8
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1415
Okunma
Sana bir şey diyeyim mi? Bazen kendimizi kandırıp, şöyle söylediğimiz oluyor:’ Biz gerçekten de ama gerçekten birbirimize çok benziyoruz.’ Bugün bunun yalan olduğunu düşündüm. Kendimizi kandırıyoruz. ‘Buna bir kanıtın var mı’ diye sorabilirsin? ‘Kanıt’ ha, gerçekler için bir de kanıt arayacağız. Böyle düşünüyorum, böyle düşünmekle haksız da sayılmam. Öncelikle sen bir kadınsın; bir dişi, özünde değişmeyecek x kromozomların, aklın, sendromların var. İstediğin krizleri de buna ekleyebiliriz. Bunlar, evet; bunlar tamamen gereksiz. Yeteri kadar kendimi kötüleyebilirim şu an, buna hiç olmadığım kadar ihtiyacım var. Beni duyabiliyor musun? Hayır. İniltilerimi iletebileceğim mekanizmayı gökten daha iyi kim ayarlayabilir? Ona muhtaç, herkes ama hepimiz ona muhtacız. Şimdi uzaydan gelecek selama da, hiç tanımadığım bir gölgenin su kokan toprağına ve üşümeye ihtiyacım var.
Oda diyorsun, ne güzel bir şey şu ‘oda’ kelimesi. İnsanın her zaman bir odası olmalı. Bunun için iki artı bir evlerin belki de oda sayıları dörde, beşe çıkması gerekiyor. Düşünsene, oturma odası, yatak odası, salon derken, kadının ve erkeğin odaları da ayrı olması gerekiyor. Saçmalıyor muyum? Asla, bir bakıma şu an senin bunları okumana, hatta yazabilmene onlarca yıl öncesinden davetiye çıkarmış bayanın sözlerini anımsıyorum. Bazı insanlar var, tanıdıktan daha az diyelim, tanımıyor bile olabilirim, tarafsızlar. ‘Nasıl’ diyeceksin, yani tarafsızlar, bir tarafın hiç yancısı değiller. Düşünebiliyor musun? Seni böyle hiç düşünmedim. Böyle olabilecek kadar bilgi sahibi olmadığın için senin adına iyi bir şey olabilir mi bu? Peki, bilgi tek başına olgunlaşmak için iyi midir? Sanmıyorum. Varış tecrübeler eşliğinde oluyor, türlü imtihanlara gebe kalıyorsun. Hamile olmanın ve bir doğumun nasıl acılar verdiğini anlatmanı istesem, bunu başarabilir miydin? Birisi zamanında ‘üç kere savaşa girer, savaşırım, yaralanırım ama bir kez olsun doğum tecrübesini yaşamak istemem’ demişti. Bunu diyen elbette bir erkekti. Aptal feministlerin ellerinden düşürmeyince bir halt oldukları sanılan Virginia’nın kitabı ‘kendine ait bir oda’ üzerinden düşüncelere dalmıştım, sanırım kafam çok karışık. Her zaman böyle değil miyim? Hayır, bir bayan zihni gibi değil bu. Kadınlar akılları ne kadar karışık olursa olsunlar, konuşmalarını dindirmemeleri, susmamaları adına bir dayanak noktası oluşturur kafalarının karışıklığı. Benim zihnim bu karışıklıktan ötürü susmayı, içine çekilmeyi talep ediyor. Virginia’nın flashbackleri gibi geriye dönüp, bir daha bu ana gelmek istiyor musun? Bunu sorunu çözebilmenin pek talime tabi olmayacağının farkındayım. Bir kadının yazabilmesi için parası ve kendine ait bir odası olması realitesinin, erkek içinde kabul görmesi gerekir. Para öyle ya da böyle, üç kuruşta olsa, beş kuruşta olsa, yiyebileceğin, giyinebileceğin kadar varsa, yaşayabiliyorsun demektir. Yıllardır aynı yeşil atletleri giydiğim için kendimden sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Buna bir son veremez miyim? Verebilirim ama kötü bir huy gibi gözükebilir, parçalanmayacağı ana kadar hiçbir şeyi elden çıkarmıyorum. Yirmi yıllık kazak giydiğim için ‘deli’ gözüyle bakanlar oluyordu. Avrupa’da ikinci el elbise almaktan hiç sakınmazlar. Bizde bu değiş-tokuş, diğer şeyler gibi genelde el altından oluyor. Bu konuda annem başarılı bir ikinci el elbise dönüştürücü. Poşet poşet bay/ bayan elbiseler onun elinin altından geçip, çevresindeki insanlara dağıtılıyor. En son bir gömlek vardı, rengini ve şekillerini pek tarif edemeyeceğim bir gömlekti. Onu giyerken ‘çık şu seksenlerin insanı bunaltan havasından’ diyenler oldu. Aldırış ettiğimi pek sanmıyorum. Ceket ve gömlek harici, ikinci el bir elbise giymeyi pek tercih etmiyorum. Tabi, o ceket de, gömlekte kaç kez yıkanıyor giyilmeden önce, Allah bilir!
