- 685 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Nafile Telaşlar Müdiresi
Arz-ı endam ettiğim otuz iki yıllık hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Beğenildiğim, beğenildiğimi hissettiğim, kendimi olduğumdan daha ulaşılmaz gösterdiğim yıllarıma turp sıkmıştı birdenbire hayatım. Okul yıllarım çok başarılı geçmesine rağmen ve kariyerimin zirve denilebilecek en güzel yerinde ben boyu uzun olanın aklı kısa olur klişesinin canlı örneği olmayı seçmiştim. Güzellik yarışmasına katılmış, ikincilik derecesini almış, sonra her genç kız gibi podyumlara salmıştım kendimi. Hukuk Fakültesi’ni bitirmiştim, henüz yirmi iki yaşındaydım. Böylesi bir delilik ancak benden beklenebilecek bir davranıştı. Podyumlarda yıllarca salına salına çocukken bana burun kıvıranlara havamı attım durdum. Şimdi otuz iki yaşındayım, hâlâ bekârım; üstelik benden sonra gelenler podyumda beni yere sermeye yetecek kadar bir güzelliğe sahipler. Annem’le Babamı trafik kazasında kaybedip erkek kardeşimle öksüz-yetim çocuklar kervanına dâhil olduk. O günden sonra zaten hiçbir şey yolunda gitmedi. Mesleğimde tökezlemeye başladım, erkek arkadaşımdan ayrıldım, bakmakla yükümlü olduğum on sekiz yaşında bir erkek kardeşim vardı. Reşitti reşit olmasına ama; hâlâ bir başkasına bağımlıydı. Otuz iki yılımın en tökezlemeli, düşmeli, karamsar zamanlarını yaşıyorum. Erkek arkadaşım, amcasının kızıyla evleniyor! Bir düşünsenize… Pardon, ağız alışkanlığı işte; eski erkek arkadaşım. Beş yıldır birlikteydik, amcasının kızıyla evlenme nedenine gelince o kadar saçma bir neden ki duyduğumda kahkahalarla gülmemek için kendimi zor tutmuştum. Gözlerimin içine bakarak, “Nevin, ben çocukluk aşkıma tekrar âşık oldum!” demesin mi… Meğer bunlar ortaokul yıllarındayken birbirlerine deli divane âşıklarmış da, ne cesaretleri ne de paraları varmış o zamanlar. Tabii beyimiz müzmin çok da yakışıklı bir bekâr olunca, çirkef kızımız durur mu?! Kancayı bir güzel takmış, onu da kendisini de çocukluk yıllarına götürürcesine bir güzel işi pişirmiş benim ex aşkımla. Şimdi ne bir işim, ne bir dostum, ne de tutunacak bir dalım var. Geçen gün Psikolog arkadaşım Hülya ile karşılaştık da bana inanılmaz bir deneyim yaşayacağımı garanti eden birinden bahsetti, onun yanına gidersem her şeye karşı bakış açım değişirmiş; ne medyum, ne falcı, ne de psikologmuş bu bahsettiği kişi. Ona herkes “Nafile Telaşlar Müdiresi” dermiş. Ben de arkadaşımın aklına uyarak son bir çare onun yanına gidiyorum şimdi. Aslında böylesi bir çareye başvurduğum için kesinlikle deli olmalıyım!
Merhaba, öncelikle size kendimi tanıtmak isterim. Ben, nafile telaşlar müdiresiyim. Aklıma mukayyet olamadığım zamanları bir başkasının aklını çorba ederek geçiştiriyorum. Biliyorum çünkü yaşamda dert ettiğimiz hiçbir şey bizim samimi derdimiz değil. Acınası dünyamızın acınası serüvenini yazıyoruz hepimiz. Mesleğime gelecek olursam; ben bir yazarım. Nevin’in tökezlemeli hayatının yazarıyım. Ona bu işkenceyi reva görerek aklımın odasında kendisine bir koltuk seçmesini sağlıyorum, hepsi bu. Nafile telaşlar müdiresiyim çünkü yaşamda hiçbir şey bizim yazıp çizdiğimizden beter değil. Hepimizin kendi arzularıyla yıkıp geçtiği duvarları var, hepimiz mutluyken silahımızı kuşanıp kafamıza sıkıyoruz. Sonra da “adil olmayan bir hayat bu” diyerek, suçu hayata atıyoruz. Şimdi Nevin’in aklıma konuk olmasını bekliyorum, ben istersem hayatı düzelecek; ben istemezsem ona bahşettiğim otuz iki yıllık konuk oyuncu olduğu hayatı tepetaklak olmaya devam edecek.
“Merhabalar”
“Ooo! Merhaba Nevin Hanım, hoş geldiniz.”
