- 894 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Dedemden bana kalanlar
Yaz ayı şiddetini ta hazirandan belli etmiş, çölün en kavurucu sıcaklarının verdiği o bunaltıcı havayı bize hissettirmişti. Henüz temmuz ayının başında kendini bu kadar ortaya çıkaran bu sıcaklar bahçelerinde çeşit çeşit meyve-sebzelerin yetiştiği, kahvehanelerinde yaşlısıyla genciyle insanların oturup vakit geçirdiği, çocukların sokakta fır döndüğü bu mahalleyi bile boş bırakmıştı. Bu sıcak havaların yine baş gösterdiği bir temmuz sabahı hayatımda unutamayacağım acıların kalbimde yer edinmesine sebep oldu. O sabah annem her zaman ki gibi erkenden babamı işe yollamış ve iftara saatler kala hazırlıklarını yapmaya başlamıştı. Uzun ve dar koridordan hızlı hızlı geçerken duyduğu o telaşı evin ön balkonundayken sezinleye biliyordum. O sabah ayazının içimi ürperttiği anlarda cep telefonun ısrarla çalışını duydum. Telefona yetişebilmek için kız kardeşimin yangından mal kaçırırmışçasına koşmasını ve nefes nefese “Alo” deyişini duymamak neredeyse imkânsızdı. Bir çırpıda kalktığım yataktan kendimi salona kız kardeşimin yanına attım. Kardeşimin yüzündeki o soğuk ve donuk ifadeyi görünce kalbimin korkuyla dolduğunu fark ettim. Korkumu bastıracak tek bir cümle bir şey duymak istiyordum.
Siyah uzun saçlarının yüzünü kaplarcasına dağınık olduğu o anda sımsıkı kavradığı telefonu elinden bırakması ve dudaklarından “dedem ölmüş” lafının çıkışıyla yüz yüze kaldığım anda başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Benim dedem ölmüş olamazdı. Küçüklüğümün en güzel yerine sahip bu insan bu dünyadan göç edemezdi. İnsanın hayatında değer verdiği, saygı duyduğu insanları kaybetmesi ne acı şeydi. Telefonla öğrendiğimiz bu acı gerçeği annemle paylaşmış, zayıf çehresinin düşüşünü ve sönük bakışlarının yerini acılı yaşların aldığı o zamanı hatırlamak dahi insanı yıkmaya yeterdi. Hüzünle ve telaşla yapılan birkaç hazırlıkla hemen otobüse yetişmiş ve korkunç yolculuk başlamıştı.
Köyümüz İzmir’den yaklaşık 4 buçuk saat sürüyor akşama kalmadan köyde oluyorduk. Her zaman bir heyecan ve özlemle gittiğim o köye şimdi içim buruk gidiyordum. Ağlamamak için kendimi sıksam da gözümün istemsizce camdan dışarısını seyredişine karşı koyamıyordum. Dağların arasında sapsarı, kuru otların ve yeşil çam ağaçlarının yanlarından ağır ağır geçişimizi, her keskin virajda içimizin kalkışını ilk defa yaşamıyordum. Çocukluğumdan beri alışkındım buna. Köye yaklaştığımızı hala şarıl şarıl akan o derenin üstünden geçerken anlıyordum. Otobüsün derenin üstünden güçlükle geçişini gördüğümde içimde anlamlandıramadığım acı fazla fazla yaktı canımı. Her şeyin rüya olmasını her günki gibi aniden uyanmayı istedim, istediğimle kaldım. Ardından köyün ortaya çıkmasıyla bizim kendimizi köy meydanında buluşumuz bir olmuştu. Ah o bayramlarda köy camisinden çıkan dedelerimize, babalarımıza, amcalarımıza koşup şeker-para istediğimiz çocukluğumuz… Şimdi capcanlı gözümün önünde. Caminin önündeki banklarda oturan yaşlılar, kahvede çay içip, oyun oynayanlar, bakkala bayram harçlıklarını harcamak için koşuşturan çocuklar, bir yandan hayvanlarını otlatmaya çıkaran çoban. Hepsi sanki tekrar o anın içindeymişim gibiydi. Anılarımın bir sinema filmi gibi gözümde canlandırılışı annemin bana seslenmesiyle son buldu.
-Esra? Hadi al o önündeki çantayı da gel bir de seninle uğraşmayayım.
