- 695 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SON PİŞMANLIK
SON PİŞMANLIK
Pişmanlık mıydı, yoksa pişkinlik miydi haleti ruhiyesi. Başını almış iki elinin arasına düşünüyordu. Aslında ne düşündüğünü de pek bilmiyordu. Sadece "nerden düştüm ben bu batağa" sorusu bir kurt gibi kemiriyordu beynini. Bu arada da şansına sövüp duruyordu. Ne vardı ki bir de ona gülseydi lanet olası şans. Halbuki karısı defalarca uyarmıştı kendisini. Niçin dinlememişti karısını. Karısı aklına düştüğü zaman " nankör kadın. Her şeyi onun için " yaptım diyerek de çıkıyordu işin içinden.
İşi oldukça iyiydi, iyi de kazanıyordu o zamanlar. Yetimhanelerde yurtlarda geçmişti çocukluğu. Ama azimkardı. Boğulmayacaktı hayat denilen uçsuz bucaksız denizde. Öyle de yaptı. Okuyup mühendis olmuştu. Kazanmıştı ayakta kalabilme savaşını. Üniversiteyi bitirir bitirmez işe de girmişti. Dürüstlüğüyle, yaratıcılığıyla, işine olan sadakatıyla çok kısa bir süre içinde farkedilmiş ve işinde de hızla yükselmişti.
Ama bir türlü unutamıyordu çocukluğunu. Hep horlanmış, hep ezilmişti. Kanları donduracak ayazlarda naylon poşetlere sarılarak uyumaya çalıştığı geceleri unutabilirmiydi? Hele aç kaldığı, ardı ardına gelen o günleri. Az mı karıştırmıştı çöpleri. Unuturmuydu bir parça yiyecek bulduğu zamanlardaki mutluluğunu.
Hayat en büyük düşmanıydı. Alacaktı hayattan çektiği acıların, yaşadığı elem dolu yılların intikamını. Çocukluğundan beri kimi zaman emin olarak, kimi zaman umutsuzlanarak düşlediği hayatı o da yaşayacaktı. Unutabilirmiydi ömrünü verebilecek kadar sevdiği ilk aşkının o aşağılayıcı sözünü.
Leyla ne güzel bir kızdı. Güneşe benziyordu bakışları. Okyanus rengi gözlerinin derinliklerinde her an boğulmaya razıydı. O zamanlar üniversite ikinci sınıftaydı. Leyla ile ortak derslere giriyordu. Ara sıra konuşuyorlardı da. Leyla’nın dudakarından dökülen her sözcük ruhunda oluşan güçlü bir fırtınaydı adeta. Öyle bir esiyordu ki o fırtına benliğinde ki tüm umutsuzlukları, düşüncelerindeki karamsarlıkları önüne katıp uzaklaştırıyordu kendisinden. Günlük konuşmaları da üç beş kelimeyi de geçmiyordu aslında. Olsun... Üç beş kelimeyle sınırlı da kalsa konuştukları o sözcükler yetiyordu gönül bahçesinde açan çiçeklerin serpilip gelişmesine. Leyla’nın çok güzel bir arabası vardı. Arabasıyla gelip gidiyordu okula.
Kendisi de çirkin sayılmazdı. Hatta oldukça da yakışıklı görüyordu kendisini. En çok da ışıl ışıl yanan ela gözlerine güveniyordu. Boyu posu da yerindeydi üstelik. Günlerce, haftalarca, aylarca düşünmüştü. Açılacaktı Leyla’ ya. Ona olan hayranlığını dile getirecek arkadaşlık teklif edecekti. Şiirler de yazmıştı Leyla için. Eğer kabul ederse teklifini her gün bir şiirini okuyacaktı okyanus gözlü kıza.
Ah o lanet olası gün. Yaşamaz olaydı o günü. Kantinde oturuyordu Leyla. Tüm cesaretini toplayarak yaklaşmıştı yanına. Biraz geveledikten sonra yüreğinin sesi ulaşmıştı dudaklarına ve o sözcükler bir anda dökülüvermişti dudaklarından. " Senden hoşlanıyorum Leyla. Gece gündüz aklımdasın. Kurtulamıyorum senden bir türlü" diyebilmişti terleyerek. Daha sözcükler dudaklarından dökülmeden Leyla; hızla kalkarak, masadaki kitaplarını toplayıp; "serseri" diyerek aşağılayıcı bakışlarıyla uzaklaşmıştı masadan. İlk içkisini o gece içmişti. Sabahlara kadar intikam yeminleri etmişti. O günden sonra yaklaşmamıştı bir daha Leyla’ya.