Nevin’in kahverengi gözlerinde telaş vardı ve benim bu duruma bir yazar olarak el koyup telaşının nafile olduğunu ona kanıtlamam gerekiyordu. Boyu boyumdan uzundu elbet ama güzellik hususunda benim ona bahşettiğim ikincilik derecesiyle yetinmesi gerekiyordu. Çünkü ben ondan daha güzeldim, aklıma geldiği andan itibaren o da artık bu gerçeği biliyordu.
“Hoş buldum. Arkadaşım Hülya sizi bana tavsiye etti, çok farklı bir tekniğiniz olduğundan söz etti.”
“Evet, doğrudur. Sıkıntınız nedir Nevin Hanım?”
“Hayatım birdenbire adeta tepetaklak oldu, neye uğradığımı şaşırdım. İşimden, sevgilimden ayrıldım, o da yetmedi, annemle babamı kaybettim ve on sekiz yaşında bakmakla yükümlü olduğum bir kardeşim var. Yine iş bulurum; sorun değil elbet, kapı gibi bir diplomam var şükür; hukuk fakültesi mezunuyum.”
“Hımm… Evet…”
Kısa ve öz tepki veriyor oluşuma çatık kaşlarıyla sessizce yanıt verir gibiydi Nevin.
“Dalga mı geçiyorsunuz?”
“Yoo, hayır, sadece sizi dinliyorum. Devam edin lütfen.”
O kadar çok birikmişti ki içinde her şey, ne olursa olsun dalga dahi geçsem onunla o yine de anlatmak niyetindeydi.
“Eski sevgilim amcasının kızıyla evleniyor, düşünebiliyor musunuz?!”
“Evet. Düşünebiliyorum tabii ki.”
Ukalaca yanıt verdiğimi düşünür gibi koltuğundan hışımla kalkarak “ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?” dedi.
“Ah… Sinirlenmeyin lütfen, sizi yazıyorum; size bir hayat biçiyorum, sizi sorunlarla boğuşturuyorum ve temennim sorunlarla boğuştuğunuzu düşündüğünüz şu dakikalarda size nafile telaşlarınız olduğunu hatırlatmak.”
“Sen… Sen… Ne saçmalıyorsun?”
“Sizli bizli seviyeden çıkıp senli benli kabaca bir muhabbete bürünmek de benim seçimimdi tabii ki Nevin. Bunu da biliyorsun, öyle değil mi?”
Nevin daha fazla dayanamayarak odadan çıkmak istediğini söyledi. Ben izin vermeden bu odadan çıkamazdı, gidemezdi, bunu ona yavaş yavaş hatırlamakta fayda vardı.
“Sen kim olduğunu sanıyorsun? Hülya’yı dinleyip buraya gelmekle çok büyük bir hata yaptım. Zaten bunalımdayım, senin zırvalıklarını dinleyerek iyice fenalaşacak seviyeye geldim.”
“Evet… Hülya da ne biçim psikologmuş be! Öyle değil mi? Seni eliyle koymuş gibi buralara kadar, bana getirdi.”
Nevin odadan çıkamayacağını anlayınca sinirlerine hâkim olmaya çalışarak koltuğa tekrar oturdu.
“Evet Nevinciğim, senin ve okurların sabrını yeteri kadar sınadığıma göre –yazar burada gülümsüyordu- kendimi tanıtmaya başlayabilirim. Ben, nafile telaşlar müdiresiyim. Bu hikâyedeki görevim bir yazar olarak aklımdan seni ortaya çıkarıp, sana dertler derya olmuş ben de bir sandal misali dertlerin dertlerini katıp, kendimi yaşamda her celladın bir iyi yanı vardır deyip seni törpüler vaziyete getirecek olan kişi olarak; nafile telaşlar müdiresi olarak gösterip, aslında dertlerimizi kendimize yakıştırdığımızı anlatmak… Sana bu hikâyede amansız hastalık misali bu dertleri ben verdim, sevgilini birdenbire ex hâle getirip üstelik bu devirde amcasının kızıyla (!) baş göz edip seni bir de 18 yaşında reşit ama (bağımlı!) bağımsız bir kardeşle baş başa bıraktım. Biri gerekiyordu aklımın odasında sualleri bana sorman için seni bana getirecek biri; Hülya’yı da ben işin içine kattım. Şimdi, Hukuk Fakültesi’nden mezun, kendi ayaklarının üzerinde paşalar gibi durup ülkenin adaletsiz adaletli düzenine baş kaldıracak olan bir genç kız neden manken olsun ki?
Böyle gıcır gıcır bir o kadar da meşakkatli bir mesleği varken neden manken olsun? Buradaki amaç; insanların gül gibi meslekleri dururken en olmaza meyil edip bir zaman sonra pişmanlık kürsüsünde konuşma yapacak seviyeye gelebileceklerini hatırlatmak içindi.