Gösteriş budalasıyız diyorum, haksız sayılır mıyım? O bayandan bahsederken, kız olarak nitelendirmeni hiç hoş bulmadım. Çünkü genç bir bayan ‘kız’ tarifini çoğu zaman hoş karşılamıyor. Şartların değiştiği, yeri geldi mi evlendiği adama karşı kötü gözükmemek adına en kutsal sandığı organına ait bir yeri diktirebilen insanların artık ‘kız’ olgusuna yakışmadığını söylemem gerekiyor. Hatırlıyor musun, ilk defa gereğinden fazla bir miktar verip, bir gömlek almıştım. Bayanla görüşürken giyerim düşüncesindeydim. O gömleği giyip mezarlığa gittiğim gün, zihnimin sislerinin geçmesini bekledim bir süre. Okunan Yasin-i Şerif bitmiş, Fatihaları okumaya devam ederken, bir yandan Tekasür suresini okuyup mezarlık etrafına bakınıyordum. Kendimi, kendime şunları söylerken buldum:’ Üzerindeki gömlek seni ne kadar değiştirebilir? Hem parasını verirken de düşündüğün tek şey, ‘yumuşacık oluşuydu.’ Sen bu gömleği yumuşak olduğu için aldın. Dokunurken sana güzel hisler sunuyordu. Bu tadı ancak yine yalnız başına alabilirsin. Sen bu gömleği onun için değil, kendin için aldın.’ Evet, onun beni o gömlek içerisinde görmesi neyi değiştirebilirdi? Sadece şu olabilirdi, ‘sabah sabah beni görmek için geldiğinde gerçekten de şıktı.’ Ancak ceketim yoktu, ceketsiz bir adamım ben. İki tane var sanırım, dolaba pek bakınmam, orada iki ceketin olduğunu bilsem de, yine ceketsiz bir adam olarak nitelendiriyorum kendimi. Ceketsiz biri olduğum için bazı zamanlar üzüldüğüm oluyor. Üzerime giyip, dışarı çıktığında yürüme hızıma göre alt kenarlarının sallanma hızı yükselip, azalacak; bana gerçekten ceketsizliğimi unutturacak bir ceket. Arkadaşım bana beraber izlediğimiz bir filmden alıntı yaparak, ‘bak’ diyor, ‘tarık akan gibi yürüyorsun sen de, bir ceketin olsa, tam onun gibi olursun, yalnız bıyıkta lazım.’ ‘Ben ceketsiz bir adamım.’
Bir öykü yazmıştım. Kargaları bizler –bizler kimsek artık, kaç kişiysek- seviyoruz. Bazen kavga ediyorum onlarla. ‘Ulan gelirsem yanına’ diyeceğim oluyor, karga direğin üzerinde, en az otuz santimlik kanatlarıyla bir harika yaratık o. Ne güzel sesi, o karga sesi işte, ‘gaklar mıydı’ karga, yoksa tek bir ‘gak’ mı çıkıyordu ağzından. Virginia Woolf üzerine düştüğüm (bu kelime anlatmak istediğim ifadeyi kapsıyor) zamanlardı. Öyküde karga ‘kimi zaman çok acıktığı zamanların olduğunu, şifa niyetine pencere kenarına kurutulmaya bırakılmış sarımsaklardan aşırıp, yediğinden’ bahsediyordu. Karganın Virginia ile tanışması şöyleydi:
‘Sabah olmuştu. Noel’di o sabah. Virginia her gün aynı vakitlerde kurumuş ekmek parçacıkları üzerine, marmelat döküp, tahta bir tabak içerisinde pencere kenarına koyuyordu. Tabağa koyduklarını kuşların yediğini görünce, mutlu oluyordu. Ben ise olanları sadece izliyordum. Noel sabahı yiyecek pek bir şey bulamayınca, Virginia’nın yine her zaman yaptığı gibi pencere kenarına marmelatlı ekmek dökmesini bekledim. Pencerede görünce onu, heyecanlandım. Normalde uzun yıllar boyunca insanların pek çok eşyasını çalmıştım ve hiç de rahatsızlık duymamıştım. Fakat bu sefer her şey farklı olacaktı. Her ne kadar diğer kuşlar birlikte uçup, gezinseler de, beni o pencere kenarında gördükleri zaman bir daha oraya gelmeyeceklerini biliyordum. Yavaşça ağaç dalından bıraktım kendimi ve kanatlarımı çırpıp, Virginia’nın oturduğu evin yüksekliğini aşan bir mesafeye kadar yükseldim. Gözlerim sadece marmelatlı ekmekleri görüyordu ve kanatlarımı bir iki kez çırptıktan sonra, süzülerek pencere kenarına indim. Kanatlarımı gagamın iki yanına doğru çektim ve hızla tabaktaki marmelatlı ekmekleri yiyip, bitirdim. Tabaktaki ekmekler bittikten sonra diğer kuşların bana arkamdan laf söylediklerini işitiyordum, ancak onlarla ilgilenecek halim kalmamıştı. Doymuştum ve mutluydum. Virginia’nın elleri pencereyi dışa doğru açarken, ürkmüştüm. Geriye doğru birkaç adım attıktan sonra, artık gidebileceğim bir yerin kalmadığını anladım. Uçabilirdim o anda, ama istemiyordum. Virginia ne yaparsa yapsın katlanacaktım. Uzaktan uzağa onu her görüşümde içimde farklı bir hissin beni mutlu ettiğini biliyordum. Görmek istiyordum gözlerini… Karaçamların gövdesi gibi kırışık, ama canlı ellerinin değdiği marmelatlı ekmek, hayatımda yediğim en lezzetli yemekti. Gözleri garip bir şekilde gözlerime bakıyordu. Ne yapabilirdi ki? En fazla diğerleri gibi eline bir süpürge alır, beni kovardı.’