Okulu bitirdikten bir kaç ay sonra evlenmişti. Seviyordu karısını. İyi huylu mütevazi bir hanımdı karısı. Öyle çok sıkıntı vermişti ki karısına; direndi karısı, bırakıp da gitmedi.
Tüketici kredisi kullanarak atmıştı adımını ilk batağa. Çocukluğundan beri hayal ettiği arabayı alacaktı. Nihayetinde öyle de yaptı. Almıştı hayalindeki arabayı. Bu giriştiği savaşın ilk galibiyetiydi. Galibiyetinin verdiği güvenle sürüyordu arabasını. Eşini de alıyor yanına geziyor tozuyordu. Sanki kendini kanıtlıyordu, ben buyum işte diyordu için için. Eşini de ihmal etmiyordu o günlerde. Bol bol hediyeler alarak sürprizler yapıyordu eşine. Bilinç altınki egoları " iyi ki çıktın karşıma. İyi ki evlendim seninle" dedirtmek istiyordu eşine.
Maddi sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı zamanla. Kredi kartı almıştı bir kaç bankadan. Ay başı geldiğinde zorlukla kapatıyordu kart borçlarını. Eşi mantıklı kadındı. Çok da seviyordu kocasını. Kendisi için harcama yapma konusunda uyarıyordu kocasını. Onu para pul için değil, o olduğu için sevdiğini söylüyordu. Aldığı hediyeleri geri çevirmeye de başlamıştı. Karısının bu davranışına pek de bir anlam veremiyordu. Gel zaman git zaman umursamaz olmuştu karısını. Bir gün kendi işini kuracaktı ve hayal bile edilemeyecek paralar kazanacaktı. O zaman ne diyecekti acaba karısı.
Kredi kartlarının asgarisini bile ödemekte zorlanıyordu artık. Bir gece hesabını kitabını yaptı. Tekrar tüketici kredisi alıp kapatacaktı kredi kartlarının borçlarını. Öyle de yaptı. Hatırı sayılır bir miktarda kredi çekerek kart borçlarını kapattı. Aldığı maaşının neredeyse yarısı borçlarına gidiyordu. Hiç de önemli değildi onun için. En fazla çekeceği sıkıntı beş, bilemedin altı ay kadardı. Düşünmüyordu borçlarını. Bir iki tane süper tasarım üretir ve alacağı primlerle kapatırdı borçlarını.
O bir savaşçıydı ve kazanmıştı tüm savaşlarını. Kendine güveni tamdı. Yeminliydi en güzel hayatı yaşamaya. Ama eşi fark etmişti gelecekteki karanlığı. Sık sık uyarıyordu kocasını. Umursamıyordu bile eşinin uyarılarını. Sırf eşinin ikazlarını duymamak için geç gitmeye de başlamıştı evine. Arabasıyla geziyordu bol bol. Artık gece kulüplerine de takılır olmuştu.
Gece kulübünde tanımıştı Semra’yı. Çok güzel bir kadındı Semra. Öylesine güzeldi ki cam yeşili gözleri kara kışın ortasında yaşatırdı insana baharı. Deliler gibi eğleniyodu gece kulüplerinde. Hesaba gelince nasıl olsa yüklü miktarda kartları vardı. Veriyordu kartını çekiliyordu hesapları. Semra güzel olduğu kadar masraflı da bir kadındı. Önceleri hediyelerle yetinen Semra harçlık istemeye de başlamıştı. Nihayetinde kartlarının asgarisini bile ödeyemez duruma düşmüştü, Semra’ya da harçlık veremez hale gelmişti. Bir gün Semra kendisinin de bir hayatı, bir geleceği olduğunu söyleyerek, bu işin böyle yürüyemeyeceğini dile getirip terk etmişti kendisini. Hayatının ilk mağlubiyetini aldığını düşünmüştü o gün.
Çok başarılı bir proje üretmişti o günlerde. Aldığı primlerle zar zor kapatmıştı kredi kartı borçlarını. Ama para harcama tutkusundan vaz geçemiyordu bir türlü. İstiyordu ki eğlendiği mekanların hep bir numaralısı o olsun. Ödediği hesaplar, dağıttığı bahşişler dudak uçurtuyordu neredeyse.
