- 652 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARKADAŞIM İDRİS
İDRİS MERİÇ
İlkokulun son sınıfında girmem gereken DPY’lılık sınavına babamın kafasına koyduğu muhakkak yapmaya niyetli olduğu; “Kur’an kursuna gidilecek, Kur’an-ı Kerim okunması öğrenilecek sonra ister okur, ister unutursun.” kuralı gereği herkesin sınava gittiği gün biz traktörle Keşan’ın köylerinden birine kömür almaya gittik. Allah ondan razı olsun, dört kardeş hepimiz günü gelince Kur’an kursuna gittik, en azından okumayı öğrendik. Zaman içinde Kur’an okumayı unutmadım. Hatta üniversitede osmanlıca derslerinde hiç zorluk çekmeden sınıf geçmemi de sağladı.
1971-1972 öğretim yılında İlkokuldan mezun oldum. Yaz tatilinin ardından ortaokula gitme heves ve arzum bir yıl ertelenmiş olarak 1972-1973 yılının geçmesini ve Kur’an kursunun açılmasını beklerken bir gün akşamüzeri bahçede bir şeylerle meşgul olduğum bir sırada benden bir yıl önce İlkokuldan mezun olmuş ve beldemiz olan Küplü’de ortaokula giden komşum İdris, yanıma geldi.
“Enver ortaokula gelmeyecek misin? Okul müdürümüz bize İstiklal Marşı töreninde - köyünüzde ortaokula gelmek isteyen varsa gelsin, kayıtlar hala devam ediyor. – dedi. İstersen gelip kayıt olabilirsin. Dedi.
Tamam, iyi diyorsun da babam göndermiyor, açılınca Kur’an kursuna gideceksin bu yıl diyor.
- İstersen babanla bir de ben görüşeyim, dedi ve bir süre yanımda oyalanıp babamın eve gelmesini bekledik. Babam gelince de ona durumu anlattı. Benim ortaokula yazılmamı söyledi.
Sonuç mu Nuh’tan başka peygamber tanımayan babam son sözünün - Ortaokula seneye gidecek, hem de konuşup kavilleştiğimiz üzere Uzunköprü’ye ortaokula gidecek.- oldu.
1972-1973 yılı öyle geçti. Biz İdris’le köy yer olduğu için pek çok oyunda dışarlarda birlikte olmuşuzdur. Ancak arkadaşlığımızın sıkı olduğu değil herhangi bir arkadaştan daha ilerde olduğuna dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Ben camide ilkokul sınıf arkadaşlarımın hemen hemen tamamına yakını ile Kur’an kursuna devam ettim o da okuluna. Boş zamanlarda aynı mahallenin çocukları olarak oyunlarda ne kadar karşılaştıysak o. Ancak o zaman oyunlar da oyundu. En çok da çelik oynamayı severdim. Bir küçük çukur kazar çeliği onun üzerine yerleştirir ve sopa ile çeliği uzağa atardık. Karşı takımın oyuncularından biri çeliği küçük çukurun yanına yan yatırdığımız sopayı vurmak üzere atardı. Çelik sopaya vurursa çeliği çukurdan atan oyuncu elenirdi. Sıra diğer oyunculardan birine geçerdi. Yok vuramazsa oyun tekrarlanır giderdi. Bir diğer şekli de çeliği çukurun yanındaki oyuncunun sopası ile vurabileceği şekilde üzerine atmaktı. Bu şekilde oyuncu elindeki sopayı beyzbol sopası gibi kullanır ve çeliğe vurup onu mümkün olduğunca uzaklaştırmaya çalışırdı. Çeliğin düştüğü yere doğru adımlanır 1 2 3 dalle denirdi. Her dallede bir kama yazılırdı. 10 çizgide bir büyük çizilirdi ki sayması kolay olsun çizgileri diye. Yüz çizgide büyük kama olurdu. Böylece oyun süresince kim çok uzağa atar ve daha çok kama yaparsa o gurup kazanmış olurdu. Metli çelikle her oyuncunun üç defa vurma hakklı olurdu. O daha zevkliydi. Çeliğin metli kısmına sopa ile vurarak uzağa göndermek marifetti. Çeliğe doğru yürürken adım sayılır ve kamalar katip oyuncu tarafından yazılır, diğer takımın katip oyuncusu tarafından kontrolü yapılırdı. Oyun bazen öyle uzardı ki gün akşama dönmüş, ortalık serinlemiş, kırdan, kahveden gelen bizden büyükler de bazen özenir oyuna dahil olurlardı. O zaman tam bir curcuna, cümbüş olurdu köy meydanı. Ortalık biz sizi yendik, bizim takım daha iyi oynadı, adımları az açtın, ….. hayhuyu ile dolardı. Günü neşe ile kapamış akşam yemeğimizi yemek üzere gecikmiş olarak evlere dağılırdık. Bazen niye geç kaldın diye paylansak da başımızı öne eğer, ses çıkarmaz, suçsa suçluyuz, ama mutluyuz; der geçiştirirdik.