İnsanın kendi öyküsünü böyle misafir etmesi gerçekten garip ama bazen öyküleri yazdıktan sonra, onları yazanın ben olmadığına inanıyorum. İmla ve noktalama hatalarını bir yandan seviyorum. Çünkü düzeltilmesi gereken hayatın aksaklıkları değil, biçeme dair ayrıntılarda insanın canını sıkabiliyor. Bir karganın Virginia’ya aşık olması garip değil mi gerçekten? Sonra Virginia kargaya sesleniyordu:
‘-Sen mi yedin tabaktaki ekmeklerin hepsini?
Kızmamış mıydı? Gülümsüyordu. Uzun bir süredir uzaktan takip ettiğim Virginia bana gülümsemişti. Sağ eliyle hafifçe başıma dokunuyordu. Kanatlarımın iç tarafındaki yumuşak tüylerim gıdıklanmıştı.
-Yaramaz karga seni. Çok mu acıkmıştın? Ah canım benim… Benim gibi, sen de yaşlısın…
-Gak… Gak…’
Sonra karga, kargalığını yapıyor bir an için ama bu karga, Virginia’dan şefkat bekliyor: ‘Kanatlarımı havaya doğru kaldırınca, Virginia biraz ürkmüştü. Hemen eski pozisyonuma geri dönüp, tekrardan parmaklarıyla başımı okşamasını bekledim.’ Biliyorum, bilinçaltında okşanmayı bende çok sevdiğim için kargaya böyle bir duygu katmıştım. Okşanmak ne güzel bir şeydir! Berber kimi zaman ufaktan enseye masaj yaptığı olur da, mest olurum. Kendime dokunulmasını sevmiyorum ama okşamak, okşama hissiyle dolup taşmak, geriye doğru, hani bebeklikte kazandığımız ve annemizle olan ilk fiziksel münasebetlerimizin zihnimize bir kod olarak yüklenişte, istencimiz cinsel eğilim olarak mı kayıt altına alınıyordu? O kayıt her neyse, okşamak, okşanılmak güzel değil midir? Arkadaşla bir gün çok rahat bir koltuk üzerine konuşuyorduk. O rahat koltuğa oturmuştum. Elimle hayali bir varlığı okşar gibi yapıp, ‘burada şimdi biri olacaktı, içten sevdiğim biri, onun saçlarını okşayacaktım’ dediğim an, bana itiraz etmişti. ‘Evlenirsen bir gün sakın yüz verme kadına. Eğer kadına yüz verirsen, onunla ikide bir yakınlaşırsan, senin sözüne tamah etmez, senin onun yanında baskın özelliğin kalmaz’ demişti. Sence kadınlar böyle mi? Yani siz böyle misiniz? Değer verildiği an, hep başka bir şeyler mi istersiniz? Bu çokta mantıklı gelmemişti bana. Sevişeceğimi söylememiştim, çok masum bir duyguydu, ‘eşim’ diyordum, bunda takılacak nokta yoktu. Sonra bana takılarak ‘kedi mi seviyorsun, o ne öyle, kadınlar öyle şeyden hoşlanmaz’ diye de eklemişti. Bilmiyorum, bir erkek olarak hala var olan saçlarımın okşanması karşısında çok memnun kalışlarım oluyor. Bende mi sorun var?
Öyküde Virginia’nın kocası içeriden sesleniyordu:’ Virginia, hadi canım üşüteceksin. Gel, içeriye.’ Virginia kargaya ‘görüşürüz yaşlı karga, tatlı şey seni’ deyip, pencereyi kapatıyordu. Karga sonra Virginia ile aralarında olan münasebeti şöyle anlatıyordu:
‘Virginia dostluğumuz o Noel günü başlamıştı. Her gün aynı saatte o pencerene kenar giderdim. Gün geçtikçe kocasıyla beraber yediği yemeklerden bana da getirmeye başladı. Onun dert ortağı gibiydim. Kimi zaman ne kadar yalnız olduğundan bahsediyordu. Kimi zaman başımı okşarken, ağlardı. Belki de kader denilen şeyin, bizim gibi hayvanlarla ve insanlarla arasında pek fark yoktu. Onlar, kimi zaman bizim gibi canlılar yokmuşuz gibi davranıyorlardı. Ama her şeyden kötü olan, karga olmaktı. İnsanlar bizi sevmiyorlardı. Belki de haksız değillerdir. Gençliğimde de ben çok insanın malından aşırdım. Şimdi düşünüyorum da, acaba gençken aşırdığımız yemekler, o insanların çocukları için olabilir miydi? Ya onlar aç kaldılarsa? Ne kadar kötülük var bu dünyada, of! Mesafeli bir suskunluğumuz vardı. O beni anlamıyordu, ancak ben onu anlayabiliyordum. Kör ile gözü gören birinin beraber yaşaması gibiydi. Aslında farkında olmadan, bana anlattığı şeylerle rahatlıyordu. Kocası Leonard ile zaman geçirmeyi pek sevmiyor gibiydi. Odasına çekilip, yazdığı zaman hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Onunla tanışalı birkaç ay geçmişti ki, artık dünyaya bahar geliyordu. Diğer kuşların Manş kıyısına gelip, anlatacaklarını merak ediyordum, ama hepsinden öte karlar erimeye başlamıştı. İlk ılık yağmurlar yağmaya başladığı an, mutluluktan o kadar sarhoş olmuştum ki, gençliğimdeki gaklamaya başlamıştım. Eskiden daha iyi olan sesim, şimdi yaşlandığım için insanlara daha kötü geliyordu. Virginia’nın odasına yakın yerde uçuyordum. Birden hışımla pencerede onu görünce afallamıştım. Boşluk da tüm sarhoşluğumdan ayılıp, kendime gelmiştim. Sert bakışları vardı. Normalde melek yüzlüydü. Anlayamadığım bir şey vardı. Şu yaşıma kadar geceleri çok evi gözetlemiştim. Her birinde kadınlarla erkekler geceleri birlikte olurlardı. Ama Virginia bu işlerden çok uzaktaydı! Yaşından dolayı mı böyle hevessizdi kocasına karşı, pek anlam verememiştim. Sadece bir gün misafirleri geldiği zaman var, orada aklıma bir şey takılmıştı.’