-Tamam geliyorum…
Çantayı aldığım gibi peşine takıldım. Dedemlerin evi yukarı mahalledeydi. Dik yokuşu yarılayıp köy fırının önünde dinlenmek için durduk. Durkadın Teyze her görüşümde olduğu gibi o fırının önünde oturmuş geleni geçeni seyrediyordu. Kendimi bildim bileli şişman, dedikoducu kadının tekiydi. Milletin özelini, yanlışını başkasına dökmeyi de pek severdi. Bizi görür görmez başladı bildiği ne varsa dökmeye. Annem de iki dinler gibi yapıp ardından kolumdan dürtüp hadi işareti yaptı. Durkadın teyzeyi arkada bırakıp yolumuza baktık. İki üç adım attıktan sonra dedemlerin evi karşıdaydı. Ahır ve odunluğun ortasındaydı bu kerpiçten küçük ve yıkık, dökük ev. Yine gözlerim dalıp eski günleri aradı. Sonbaharın başlarıydı. Yağmurlu havaların başlamasıyla bu kerpiçten evin damı akıtıyordu. Bakımsızlıktan kiremitler de ev yapıldı yapılalı değişmemişti. 80 seneyi aşkın bir geçmişi vardı bu evin. Dedeme de babasından kalmış anneannem de bu eve gelin gelmiş zaten. Bacasında sabah akşam duman eksik olmaz soba sürekli yanardı. İşte yağmurun yağmadığı bir günü denk getirip dedem damı onarmaya karar vermiş ve iki büklüm haliyle damı tamir etmeye başlamıştı. Başından eksik etmediği siyah takkesi, sırtında çizgili mavi gömlek ve yamalı pantolonuyla bir elinde çivi bir elinde keser ağır ağır söküyordu kiremitleri. Ben de köye her gittiğimde yaptığım gibi bir aşağı mahalle bir yukarı mahalle derken köyü talan ediyordum. İşte sabahın köründe uyanıp dolaşmaktan yorulmuş, ama aynı şeyi yapmaktan da sıkıldığım için dedemin yanına gitmeye karar vermiştim. Anneme yakalanmamak için sessiz sakin merdivenlerden inip koşarak yokuştan dedemlere gittim. Tam evin önüne geldiğimde yukarda dedemi görmüştüm. Bana seslenip “sor bakayım anneannene yemeği hazırlamış mı?” deyişini hiç unutmam. Küçüktüm hemen içeri girip yemek yapılmış mı diye anneanneme sormuş ve evet cevabını dedeme iletmiştim. Sabah namazından beri ağzına bir lokma yemek koymamış olacak ki dedem de hemen inmişti aşağıya. Elini yüzünü iyice pakladıktan sonra namazını kılmış. Anneannemin hazırladığı klasik yer sofrasına oturmuştuk. Köy yerinde ziyafet denebilecek yemekler vardı o gün benim şansıma. Tarhana çorbası, pilav, köy tavuğu, he birde yaz aylarının vazgeçilmezi karpuz. Bir güzel yemeklerimizi yemiştik sıra karpuza gelmişti. Köy yeri ya dilim karpuz pek uğraştırırdı bu yaşlı kimseleri onlarda kendilerine en kolay gelen yolu bulmuştu. Karpuzu kaşıklayarak yerlerdi. İlk başlarda bayağı yadırgamıştım ama sonradan benim de hoşuma gitmişti. Dedem hep karpuzu ekmekle yerdi. Yine dalıp gitmiştim kendimce eskilere. Bir anda kendimi evdeki kalabalığın içinde buluvermiştim.
Herkes ağlıyor, gelip giden eksik olmuyordu. Bir oda da kur-an okuyan imam diğer oda da feryat figan ağlayan insanlar. Ölümün bu kadar yakın olduğunu bir kez daha hissetmek ancak bu kadar etkili olabilirdi. Kalabalıkta bir köşeye çekilip öylece evi seyrettim. Hemen gözüm tüplü televizyona ilişti. Ne eski şeydi. Uzun antenleri ve insanın gözünü bozacak cinsten küçüklüğüyle kendini belli ediyordu. Üstünden hiç eksik olmayan kumanda ve tütün kolonyasıyla evin en dikkat çekici eşyasıydı. Karşısında üstünde ibrik ve tencerelerle kuzine evin iki duvarında küçük tahtadan pencereler ve iki eski yamalı divan. Çocukluğumun en ücra köşelerinde dahi bunlardan bir anı vardı. Kendimi bunlardan bir an olsun kurtarmak için dışarıya çıktım. Biraz dolaşıp kafa dağıtmak iyi gelir diye düşünmüştüm. Evin önünden geçen toprak yolu takip etmeye başladım. Yol boyunca ahır, ambar, bağ, bahçe eksik olmadı. Yol sonunda kendimi eski bir çeşmenin önünde buldum. Al deresinden gelirdi bu çeşmenin suyu o yüzden buraya al deresi derlerdi. Dedemlerin bahçesi bu çeşmenin hemen yanı başındaydı. Aklıma ceviz topladığımız sene geldi. Teyzemgil, dayımgil, dedemgil derken koca bir traktör insan koca ceviz tarlasına ceviz silkelemeye