Elbise düğmeleriyle oyun oynanırdı. Bunlar da parmaklarla vurularak belli bir mesafeden itibaren kaydırılarak açılan bir deliğin içine doldurulur ve sonra nefesle üflenerek çukurdan çıkartılırdı. Düğmeler pantolon düğmesi birlik, ceket düğmesi ikilik, palto düğmesi dörtlük hesabı ile hesaplanırdı. Bilye-Misket oynanırdı, O da olmazsa kraliçe dediğimiz keçiboynuzunun yabanisi ağacın meyvelerinin içindeki çekirdekleri düğme yerine çukura toplayıp üfleme yoluyla oyun oynardık.
Para ile olan bir çeşit kumar olan yazı tura oynardık. Param olmadığından veya kumarı sevmediğimden belki hiç oynamadım, belki çok az oynamışımdır.
Kumarı oldum olası sevmedim. Babam zaten yeterince oynuyordu. Edirne’den hafta sonları köye gelirken yolda otobüste rastladığımız tanıdıklar babamın kumar hikâyelerini anlatır ve eve gitmeye canım istemezdi.
Geceleri oynadığımız oyunlarsa parti parti dediğimiz bir oyundu. İki gurup arasında bir kale-kule belirlenir yapılan sayışmacada ekibin biri bölgeden uzaklaşır. Kuleyi bekleyen gurun saklanan gurubun üyelerini aramaya başlardı. Kulede sadece bir nöbetçi kalırdı. Saklanan gurubun üyeleri fırsatı değerlendirip kuleyi sobelemeye çalışırdı. Aynı anda birkaç kişi kuleye saldırdığı için bekçi kuleyi bir yanından savunmaya çalışırken diğer yandaki gurup elemanları sobelerlerdi. Saklanma sırası bize geldiğinde arayanların bulamamsı için köyün dışına kadar çıkabilirdik. Hatta bir defasında Küplü’ye kadar üç km yürüyüp sinema seyredip geri gelmiştik Tabii o zamana kadar kim bizi arayacaksa. Ertesi gece ceza alır ya oynatılmazdık. Ya da otomatik olarak kule bekçisi gurupta yer alırdık. Kaçanları ara ki bulasın. Ya da aramayıp onların sıkılıp kuleye hamle yapması için yakın bir yerde pusu kurardık. O oyunlar sayesinde enerjimizi atardık, başkalarına rahatsızlık vermekten kurtulurduk. Gurup içinde kalabilmek için ortak dayanışmayı, koruyup kollamayı da öğrenirdik.
İlkokuldan sonra ortaokulu Küplü’de okumak istemeyişimin temelinde bu gece oyunları vardı. Arkadaşlar oyuna eleman sağlamak için gelip teker teker evlerden toplarlardı hepimizi ya da biz diğerlerini. Gelmeyeceğim ne demek. Bir defasında bir gece önce karanlıktan dolayı bir traktörün bıçak askı demirlerinin arasına düşmüş ve bacaklarım ezilmişti. Ertesi gün yürümekte zorlanıyordum. Gece ağrılarım arttı ve dışarı çıkmadım. Gelip çağırdılar, durumumu anlattım, gelemeyeceğimi söyledim, mızmızlıkla, kıvırmakla, nazeninlikle suçlayarak gittiler. Onlarla gidemediğim, oyun oynayamadığım için aklım onlarda kalmıştı.
