- 668 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SÖZÜN ÖZÜ...(KISA ÖYKÜ)
Tanımsızlığın serkeş tınısını resmetmişti bihaber iken o yansıttığı yeknesak, acı yüklü kaybolmuşluğundan…
Viran bir yerleşkenin geride bıraktığı toz dumandı görmekten hicap ettiği belki de tozutmuş bir bilinçti sahip olduğu bilinçaltının yüklediğini taşımaktan aciz.
Görünen miydi de görmek istemezken yoksa diline pelesenk olmuş bir nakarat mıydı sayısını unuttuğu?
Varlığı mademki zimmetliydi yokluk kabulüydü.
Kabul gören mademki uzak durduğu bir gerçekti, yalandı o zaman sığındığı dünya.
Ne çatısı vardı binanın ne de temeli bu yüzden hep ama hep maruz kaldığı o izafi boyuttu, gerçeğe yakın yine de yalana meyletmiş.
Senelerce o gel-gitlerle yaşamış sonunda ikna olmuştu, dünyasının nasıl da göreceliği olduğuna.
İnsanlar vardı. Tanıdığına inandığı yalanlar vardı inandırıldığı ve sözler vardı söylemese de söylendiğine kandığı.
Gerçekten kandırılmış mıydı da bu denli kolaydı? Kanmış mıydı da gerçeklere fazlasıyla uzak?
Bir çocuğu olduğuna dair ithamlarda bulunmuştu insanlar, o derin uykudayken ve uyandığında görecekti ki; değil bir çocuğu, bir ailesi bile yoktu.
Kanıksamıştı bu yüzden, o gergefin yarattığı izleği: Tanımsız olabileceğini ve alabildiğine.
En çok etkisinde kaldığı o çelişki yüklü görüntü idi; her defasında azrailin yoklamasında ilk sırada olduğu. Bir kadın tanımıştı sözüm ona en çok da rüyasında rast geldiği ve gözünü açtığında, başucundaki hemşireyi o isimle çağırmıştı:’’Aysel, Aysel!’’
Gülümsemişti beyaz melek: ‘’Demek kendinize geldiniz.’’
Ardından yeniden kaybetmişti bilincini.
Kaç gün uyumuştu ya da kaç hafta belki de aylarca lakin kimse bir şey dememişti ve demeyecekti uyandığında. Sadece hastanenin beyaz duvarları kadar beyaz yüzlere sahip adamlar ve kadınlar büyük bir tevazu gösterip saygı duruşuna geçmişlerdi.
İster sis bulutu deyin ister toz bulutu… Öyle ya, bir buluttan ibaretti artık dünyası; hiçbir rengin barınmadığı ve kerametin olmadığı gerisi yoktu o sis perdesinin, bir türlü dinmezken soru yüklü sağanak.
Bir keresinde yan odada yatan bir hastanın refakatçisi sızmıştı odasına ve gözünü kırpmadan seyretmişti adamı öyle ki; uyurken bile hissetmişti bu yoğun enerjiyi ve bir kereliğine gözlerini açıp etrafına bakındığında kimseye rast gelmemişti her nasılsa.
Yalıtıldığı ne varsa yanıldığına inanıyordu ve yanıldığı her yeni gün, uyanmamasına uyumak istercesine gerçekleri unutmak iken tek arzusu ve kaybettiği silah arkadaşlarını bir kez dahi göremeyeceğinin yarattığı acı iken çöreklenen en derinde.
Hatırlamak istemediği ne varsa merak ediyordu için için ve anımsamak nasıl canını yakacaksa, her yeni ayrıntıyı vücudu buz kesip derin acılarla bedeni yoğrulurken.
Coğrafyasını özümsediği ülkelerin ve kıtaların insanları kadar yakın bildiği kim varsa, kim bilir neredeydi? Mademki yanında değildiler hiç mi merak etmiyorlardı nerede olduğunu ki kendi dahi unutmuşken kim olduğunu ve neden bu karanlığın uzadıkça uzadığını.
Genelde derin uykusuna eşlik eden o yağmur sesi idi en yakın bildiği ama yine de hatırlamakta zorlandığı. Mümkün müydü duymamak her ne kadar duymasının ihtimal dışı olduğuna kanaat getirmiş olsa da doktorları.
Yağmur aralıksız yağıyordu ve yine yağmurlu bir gün, odasını boşalttılar; ıslak toprağın kayganlığında tek bir iz kalmadan geride tüm yalıtılmışlığına ve yarım kalmışlığına söz geçiremezken melekler.
Aylarca boş bir umut taşımıştı herkes onun her inleyişini iyiye yorup, yansıttığı acı iken en derinden nakşeden.
Ve doktor dosyasına şerh düştü onun ölümünden sonra:
‘’Kaldıramayacağı kadar ağırdı yükü ve yükümlüydü de, gazi unvanını şehit mertebesine taşımakla. Ne de olsa; şehit düşen askerlerini yalnız bırakmaya elverememişti içi bu yüzden dayanabildiği kadar dayanmış ve yine yağmurlu bir gün, silah arkadaşlarının çağrısına yanıtsız kalmamıştı. Ne de olsa sözü vardı ve sözlüydü vatanıyla sözüm ona, vatanperver geçinenlere inat.’’
Gözünden akan bir damla yaşı silmeye dahi yeltenmezken doktor koydu son noktayı:
‘’Sözün özü sözünün eriydi.’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.