Aslında savaşı hayatla değil içindeki şeytanlaydı. Nasıl unuturdu kimsesiz yetimevlerinde geçen günlerini. Geceleri uyuyamazdı çoğu zaman. Hemen ranzasının üzerinde bulunan daracık demirlerle kapalı penceresinden yıldızları seyrederdi. Küçücük çocuklar gibi gecenin karanlıklarında oynaşan yıldızları. Pervasızdı, alabildiğine özgürdü yanıp sönen yıldızlar. Yıldızlar gibi olacaktı. Boğacaktı karanlıkları. O günlerde girmişti elinden ebediyen kurtulamayacağı şeytan içine. Kendisini hor görenleri insan yerine bile koymayacaktı. Bir böcek gibi ezecekti kendisini küçümseyenleri. Tarih olacaktı; o hükmedecekti hayata.
Çok güveniyordu şansına. Çünkü biraz da şansı sayesinde gelebilmişti bu günlere. Eninde sonunda en büyük ikramiye çıkacaktı kendisine. Oynadığı kolonlarda çoğu zaman tek maçla kaçırıyordu milyarları. Öylesine emindi ki çok yakında tutturacağından tüm maçları önemsemiyordu bile harcamalarını.
Bir gece sarhoşken oturmuştu kumar masasına. Güveniyordu ya şansına. O gece kazandığı paralar ceplerine bile sığmamıştı. Bu paralar sayesinde bir defa daha kurtulmuştu kredi kartlarının pençesinden. Az da olsa kazanyordu lotodan, totodan. Eşiyle de pek bir sorunu kalmamıştı. Gayet mutlu bir şekilde sürdürüyorlardı yaşamlarını. Her ayki kazancından bir miktar eşine de verir olmuştu. Kadıncağız tekrar zor günlerin gelmesinin korkusuyla biriktiriyordu kocasından aldığı parayı.
Ama kurtulamıyordu içindeki şeytandan. Şeytan durmadan ona "sen sıradan biri olamazsın. Hani senin ideallerin, hani hedeflerin. Böylesine alalede bir hayat yakışıyor mu sana" diyordu. Onca direnmeden sonra bir gün alkolüyken yenik düşmüştü şeytana. Kendini kumarhanede bulmuştu. Çok yüklü miktarda paralar kaybetmişti o gece. Tüm kredi kartı limitlerini bırakmıştı o gece masada . Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte sokaklara düşmüştü. İçindeki şeytanı o gece hissetmişti. Ağlıyordu hem de hıçkırarak ağlıyordu. Çöplüklerde yemek artıklarını toplarken bile ağlamamıştı.
Proje de üretemiyordu artık. Eşi dahil kimseye anlatamıyordu derdini. Nihayet bankalardan da uyarı yazıları gelmeye başlamıştı. Yeni kartlar aldı bir süre daha idare etti kartlarıyla. Bol bol, toto, loto her bir oyunu oynuyordu umutla. Ne de olsa hep güvenmişti şansına. Bu sefer de şansı onu kurtaracaktı. Yeminler ediyordu kendi kendine. Bu beladan kurtulur kurtulmaz işine yuvasına adayacaktı kendini. Lanet olsun oynadığı lotolar bir bile tutmuyor, hiç bir maçın sonucunu da bilemiyordu.
Yine düşmüştü şeytan içine. Şirketin hesapları onun elindeydi ve kasanın anahtarı da kendisindeydi. Öylesine ayarlıyordu ki hesabı kitabı tırtıklamalarının kimse farkına bile varmıyordu." İlerde nasıl olsa koyarım yerine" diyerek çalmaya devam ediyordu. Ama yetmiyordu çaldıkları. Miktarı büyütünce bir gün, çıktı foyası ortaya. Geçmişteki başarılarını göz önüne alan patronu polise haber vermeden kapı önüne koyuvermişti. İşini de kaybetmişti. Aylak aylak gezerken kendisini dürten şeytana okkalıca küfürler ediyordu. Kaybetmişti. Güç parada, pulda değil akıldaydı. Şükürdeydi, yetinmesini bilmekti güç. Anlamıştı ama iş işden geçmişti.
DAVUT TUNÇBİLEK/ ELMADAĞ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.