Sanırım kadınların (bayan mı demeliydim) iyi yazmasını, hatta yazıp, değer görmelerini talep etsem de, geleneksel olarak buna imkân tanımayan ataerkil yapımızdan (dünya çapında aslında son birkaç on yılda bu değişiklik gözle görülür tarz da değişime uğradı) ötürü çok engel ortaya çıkıyor. Yüzlerce pasif ve amatör yazar var, bunlar kitapta çıkarıyor. Senin çıkardığın kitapta bu yöndeydi. Hatırlıyor musun, iftar öncesi ne kadar bir süreydi, tam hatırlayamıyorum ama yazı içerikleri üzerine konuşuyorduk. Aslında hep istediğim bir şey vardı senden: ‘Otur, tekrar yaz bunları.’ Ne zamanın vardı böyle bir şey için, ne de sabrın. Virginia boşuna ‘para’ meselesi üzerine kafa yormuyor, ‘kendine ait bir oda’da buna dahil. Öyküde karga şunları duyuyor Virginia’dan:
‘Aslında bu yazdığım şeyi yırtıp, parçalamak istiyorum. The Voyage Out’da da kaç defa aynı şeyi düşündüm. Annemin aniden ölüşünün acısını ne dindirebilirdi ki dünyada? İğrenç bir yaşam, kendimden de midem bulanıyor. Ama dayanmak? Acımı yazıya dökmenin en geçerli yanı da kendime şunu diyebilmek sanırım: ‘Bak Virginia! Görüyor musun? Her şey senin düşündüğün kadar acı değil belki de! İnsanlarda seni okuyor ve acın artık herkesin dilinde, hayatında. Sen paylaşmıyorsun o acıyı sadece ve belki de onların seninle aynı türden acıları var. Paylaşarak, bölüşerek hafifletiyorsunuz en acıyan yanlarınızı.’ Kendimi yine de devam ettirebilmenin yolu, yine de yazmak! Tükenmeden, çalışmak! Ben bunu istiyorum ve herkes bunu yapabilir değil mi?’
Uzunca bir yazı yazıp, sadece ‘yazmak’ üzerine mi konuşacağız şimdi? Bir ara her gün onlarca sayfa yazdığım olurdu. Param yoktu, kitaplarımı da dağıtmış, bir kısmını çuvala koymuştum. Şunu itiraf edebiliyordum ‘çok az okudun, okuduğun kitapların çoğu kısmı da sana fayda vermeyen cinsten ama lütfen düşün, sadece düşün biraz daha.’ Evet, itiraf da var, öğütte. Sabah hemen odamın altındaki dükkânın kaçta açılacağını bilir, ağır adımlarla aşağı iner Samsun 216 sigaramı alırdım. O günleri mumla arıyorum desem bana inanırsın değil mi? ‘Kendine ait bir oda’, ne kadar da önemli bir figür. Param gerçekten yoktu, kredi kartına alışveriş yapıyordum ve para bulunca da kredi kartının direkt borcunu ödüyordum. Bu ödeme şekli genelde iki ay asgari düzeyde devam ediyor, sonra ıkınarak da olsa borcun tamamını ödüyordum. Pazarda çorap satmaya başladığım günler, inanır mısın, maddi yönden inanılmaz bir rahatlama getirmişti ancak bu sefer de ‘kendime ait odamı’ kaybetmiştim. Samsun 216’ım yoktu. Kibritim yoktu. Odada yakacağın sandal kokulu tütsülerim yoktu. Yalnızdım, yine yalnızdım ancak sesler çoğalmıştı çevremde. İstediğim bir filmi on altıncı kez izleyemiyordum. İstediğim saatte uyuyamıyordum. ‘Para’ ve ‘kendine ait bir oda, yer’ ne kadar önemli yazmak için! Sonra, sonradan kendime ait bir evde edindim. Ev sahibim iyi bir köylüydü. Bana karışmaması bir yana, yardımının da dokunduğu oluyordu. Bu sefer her oda bana ait gibiydi. İstediğim her odada yazabilir, yaşayabilirdim. Bu sefer ne oldu? Balkonu yurt edindim. Yıldızları, Ay’ı, karanlıkta yanıp sönen daire ışıklarını hiçbir engel olmadan görmek istiyordum. Tabi, buna sigara içmekte bahaneydi ama sigara içmediğim saatler bile olsa da, balkonda oturmaktan zevk alıyordum. Dizüstü bilgisayarın bataryası şarj tutmadığından, iki tane üçlü prizi birleştiriyor, bu sayede balkonda bilgisayarı açık tutuyordum. Bu sefer de ‘rahat değilim’ tarzı bahaneler üretmeye başladım. İşten sonra gelince yorulduğum için yazamıyordum. Gece geç saatlere kadar oturunca da, var olan ufacık bir ilham parçasını da hiç yakalayamadığımdan ötürü, mucize başlamadan sona eriyordu. Bana bazen kendine ait bir odanın olduğunu söylüyorsun. Keşke her şey bu noktada dursa!