1973-1974 öğretim yılında bir yıl Uzunköprü II. Murat Ortaokuluna devam ettim. Ertesi yıl Küplü Ortaokuluna naklimi aldırmak zorunda kaldık. İdris o yıl liseye başlamıştı. Küplü’ye gidip gelirken hala Tekirdağ da uzun yıllar idarecilik yaptıktan sonra eğitim enstitüsü yıllarında olduğu gibi hükümetle arası iyi olamadığından öğretmenliğe döndürülen Dursun Ali Yılmaz ekip başımızdı ve bizi Beşiktaşlı olmaya ikna eden, etmeye çalışandı. Babası Oflu Mehmet Hoca’ydı. O da Küplü ’de cami imamıydı ve motosikleti ile köyden Küplü ’ye gider gelirdi. Küplü ’deki fırından ekmek alır motorunun arkasına heybeye koyar köydeki bakkal dükkânında satarlardı. Küplü’deki odun ekmeği ile pişen o mis kokulu ekmeklerle daha ilkokul yıllarımda değirmene un, yarma yaptırmaya gittiğimizde tanışmıştım. Sıcak ekmekten alır içine tahin helvası koyup yemiştik.
Ortaokulun üçüncü sınıfında tek şube idik. Aklımda kalan arkadaşlarım köyümüzden Ömer MUTLU, Vasfiye KAYKI, Hüseyin DURGUN, Davut Özdemir, Küplü ’den Hüseyin DALLI, Salih TURAN, Cavide …., Remziye ÖĞÜT, Hasan ŞİMŞİR, İbrahim Pekgöz, Recep Derin bu son ikisi sınıfın en çalışkanları ve gayretlileri idi. Recep’in İstanbul Üniversitesi’nde okuduğunu duydum. İbrahim liseden sonra okumadı. Ancak sonradan dışardan okudu ve Şu anda Ziraat Bankasında bir yerlerde şube müdürü olarak çalışıyor. Bir de Ahmet ERGİ. Dördümüz Edirne Erkek Öğretmen Lisesini kazandık o yıl girdiğimiz DPY sınavında. İki yıl liseyi birlikte okuduk, sonra okulumuz Edirne Eğitim Enstitüsü ne devredildi. Biz öğrenciler farklı öğretmen liselerine dağıtıldık. Ahmet’le biz Kepirtepe’ye verildik. O devam etti bitirdi. Ben bir buçuk aydan sonra okulu bırakıp köye döndüm. Ahmet Edirne’de gümrükte çalışıyor diye duydum. Liseden sonra hiç görüşmedim onunla da.
Hakkarili Fen Bilgisi öğretmenimiz Muzaffer ÖZER’in kardeşi Mehmet vardı. Diğerlerini hafızamı yorsam belki bir iki arkadaşın ismi daha gelir ancak; biri İlhami mesela fazlası yok.
Liseye başlayınca orada benim arkadaş ihtiyacımı en çok karşılayan İdris oldu. Edirne Lisesinde okuyordu. Yurtta kalıyordu. Komşu okullardaydık. Aramız birkaç yüz metre ancak var. O yaştaki genç insanlar için öğlen arasında birkaç yüz metreyi yürümek hiç iş. İdris iki yıldır orada olduğundan kıdemliydi ve bizim okulda tanıdıkları vardı. Beni ziyarete gelen ilk o oldu. Bizim yurtta birlikte öğlen yemeğimizi yedik. Bizim okula gelişinin ikinci sebebi de kendi okulunda ve kantininde rahat edemeyişi idi. Çünkü Edirne Lisesi sol görüşlü öğrencilerin elinde idi. Biri İdris, diğeri Büyükaltıağaç köyünden Fahrettin, bir bilmediğim biriyle üç kişi Edirne Lisesinde sol görüşlü öğrencilerin yaptığı bir boykotu derslere girerek kırmışlar. Bundan dolayı okulda diğer öğrenciler arasında mimli ve sevilmeyendiler. Okuldaki Ülkücü hareketin temsilcileri idiler. Belki başka sempatizanlar da vardı ancak İdris alenen ülkücüydü ve okulda bunu herkes bilirdi. Korkuyu bilmez, inatçı ruhlu biriydi. Bize havlayıp rahatsızlık veren köpeklerin peşine düşer onları kaçırtırdı. Ve hatta onun sesini duyan bazı köpekler sıkıntı vermeyi bırak sıkıntı çekmesin diye baştan ortadan sıvışırlardı.