Nevin benim istediğim gibi koltukta süklüm püklüm oturur vaziyete gelmişti. Okurlar da biliyorlardı aslında; hayatın gerçekleriyle hikâyelerin gerçekleri arasındaki tek benzer yönün bir şeyleri yaratıp sonra da yarattıklarından kaçmak olduğunu… Mutluluk dururken en olmaza meyil ederek mutsuzluğu seçer, kadere söver, “Allah’ım nedir bu çilem?” deriz; hikâyelerin de benzer yönü budur. Yazar, yazabilecek çileleri döşeyip, sonra da o dertlerden kaçış senaryolarını döşer aslında bu bir bakıma “Dertlerin kölesi değilsiniz, dertler sizin köleniz” deme biçimidir yazarın. Bak nevin, ya da sevgili okur; ben nafile telaşlar müdiresiyim. Boş yere telâş ediyorsun, boş yere kendini üzüyorsun, boş yere hayatını çöpe atıyorsun dersem ve hayatımı çöpe atmak konusunda bir numaraysam özel hayatımdaki ürkek bakışlı kedicik ile hikâyelerimdeki dertdaş, gönüldaş, filozofluğun dibini bulmuş çözüm odaklı ders veren kişiye ayıp etmez miyim? Aslında her insan birkaç parçadan oluşur. Yapboz parçaları eksik değildir; insan kendini öz olarak bulamadığı vakit eksik hisseder sadece. Şükür sebeplerimiz isyan sebeplerimizden her zaman fazladır. Yalnız, biz arabesk hayatımızın sinek öldürücü ilacıyız. Kendimizi başkalarına karşı küçücük hissettiğimizde ve bunu özellikle kendimize hissettirdiğimizde isyan sebeplerimiz şükür sebeplerimizden ağır basıyor ve kendimizi bile isteye öldürmeyi seçiyoruz.
Nevin gülümsemeye başlamıştı benimle birlikte. Aklımın odasında koltuğa yaslanmış öylece gülümsüyordu. Çünkü artık o da biliyordu ona verilen dertlerin sadece nafile telaşlar müdiresinin yaratıcılığını sergilemek uğruna döşediği çılgınlıklar olduğunu… O da artık biliyordu, bu dertlerin hiçbirinin aslında ona ait olmadığını, aslında kendisinin bile gerçek olmadığını. Gerçek neydi ki hem? Gerçek hayatta başrol biziz diyerek aldanırız; nafile telaş ederiz başrollükten alınma korkusuyla. Aslında hiçbirimiz başrolde değiliz. Fani dünyanın bereketi kaçmasın diye konuk oyuncu olmaya gelmişiz. Görevimiz fani dünyamızın salıncağından düşsek bile dimdik durup layıkıyla esas yuvamıza dönmek. Dertlerimizi bize sunan Allah’a dertlerimiz için isyan ederek değil, dertlerimizin sınav olduğunu bilerek gülümsemek. Oysaki biz gülümsemek yerine nafile telaşlara kapılıp bu alanda türlü dereceleri kapıyoruz. Bu yüzden intihar edenler, bu yüzden düş kırıklığından düşenler, bu yüzden gönül gözünü kör edip nefrete meyil edenler oluyor. Neyi yaşatırsak bu dünyada, gerçek olan odur. O gerçektir.
“Mademki ben gerçek değilim. Mademki ben gerçekten yaşayan değilim, mademki sadece nafile telaşlar müdiresinin yani yazarın bir ürünüyüm; o vakit dertlerime üzülmek pek bir yersiz.”
“Ha şunu bileydin! İşte, biz de gerçekliğimizin sadece bizim yaşattıklarımızdan ibaret olduğuna inansak dertlerimizin de kendimizin de sadece gerçekliğe aldanan kayıp ruhlardan ibaret olduğunu fark edeceğiz. Ama neredeee… Benim de dertlerime sövmüşlüğüm; benim de isyan müptelası olup “getir oradan bir rakı kardeş!” demişliğim ama rakıyı boğazımdan bir damla dahi olsun geçirmemişliğim, ağzıma rakı koymamışlığım olmuştur. Dertlerini unutma aracı olarak rakıyı dost bilen esas dostun Allah olduğunu unutuyor mu? Biz, ah biz… Öleceğimizi bile unutuyoruz. O vakit hangi dert kalıcıdır ki? Derdin çorap ördüğü kişi kalıcı değilken; dert kalıcı olur mu?”
Nevin ona layık bulduğum bordo renkli çantasını eline almış, kısa da olsa aklımın odasında bile olsa yer bulduğu için gülümseyerek bana sessizce teşekkür ediyordu. Şükür sebepli yanlarını ortaya çıkardığıma göre Nevin’in; senin, benim, onun, bizim, hepimizin… O vakit aklımın odasının anahtarını Nevin’e atıp odadan çıkmasını sağlayabilirim.
Nevin anahtarı havada yakalayıp kapıyı açıp sessizce çıkıp gitti…
Dilara AKSOY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.