Sabah uyandığımda yağmur sesini duyabiliyordum kalın camların ardı sıra. Rüya gördüm sanırım yine. ‘Gece üzerin açık uyumamalısın’ derdi eskiler. En azından bel kısmına bir şeyler örttüğümü hatırlıyorum ama sabah olunca yine yalnızım. Sence battaniyenin bana bir kastı olabilir mi? Bizim yaşlı karga Virginia ile evine gelen Julia adlı bir bayanla yakınlaşmalarına şahit oluyor. Tabi, kuş aklıyla ne olduğuna pek anlam veremiyor. Misafirini uğurladıktan sonra Virginia penceresini açıyor ve çilekli turtayı göstererek uçan kargaya sesleniyordu: ‘Haydi bay karga, hadi! Çok mutluyum bugün. Sana da çilekli bir turta yaptım, yersin değil mi? ’Bay yaşlı karga önce düşünüyor, yiyip yememekle arası gidip gelirken, önündeki turtayı bitirdikten sonra gençliğinde Paris’e yolculuğunu ansımıyor: ‘Gençliğimde bir ara Paris’e uçmuştum. Tektim. Yol, iz bilmesem de, diğer kuşlara sora sora bulmuştum yolumu. Genellikle sokaklardaki çöpleri karıştırıyordum. Uzun, ama ince ayaklı böcekleri yemeye bayılıyordum. Ufak kurtları, atlı omnibüslerin çarptığı yaralı fareleri de yediğim oluyordu. Ancak böyle bir tada ilk defa şahit oluyordum. Şahane bir lezzeti vardı.’
Uzun uzadıya sana öyküyü anlatacak değilim ama bir yandan bana hatırlamam gereken bazı ipuçlarında yardımcı oluyor. Şu öyküyü tamamlayayım istersen. Renard’ın bir tabiri vardır. Günlerini yuvasındaki tavşan gibi masası başında geçirirken (şimdi buna ah edebilirim) düşler kurduğunu, korktuğunu ve yazmaktan korktuğunu ifade ediyordu. Bir kuşa bakarken, ona dokunmaktan imtina etmeye benziyor. Neden? Ya giderse, uçup giderse ve bir daha gelmezse? Onu tutunduğu yerde bekletince de kimseye tekil faydası yok. Bu aralar gerçekten yazdığım tek cümlenin bile kalıcı olmasını istiyorum. Kırtasiyeden defter, kâğıt aldım. Herkes bir ara beni öğretmen sanıyordu biliyor musun? Belki bir ara felsefe derslerinde, beyaz önlüğü yerine kendimi düşündüğüm Hatice Hanım yerine kendimi düşlüyordum. İşte, ayaktayım, otuzdan fazla öğrenci karşımda, bir şey konuşmamıza gerek var mı? Susabiliriz. Felsefe önce susmayı talep ettiriyor zaten. Maddesel olarak kavram zıtlığına giriş, teorik bilgi karmaşasının her anında kendini gösteriyor. Sabırsız biriyim. Bir ara bunu yaşamıştım. Komşunun çocuğuna dersinde yardımcı oluyordum. Anlamadığı için o sümüklü burnunu kafasından koparıp, ikide bir sümkürmemesini sağlayabilirdim. Çok rahatsız edici bir durumdu. Bu duruma genelde ilkokul öğretmenlerinde denk geldiğim olurdu. Sınıfı cüceler doldurmuştu. Siyah mıydı önlükleri, mavi mi hatırlayamıyorum. Haftanın sonu gelmişti ve öğretmenlerini öpmek isteyenlerden birkaçı, öğretmenlerinin yanaklarını öperken sümükleri de öğretmenlerinin yanaklarına yapışıyordu. Aslında sen de iyi bir öğretici olabilirdin, bu illa ki bilinen öğretmenlik alanında değil; yeteneğin olduğu bir yerde olabilirdi. Örneğin ahşap boyamanın insanı bayıltmadan, az kafa dumanlı havalarında boyanacak alana kaç kat boya çekilip, cila ve vernik olayının detayına indikten sonra, ahşap oymacılığa kadar gidilebilecek bir tür sanatsal girişimciliğe dair öğretilerin olabilirdi. Yine de kadınların son yüzyılda bu tür sanatsal gelişimleri düşünüldüğünde, niye eski çağlarda adamakıllı bir kadının gerçeklik podyumuna çıkıp, kendi sanatını göstermediği anlaşılabilir. Feminist söylemler bu konuda ciddi araştırmalar yaptıklarını sanıyor. Bir iki resim ve heykeltıraş üzerine inanılmaz yeteneği olan kadın sanatçılar geçen bin yıl içerisinde yer almış olabilir. Hatta şunu da söyleyebiliriz; resmin en popüler zamanında (pop-art olarak bahsetmiyorum, birincisi yıl farkı, ikincisi hazır nesnelerin imgesel itinayla düzenlenmesi, soyut bir dışavurumcu çalışma gereksinimine ihtiyacımız şu an için yok) bile parmakla gösterilebilecek kadın ressam bulmak zordur. Çıplak modellerin poz verip, resimlerin yapıldığı atölyelere Avrupa’da 19.yy’a kadar kadınların alınması yasaktı. Birkaç tane, örnek verilmesi yine de zor bazı kadın ressamlar, örneğin bunlar içinde yakınları tarafından akademik bir ilgi gösterildiği oluyordu ama yine de tarih içerisinde yer edinmesi güçtü. Erkeklerin bu bağlamda güçlü bir portre çizmesi haksızlık sayılır mı sence? Elbette ‘kadın ilhamdır, şiir yazdırır, şiir yazmaz’ tarzı budalaca sözlerin peşinden gitmiyorum. Gerçek şu ki, bir kadın ortaya çıkarıp, aslında tüm kadınların çektiği acıları tek bir noktada toplayıp, ona anlattırabiliriz. Farklı gibi gelen konuşmaların her biri aynı noktaya çıkmaktadır. Bu konu üzerine bir gün şöyle bir duyumum olmuştu: ‘Kadın ve sanatkâr olmak; hah! Çok cahilsiniz, gerçekten çok cahil. Hem nasıl kadından bir peygamber çıkmadı, onun bazı noktalar itibariyle bir topluluğa öncü olabilmesi sakıncalı görüldü, sanat babında da farksız bir paralellik görüyorum. Bir kadından öncü bir sanatkâr olmasını bekleyemezsin. Sadece onlar, var olmuş bir sanat akımının fütursuzca, şevkle tapınıcı tarafları olurlar.’ Elbette hala herhangi bir kitap fuarına misafir gelenlerin tamamına yakınını bayan olarak görmüş değilim. Afişlerde narin bir damar gibi gözüken bienal sergileri de buna dahil. Demek istediğim bir bayana, özellikle edebiyat konusunda bir şeyler anlatma ihtiyacı güdülüyorsa, en iyi örnek olarak intihar edici Virginia’yı kabul etmek bazı durumlarda rahatsız etse de, buna muhtaç gibiyiz.