Benden önce yakın arkadaşı rahmetli Nurettin Kaykı idi. Nurettin Koca Ömer’in kızını severdi. Onunla isteşirlerdi. İdris de onun yanı sıra akrabaları olan Şaziye Yakınları severdi. Hatta bazen görüşüp konuşurlardı. Gençlik halleri. Şaziyenin düğünü olduğu gün Yunus Gündoğan’ın arabası ile Enez’e denize gitmiştik. Ancak aklımız köyde düğünde idi. Giderken daha anlaşmalı gitmiştik. Denizden erken dönüp düğüne yetiştik ki idris düğünün son anlarını da olsa gördü. Sanki görünce ne olacaksa? Çocukça bir duygu, düşünce… Şimdi gülüp geçtiğimiz.
Nurettin sevdiğini aldı ancak genç yaşta vefat etti. Hanımı da galiba İpsala’ya ikinci evlilik yaptı.
Zamanla hafta sonları onun okulunda yurtta buluşup çarşıya gezmeye gider olduk. Farkında olmadan samimiyetimiz her geçen gün arttı.
Ancak o yıl da çabuk bitti. İkinci sene İdris’in Küplü’de ortaokula giden kardeşi Yunus da ortaokul son sınıfı okumak için, dayısının oğlu Nedim İmam Hatip Lisesini okumak için Edirne’ye geldiler. Onlara bir ev tuttular ve Hacı Ninelerini de başlarına koydular. Bizim görüşmeler eski sıklığını kaybetse de hafta sonları evlerine gidip buluşuyorduk. Hava durumuna göre bazen evde oturup vakit geçiriyorduk, bazen de çarşıya çıkıp geziniyorduk hep beraber. Aynı evde kalan başka köylülerimiz de vardı. Örneğin Hakkı GÜNDOĞAN ve Trabzonlu köy hocamız İbrahim Hoca’nın üç numaralı çocuğu Cemil BAŞ. Komşumuzun oğlu olan Hakkı GÜNDOĞAN o yıl Karaağaçta yeni açılan Meslek Yüksek Okuluna yazılmıştı. Cemil Edirne Eğitim Enstitüsünde okuyordu ve sözü geçen biriydi. Boş zamanlarında yangın kulesinin altında bir veteriner dükkanında çalışırdı, ondan da arta kalan zamanlarda Kapıkule’den yurt dışına giriş çıkış yapanlara beyanname doldurarak geçimini sağlardı. Gece eğitimine gittikleri için boş zamanları çok olurdu onların. İdrislere gittiğimde arada onlara da uğrar çay içer sohbet ederdik.
Köyden arkadaşımız Ersoy BİLEN ‘de Hakkı ile aynı okula bir yıl devam etti. Ertesi yıl ikisi de okullarını bıraktılar. Hakkı, Eğitim Enstitüsü Matematik bölümüne kaydoldu. Ersoy köye döndü.
Ortaokul sınıf arkadaşım köylüm Hüseyin Durgun ve bizden bir yıl önde olan Engin AKDUMAN, şimdiki köy muhtarımız İbrahim Dalkıran Edirne Lisesinde, Ömer Mutlu’da Endüstri Meslek – O zamanki adıyla Sanat Okulunda okuyorlardı. Kısacası Edirne’de arkadaş bulmak hiç zor değildi. Ama İdrisle daha çok vakit geçiriyorduk.