gitmiştik. Vaktimizin çoğunu bugün burada geçireceğimiz için heybelerimize ne var ne yoksa koymuştuk. Peynir, pekmez, zeytin bahçeden domates, bibere kadar tutun her şey vardı. İner inmez millet tarla kıyafetlerini giymiş işe koyulmuştu. Biz de kız kardeşimle biraz oynadıktan sonra sıkılmış etrafta uğraşacak farklı şeyler arıyorduk. Hacı dedem yanından hiç eksik etmediği kahverengi bastonuyla ceviz ağacının dibindeki cevizleri topluyordu. Köyde herkes ona hacı derdi. Hacca gitmiş gelmişti. Herkes sevip sayardı kendisini. Yavaşça yanına yaklaşıp bir kovaya koyduğu o cevizleri o görmeden kovadan çıkarır yere koyardık. Hacı dedem nasıl hayretle hala bitmediğini anlamaya çalışırken biz arkadan kıkır kıkır gülerdik, çokta eğlenirdik. Bunlardan sıyrılmak kolay değildi tabi. O bahçede biraz oturup anlamsızca dolaşıp geldiğim yere geri döndüm. Hava kararmak üzereydi. Fakat evin içi hala tıklım tıklımdı. Anneannem kapı girişinde eşikte oturmuş için için ağlıyordu. Onu teselli edebilecek, bu acısını biraz olsun dindirebilecek hiçbir şey gelmiyordu elimden. Yapacak bir şeyim yoktu. Dizlerine oturup suratına bakabildim sadece. Birkaç dakika sonra dayım kapıda belirdi. Anneanneme bakıp “ Ana mezar hazır ikindi de yaklaşıyor hadi vakitlice gömelim babamı” dedi. Anneannem güçlükle eşikten kalkıp içerideki insanlarla birlikte çıkınca köy meydanında caminin önüne indik. Erkekler tabuta karşı saf tutup güzelce dizildiler. Kadınlar da meydandaki eski okul bahçesinde cenaze namazının başlamasını bekliyorlardı. İmamın öncülüğünde namaz kılındı ve sıra helallik istemeye geldi. Meydan aynı bayramlarda olduğu gibi tıklım tıklımdı. Belliydi ne çok seveni vardı. Bunları göre göre kendimi daha fazla tutamadım. Orada ki herkes gibi bende ağlamaya başladım. Bedeninin gözümün önünde o tabutta olduğunu göre göre aramızda olmayışını bilmek gerçekten yıkıcıydı.
Tabutun sırtlara alınmasıyla çocukluğumdan bir anı daha geldi hafızama. Köyün orman binasının biraz ilerisinde büyük çayırda yazın en zahmetli işlerinden biriyle uğraşılırdı. Ekim ayının ortalarında ekilen ekin, temmuz- ağustos aylarında hasat edilir ardından sap ve buğdayı ayırmak için patos edilirdi. Dedemler de biz köye gelmeden önce ekini hasat etmiş ama sap çekme işi zahmetli olduğundan bizimkilere kalmıştı. Sabah ezanıyla yemeklerimizi yiyip köy çayırına gitmiştik. Hava henüz karanlık, birazda serindi. Çayırda köşede duran taşlara oturup dedemleri izliyordum. Babam ile dayım demetleri patosa atıyor dedemde patostan çıkan buğdayları çuvala doldurmaya çalışıyordu. Birkaç saat öylece yerimizde oturduktan sonra etrafta oyalanacak şeyler bulmaya gittik. Az ötede yavru kuşun ağacın dibinde çırpındığını görmüştüm. Hemen koşa koşa yavruyu tuttuğum gibi o koca ağaca tırmanıverdim. Çocuktuk işte ne korku vardı nede bir telaş. Yavruyu biraz sevip yerine koyup iş aşağıya inmeye gelince gözüm korkmuştu. Ne atlamaya ne de inmeye cesaret edebiliyordum. Birkaç defa denesem de inemeyince iş dedeme seslenmeye geldi. Sadece bir defa dede dememle dedemin beni kucaklayıp sırtına alışı bir olmuştu. Aradan yıllar geçti şimdi sırta alınma sırası dedeme gelmişti. Ne acı ki bu sefer sonuç mutlulukla değil hüsranla bitmişti.
YORUMLAR
Yazınız çok uzun değil. Zİra çok daha uzunlarını okudum. Fakat, yazının kendisi değil sergilenişi sıktı içimi. O kadar üst üste ki, daha işin başında insanı yoruyor.
Çok çok paragraf yapmak, paragraf aralarını açmak ve hele de diyalog varsa; o diyaloğları ferah ferah sunmak yazının kolay okunmasını sağlar. Blok halinde verilen metinler okuru kaçırmanın en kolay yoludur.
Kocaman bir külçe şeker yerine, bu külçeyi küçük parçalara ayırıp sunmak okuyucuyu çeken önemli bir unsurdur.
Metnin uzunluğu daha da artar, ama kısa paragraflardır okuru avlayan. Çünkü okur metnin tamamına değil, paragrafların kısalığına tav olur. Sonra, bir de bakmışsınız ki o uzun metin bitivermiş.
Sağlıcakla,