Öykünün sonunu da alıntılayayım.
‘Bir gün şunları yazıyordu sesli sesli: ‘Hayır, içe kapanmaya hiç niyetim yok. Henry James’in dediğini hatırlıyorum: Durmadan seyret. Yaşlılığın gelişini seyret. Açgözlülüğünü seyret. Kendi kederini seyret. Bu yolla onu işine yaratabilirsin… Sanıyorum içe kapanmanın sınırlarında gezinmek oluyor, ama tam da öyle değil! Diyelim, müzeye bir bilet alsam, her gün gidip tarih okusam. Diyelim, her çağda baskın bir kişilik seçsem ve onun yanında yöresinde dolanıp yazsam…’
Bu yazıyı yazdıktan yirmi gün sonraya kadar hep hüzünlüydü. Tabağa yemek koyup, bana verirken, artık bakışlarındaki derinliğin bir ölüm havasından olduğunu biliyordum. Babamın ölüşünde yanında değildim, babamı köpekler parçalamıştı, ama büyükbabamın ölüşünde de aynı bakışlar vardı. Onun gözlerindeki ölüm korkusu muydu, yoksa ayrılmaktan mı korkuyordu? Sanıyorum benden ayrılacağı için üzülmüyordu, Leonar için de değil! Julia olabilirdi. Ölmeden önce iki mektup bırakmıştı. Biri kardeşineydi, diğeri ise Leonard’a. Leonard’a bıraktığı mektubu, Leonard hıçkıra hıçkıra okuyordu o gün: ‘Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.’
Virginia acaba benim sesimden mi bahsediyordu? Beni duyuyor muydu yoksa?
Bu mektubu yazdıktan sonra, onu takip etmiştim. Cebine taşlar doldurmuştu. Ne yaptığını anlayamıyordum. Ouse nehrine bırakırken kendisini, gözden kaybolmadan önce en son o güzel ellerini görmüştüm. Başıma dokunan yazar ellerini çok seviyordum. Onun elleri, onun elleri… İsa’nın ağlayan gözlerini silen Meryem eliydi. Şimdi yine eskisi gibi onun penceresine yakın bir ağaç dalından çevreyi izliyorum. Kimi zaman Leonard’da pencere kenarına tabağın içinde kuşların yemesi için bir şeyler koyuyor. Ama ben artık gidip, yemiyorum. Canım sıkıldığı zaman Virginia’nın mezarına gidiyor ve toprağı üzerinde yürüyorum. Bazen eliyle bana dokunabilme ihtimalini hayal ediyorum. Ancak ot ya da böcek çıkıyor toprağın içinden. Yazdığı odayı kocası kullanıyor. O da bu aralar, Virginia’nın yazdığı gibi çok yazmaya başladı. Bilmiyorum, hiç benden bahsetti mi, ama bahsetmemiş olsa dahi, ben onu çok seviyorum. Ve çok özlüyorum. Yaratıcıdan tek dileğim, onun toprağı üzerinde dolaşırken ölmek! Bu yüzden saatlerce onun mezarının başından ayrılmıyorum. Sanırım Tanrı için çok kolay olmalı bu.’
Rüyamda biri bana çok net bir şekilde kendisini anlatıyordu. Yaşadığı bazı olayları özet geçiyor, bana bir soru sorduğunda, duruyor, benim ne cevap vereceğimi bekliyordu. Sesime anlam veremedim. Birisine ‘sus’ dedim, bana ‘kin’ ve ‘kir’ kelimeleri arasında gelgitlerinden bahsetti önce. Sonra gündelik bir konuşmaya geçtik. Kendi sesim değildi. Birisi benim yerine evet ya da hayır diyordu. Konuşmadan önce salonda patlama sesleri vardı. Pencere kenarında oturmuş, karşı apartmanın çatısına doğru tüfeği doğrultmuştum. Adamın bir tanesi ileride duran bardakların içerisinde, içerisinde yarım bir limon olan bardağı vurmamı söylüyordu. Nişan alıyordum ancak görüş alanım bulanıktı. Gözlüksüz bu işi başaramayacağımı düşünüyordum. İlk denemem de başarısız olmuştum. Mermi tüfeğin ağzında değildi. Nişan alıp, vurmam gereken bardağa bakındığımda yanımdakine dönüp ‘iyi ki ama iyi ki vurmamışım baksana yüksek rütbeli askerler var, ya birini vursaydım yanlışlıkla’ diyorum. İkinci denemem de bu saçma nişan alma hadisesinden vazgeçmiştik. Çatılara bakınıyor, çanak antenlerden birine nişan alıp, vursam mı diye düşünüyordum. Gökyüzünde iki uçurtma vardı. Uçurtmalardan biri rüyayı gördüğüm ilk andan beri gökyüzündeydi.