İdris lise 2. sınıfta da sınıfını geçemeyince okulu bıraktı. Sonra tatillerde köyde görüşerek arkadaşlığımızı sürdürdük. 1978-1979 da ben de son sınıfta liseyi bırakınca köyde tekra yollarımız kesişti. İşte o zaman arkadaşlığımız bir yılı geçkin süre pekişti de pekişti. Çünkü kahve ortamında uzun süre oturmayı sevmiyorduk. Çayımızı içip genellikle yolda yürüyor veya uygun bir duvar dibi bulursak kütüğe oturup sohbet ediyorduk. Yetimlerin kütüğün belli bir saatten sonra sahipleri biz oluyorduk. Kütüğün biz köyden ayrıldıktan yıllar sonra belki işlevi de kalmadığından, belki çürüdüğünden yok edilmiş olmasına hayli hüzünlenmiştik. Hala oradan geçerken bir o kütüğün olduğu yere, bir İdrislerin sokağa gayri ihtiyari bakarım. Bir zaman sonra bizi birlikte görmeyenler şaşar olmuştu. İki sıkı arkadaş örneği olarak dolaşıp duruyorduk ortalıkta. Aramızda konuştuklarımızı yanımızdakiler anlamazlardı. Şifrelemiştik bazı şeyleri.
Köyümüze ait bir efsaneyi de kütükte yaptığımız gece sohbetlerinden birinde dinlemiştim ondan. Başkasından dinlemediğim bir efsaneydi. Eskiköyde amcam Emin Hüseyinlerin tarlanın kenarındaki dut ağacının yanında yılda sadece bir gece bir üç harfli çıkıp elinde teneke dolusu altını yere dökermiş. O sırada birini bulup boğazlayıp kurban olarak kesersen altınlar yere düştüğünde kül olmayıp altın olarak kalacak ve kurbanı kesen kişi altınları alabilecekmiş.
Yahu ben gece orada ne arayayım. Hadi oldum, üç harfliyi görüp korkudan şoka girmez miyim. Hadi girmedim kaçıp gitmez miyim. Geri dönülür mü artık. Bir de yanında öldüreceğim adamla. Dedim ki geç bunu bu benim akıl ve mantığımla bağdaşmadı. Kalsın o altınlar orda kül mü olacak ne olursa olsun.
1980 de ihtilal oldu. Ben okula dönmeye karar verdim. O, ben okula gitmem, askere gideceğim gelip hayatımı kuracağım diye tutturdu. İnadına diyecek yoktur. Nuh’tan başka peygamber tanımayanlardan biri de odur. Biz kardeşi Yunus’la Uzunköprü’de bir oda bir salon ev kiraladık. Ben lise sona, kardeşi lise bire başladık. İdris de 1980’in Temmuz ‘unda askere gitti. Yollar uzun olarak ayrıldı. Teyzesi beni bir başka arkadaşla gezerken gördüğünde;
- Eee Enver, sen de teke düştün. Dedi. O zaman İdris’in yanımda olmadığını bir kez daha
hissettim. O bizim, uzun sohbetler artık ne kadar istesek de olamayacaktı. Oldu ama kesik kesik. Araya başka muhabbetler ve muhabbetçiler girerek. Biz bunu bir birimize her ne kadar -hala bile- hissettirmemeye çalışsak da kazın ayağı hayli farklı oldu.
O illa evlenip yuva kurmak istiyor. Köyde hayatına devam etmek istiyordu. Ancak ekonomik ve sosyal şartlar bize bu şansı pek vermiyordu. Askerden sonra dünür yolladığı bazı kızların aileleri kızlarını ona vermek istemeyince;
Sıfıra sıfır elde var sıfır. Sözü onun adeta atasözü oldu.
Ancak sonradan iyi ki kimse bana kızını vermemiş de ben de hayatımı yaşadım dedi. Ve hala diyor.
