07.00. Antalya
Yrd.Doç.Dr. Süleyman COŞKUNER
Kaliteli Yaşam Uzmanı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.