Elektrikli süpürge sesi geliyor. Bu sese ayrı bir yakınlığım olduğumu söylemiş miydim önceden? Çocukken annem evi süpürürken, süpürgenin arkasından dolaşırdım. Dışarıya hava üfleyen fan haznesine yüzümü yaklaştırırdım. Ayrıca uykumu getirirdi süpürgenin sesi. Toz haznesinin ayrı bir kokusu olurdu. Yıllar sonra futbolcu Rooney’in de böyle saçma bir huyu olduğunu, hatta uyumadan önce elektrik süpürgesini kimi zaman açık bıraktığını öğrenmiştim. Şunu demiştim: ‘Elektrik faturasının altından kalkılır mı öyle yahu?’ Elbette o süpürgeyi kapatacak bir hizmetçi olduğunu düşünüyorum, olmasa bile Rooney gibi biri için elektrik faturasının lafı mı olurdu? Bunu bana niye anlatıyorsun diyebilirsin şimdi ama sınırlı saçmalık üzerine yorumuna sinirlendiğimi bilmem lazım. Sınırlı bir sonsuzluk nedir? Hep bir yer de kalmak mı? Geçmişin emin ellerinden bahsediyordun, artık orada olan ve otobüs durağında beklerken kimsenin rahatsız edemeyeceği anlardan mı? Rüyamla özdeşleşiyor bazı noktalar. ‘Kin’ ve ‘kirden’ bahseden o bayan sesi, rüya, rüyadır deyip geçebilirim ama ‘kin’ ve ‘kir’ kelimelerini anlatabilmem lazım. Pis kokan, ağır, çıkmayacak hissiyle üzerimize çullanan kirinden neye karşı kin duyusuyla kurtulabiliriz? Geçmişin kirinden ancak kin duyabiliriz kendimize. Çünkü o kiri paylaştıklarımız çoktan gitmiştir. Bir yere, nereye gitmiş olabilirler ki? Hâlbuki onlarında bir geçmiş mekanizması var ve kimse, hiçbir yere gitmiyor. Anın derinliğine çullanan, hadsiz bir şekilde bizi sarsan nedir? Bir keresinde sonradan ihale usulü zenginlere dayatılacak evlerin yapılacağı boş bir arazide otururken, küçük çapta bir ateş yakmıştım. Çevrede bulunan çöplerle (elektrik süpürgesi, bebek bezleri, poşetler, kâğıtlar, pet şişeler) ateşi büyütmüştüm. Herhangi bir polisin bir deliyle uğraşacak zamanı olmamalı, on iki yirmi dördünün, on ikisini bir an önce bitirip, yirmi dördüne geçiş yapmalıydı. Ateş büyümüştü. Sigaramı çıkan ateşten yakmaya çalışıyordum. Yanlışlıkla ateş birden harlansa kaşım, kirpiğim, saçım yanmakla kalmaz, yüzümde tanınmaz hale gelebilirdi. Diyorum ya, insanın sınırlarını zorlayınca her şeyi yapabilir diye. Depoda bulunan tüm gaz fişeklerini patlatabilirim. Şu an için bu güce sahibim. Bir gün Ankara’da Maltepe camisinin hemen altında, Tandoğan’a doğru yürürken gazdan nasiplendiğim olmuştu. O iki dakikalık fişek patlamaları, tüm caddeyi kaplamış, nefes alamayacak hale gelen millet etrafa dağılmaya, dükkânlara girmeye başlamıştı. Buna kimileri devletin gücü derken, karşı tarafı da tatlı su devrimcileri olarak nitelendiriyordu. Ne devletin gücü budur, ne de devrimcilik dedikleri şey polis barikatlarını aşmakla başlar. Sana bu konuları uzun uzun anlatacak değilim, biliyorum bir noktadan sonra hiç anlamasan da, bilmesen de muhafaza edeceğin noktaların olacak. Kısaca şöyle anlatsam, belki ifade edebileceğim hususlar da ışığıyla gözükebilirler. Muhafazakâr toplumlar içerisinde elbette özgürlük kelimesi başlıca iblis edilmiştir. Ancak şunu söyleyebilirim ki, İslam dünyasında şimdiye kadar olan dönemde hem gerçek din âlimleri hem de bilimsel olarak çalışmalar yapan yetenekli insanlar hep zor koşullarda yaşamıştır. Özgürlüğün tacı, elbette her istediğini yapma dayanak noktasıyla tanımlanmıyor ama illa ki belli bir noktadan sonra makam, mülk davasına kendi tahtının gitmesinden korkan insanların kıyımına uğrayan pek çok insandan bahsedebilirim. Biz şunu mu sanıyoruz:’ Yaratıcı dünyayı yarattı, hakları da yarattı ve dünyaya indirdi. Sonra hiçbir şeye karışmadı.’ Bir başka dünyanın olma esprisi işte bu noktadan başlıyor:’ Kul hakkı!’ Özgürlük kul hakkının peki hangi noktasındadır? Allah insana akıl vermiştir ve bu aklı kullanması gerçekten zor bir meseledir. Asıl akıllı insan, yıllarca dirseğini masalarda çürütmüş, bilgi deposu olanlar değil, diğer dünyayı düşünüp, bu dünyada iyi kalabilenlerdir. İnsanın kendine karşı da hakları var. Şahsiyet sahipliği bir toplumu yadsımakla değer kazanmaz, yalnızca bir toplum gerçek anlamda bileşimini insan parçacıklarına muhtaç tutarak büyür, genişler. Bir insan normal olarak kendisi için değerli olanı düşünebiliyorsa –bu onun temel hakkıdır- işte burada kendini belli eder. Soyutlanmadan bahsetmiyorum, toplumla et ile kemik gibi bir olan bir yapıdan bahsediyorum. Ahlaki bireycilikten bahsederken, kimi zaman çevremdekiler beni batı hayranı olarak yaftalıyorlar. Kendilerine da defalarca anlatmama rağmen başarısız oluyorum. Bireyin ahlaki bir statüye erişmesi ve toplum dinamiklerini koruması kötü bir şey mi? Dini afyon olmaktan çıkaran da, toplum bazında bireylerin ahlaki bir statü olmaları değil midir? Ne yazık ki ağzından ‘Allah’ düşmeyen bir insanın ahlaksız olmasındaki en temel sorunda bu statüye erişmemesinden kaynaklanıyor. Kimi zaman şikâyet ettiğim yalnızlığımı, yine de bu etik sürecin irdelemesinde üstün görmekteyim.