Askerden sonra bir süre köyde pinekledi. Sonra etrafın da sıkıştırması ile polis olmaya karar verdi. Yapılan araştırma ve sınavlardan sonra Erzincan polis okuluna gitti 1985’in martında. 1986 martında Bursa’da göreve başladı. Ondan beri - arada dört yılın Diyarbakır’da geçtiğini saymazsak- Bursa’da yaşıyor. Orada evlendi. İki kız çocuğu babası oldu. Çocuklarını büyüttü okuttu, evlendirdi. Bu yıl eylülde emekli oldu. Torun büyütüyor. Birken ikinci kızından ikinci torunu da oldu. Mutlu, mesut, bahtiyar yaşıyor, Telefonla görüşüyoruz, yaz tatillerinde ancak yüz yüze o da birkaç yılda bir oluyor. Dört yıl görüşmediğimiz de oldu. Bekliyoruz ben de emekli olayım da daha sık görüşelim diye. Gel İzmit’e görüşelim diyorum. Çalışıyorsunuz zamanının dar sıkıntı vermiş olurum deyip hep sonraya erteliyor bakalım. Ben onu ziyaret çok gittim. Askerde daha birkaç aylıkken 1980 Kasımında Eskişehir İl Jandarma Alay komutanlığında görevliyken annesi ve – rahmetli- babasıyla bir hafta sonu ziyaretine gittik. Babaeski – Sinanlı köyünde de buluşmuştuk bir yaz tatilinde. Orada çeltik ekmişlerdi. Trenle gittim ve bir düğüne katıldık orada. Hem de arkadaşlarıyla tanıştık.
Bursa’ya ziyaretine çok gittim. Daha ilk görev yıllarında henüz nişanlıyken gittim bir gece misafir kaldım. Galiba Bilecik’ten asker dağıtım iznine Edirne’ye dönerkendi. Sonra Manisa Kırkağaç’tan teskere alıp Edirne’ye dönerken uğradım. Evlendikten sonra eşimle ilk yaz tatilimizde gittik ziyaretlerine. Sonra kulak ameliyatı olduğunda Gebze’den bir hafta sonu gidip Tıp fakültesinde ziyaret ettim. Kızlarının düğününe birine eşimle, küçük kızının düğününe büyük kızım Ecmelle gittik. Dönüşümüz bayağı bir maceralı oldu. Okulların açılma günü idi ertesi gün öğretmenler için ve trafik yoğunluğu vardı. Bursa’dan 23.00 gibi yola çıktık saat 02. de Gebze’ye vardık.
Onlar da tatillerde bize gelip uğradılar Uzunköprü’deki evimize sağ olsunlar. İşte böylece sürdürüp gidiyoruz. Arkadaşlığımızı.
İdris Orhan Gencebay tutkunu idi gençliğimizde ben ise Ferdiciydim. O hala arabasında Orhan Gencebay şarkıları cd si bulundurur. Ben denk gelirse dinlerim. İlla aramam. Ama Çeşme şarkısını duyunca Lise yıllarımızda Ahmet Ergi ile Ferdi Tayfur şarkılarını ezberlediğimiz günlere sinemaya filmlerini izlemeye gittiğimiz günlere dalar giderim.
İdris güvenilen emanet edilecek neyiniz varsa korkmadan teslim edeceğiniz sağlam bir karakter sahibidir. Benden çok çabuk arkadaşlık ilişkisi kurup kaynaşa bilen biridir. Samimiyetini, dürüstlüğünü ortaya sermekten çekinmez. Suistimallerde de boş ver o da öyle olsun der, kocaman yüreğine gömer giderdi o kişiyi de.
İstanbolluda –köydeki mera adı- üç arkadaş sabaha kadar uyumayıp benim derdimi dinlemeleri, Traktörle günlerce akşam üzerleri Edeköy’e amele bırakmaya gidişlerimiz, anneannemin hediye ettiği ineği almak için onların traktörüyle Yenicegöreceye gidişimiz. Köy kahvesinde gecenin üçüne kadar oturup bira içerek sohbet edişlerimiz, kızlarla konuşmaya gidince birbirimiz için gözcülük etmelerimiz, arada pusuya düşüp Kazım ağadan tokat yemesi, parti parti oyununda millet bizi ararken biz bilmem kimin bahçesinden aşırdığımız erikleri sohbet ederek yerdik.
25.12.2015 - İZMİT
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.