*
Binbir Gece masallarından ürküyoruz. Şehrazad bizim günahlarımızı anlatıp duruyor. Gerçekten de bir başka hayalin, hayal içerisinde daha iyi olacağımız şey için koşarken de, içinde bulunduğumuz rahatlıktan olabiliyoruz. Bazen ‘gitmemek’, ‘değişmemek’, ‘kalmak’ ve acı çekse de ruhumuz ‘anlayışlı’ olmamız gerekiyor. Yeni fırsatları tepme, ileri görüşlü olmama kısmı böyle açıklanamaz, bu daha çok gerçekten kaçıştır. Bu aralar ciddi mana da okuma anlamında da yavaşladığımı gözlemliyorum. Yüce ahlakçıların her biri bana her defasında öğretici bir şeyler sunarken, özümde ‘kendime dönebilmenin’ yolunu da açıyorum. Demiştim ya, ‘ruhuna dön’, asıl olması gereken bu. Ne sen, ne de bir de başkası, başka kolların avutabileceği bir yığın olarak kalmamalı. Buna inanabildiğin ölçüde ve kendinde özü bulabildiğin işaretler çoğaldıkça, bir başkasının hiçbir ahlaksız talebi insana güzel gelmiyor. Sıvıların ve de yapışkan tuzun birbirine karıştığı bir birleşmenin ruhunu mutlu kılabildiğine inanmış budalaların, çok geçmeden nasıl bir acı içerisinde kıvrandıklarına dünya yüzyıllardır şahit.
Hayat insanı bencil kıldığı noktada anlamsızlaşmaya başlıyor. Yirmi yaşına gelmiş bir gencin acı çekmediğini kimse söyleyemez, evet, gerçek bir acıyı tatmıştır ama başkalarının acısını anlaması için olgunlaşması gerekir. Ne yazık ki her yaşlılık, her (olgunlaşma bahanesi içerisinde) yaş alma, sayısal olarak büyüme bu olgunluğu insana sunmuyor. Seksen yaşına da gelse bir insan, hayatını gerektirdiği gibi talim altına alıp, kötü huyları yerine iyi huyları koyamamışsa, dahası bu acı duyumsama halinde örneğin, bencil kalıp, bir başkasının acısına anlam verememiş haldeyse, hala da bu inadına devam ediyorsa, hastalığına ömrü boyunca çare bulamadan gitmekte olan bir hasta hüznüyle ruhunun kıvranışına söz geçiremez.
Sanırım yavaşlamam, hatta durmam gerekiyor. Nokta, gerçekten son mudur, yoksa yeniden başlamak için insanı tetikleyen güce mi sahiptir, bunu çözmüş değilim. Çorba içerken, iki kaşık çorba, bir fırt sigara ayrı bir zevk almama sebepken, Rousseau’nun bir notunda bu konuda bana ayrı bir zihin açıklığı sunmuştu:’ Eşlik edecek kimse yok yanımda, yemek yerken bir şeyler okumaktan çok hoşlanırım. Yoksun olduğum çevrenin eksikliğini giderir okumak. Sırayla bir sayfayı yutarcasına okur, ardından bir lokma yerin; sanki kitabım da benimle birlikte yemek yer gibi!’ En son kendimi Balzac okurken bu vaziyette hatırlıyorum. Uzun bir zaman oldu, birkaç sene diyelim. O birkaç sene önce, Balzac eşlik ediyordu yemeklerime, çayıma, kahveme. Sonra, sonra hayatım yemeklerin televizyonla gittiği, evrilip filmler aracılığıyla boşluğu doldurduğu bir yaşama çevrildi. Onun ‘insanlık komedisi’ yerine, gülmek için çekilmiş filmler, diziler zihnime karıştı. Sanırım şu cümle önemli bir ayrıntı olsa gerek; ‘yanımda kimse yokken.’
Uzun bir yola çıkmış gibiyim ve ne zaman kendime geri döneceğimi kestiremiyorum. Herhalde senin de böyle olduğun anlar olmuştur. Her şeye rağmen pencereyi açıp, birkaç saniye temiz hava almak güzel.