- 502 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Yol Hikâyesi
Otobüs, içerisindeki insanlarla birlikte savrulup duruyordu. İçerisi, tek bir koltuk boş kalmayacak şekilde tıka basa doluydu ama şu ana kadar kimsenin sesi çıkmamıştı. Zira herkes bir başkasının ilk tepkiyi vermesini, ilk taşı atmasını bekliyordu. Mehmet sabırlı, kendi halinde ve sessiz biri değildi. Yine de, otobüsün içinde şu ana kadar oluşmamış birlik havasının bir şekilde oluşmasını umuyor, hemen sonrasında ateşli bir şekilde bağırıp çağırarak şoförü suçlayan yolculara katılıp, kalabalıkta kaynamayı düşünüyordu. Hele birisi “Yavaş kardeşim, sallanmaktan içimiz dışımıza çıktı” diyecek olsaydı. Mehmet’te “Arkadaş doğru söylüyor. İçimiz dışımıza çıktı” diyecek, karşı taraftan ters bir cevap gelirse ve uğultular iyiden iyiye yükselirse “Kamyon değil hocam bu otobüs. Yorgunsan, uykusuzsan çek bi petrole. Haksız mıyım arkadaşlar, konuşsanıza?” diyerek, dümdüz gidecekti.
İstanbul’dan, memleketi Eskişehir’e giden otobüse, gece 11’de, sadece o saatte yer bulabildiği için bilet almıştı. Zira okullar kapanmış, tüm öğrenciler memleket yollarına düşmüş, biletler karaborsa mesabesinde bulunur olmuştu. Gece yolculuğunu hiç sevmemesine rağmen, şu anda bilet bulabildiği tek otobüsün, en arkadaki 45 numaralı koltuğunda, şoförün salvolarıyla alabora olmaktan kendini alamıyordu. Yine de, çocukça bir iyimserlikle, sabaha karşı bir saatte Eskişehir’de olmayı düşünüyordu.
Otobüste ekseriyeti öğrenci olan bir kitle, bir iki orta yaşlı aile, küçük çocukları olan genç bir çift, birkaç da yalnız yolcu vardı. İçeriye ilk adımlarını attığında, küçük çocuklu aileye denk gelmekten memnun olmamış, bütün yol boyunca; süt içmek isteyerek, kakasını yaparak, uykusunu toplayamayarak ağlayacak bebeğin kulak tırmalayıcı sesiyle bütün otobüsü titreteceğini, yolun bir türlü bitmeyeceğini düşünmüştü. Ama gelinen bu noktada, küçük çocuk tutunacak tek dalı olmaya başlamıştı. Zira, iyiden iyiye azıtmaya başlayan otobüs şoförüne sinirlenirken, “Şu sabinin yüzü suyu hürmetine yırtarız inşallah” diye düşünmekten kendini alamıyordu.
Şoförü merdivenlerin başında ilk kez gördüğünde, kolları külhanbeyi gibi iki yana açıktı. Bir taraftan sigara içiyor, bir taraftan “Hadi gardaşım nerdesiniz ya. Galkıyo araba, binin çabuk” diye bağırarak, otobüse doğru yürüyenleri azarlıyordu. Tam O’na da bağıracakken Mehmet’in tehditkâr bakışlarından çekinmiş, hiçbir şey olmamış gibi dönüp yanındakilerle konuşmaya başlamıştı. İşte, aralarında ilk temasın kurulduğu o andan itibaren, hiç gözü tutmamıştı bu adamı. “Neyse” deyip yerine ilerlerken, yakın mesafe yolculuğu yapacaklarından, bu tek şoföre mahkum olduklarını düşünmüş ve “Götürüp getiremeyecek birine, trilyonluk arabayı teslim etmezler herhalde” diyerek, Anadolu’ya has bir tevekkülle 45 numaralı koltuğa yerleşmişti. Zira; her şeyi hayra yorma, tevekkül, kanaat, tevazu, fedakarlık, cesaret, edeb ve yumuşaklık, merhamet, fazilet, kötülük yapana iyilikle mukabele etme ve hep iyi düşünüp iyiye yorma gibi insani hasletler olmaksızın, Anadolu’da yaşama tahammül edilemezdi. Yaşamak zaten başlı başına bu denli zorken, bir de ekstradan; diğer insanlarla kaynaşmak, hangi davranışları hangi reflekslerle yaptıklarını anlamak, neyi sevip neyi sevmediklerini bilmek, tahammül aralıklarını kestirmek ve daha bir sürü şeyi aynı anda yapmak gerekiyordu. İşin ilginci; tırnak yiyen birini gördüğünde tiksinerek kafasını çeviren hatta orayı terk eden insanlar varken, başka bir insanı yiyen bir yamyam kabilesine rahatlıkla bakabilecek, hiç rahatsız olmadan onları izleyerek yemeğini yiyebilecek insanlar da vardı. Makas çok açık, farklılıklar çok fazlaydı. Bir keresinde, daha lisenin ilk yılındayken yaşadığı bir olay O’nu epey şaşırtmıştı.
Okulun bıçkın ve sert müdür muavini, bir arkadaşlarını bayağı kötü dövmüştü. Zira o zamanlarda aileler dayak yiyen çocukları yüzünden okul basıp öğretmenleri dövmez, adliye yollarına düşmezdi. Mustafa Hoca da, çok ilginç metotlarla öğrenci dövebilen, bir ayı öğretmendi. Örneğin; azarlamak için karşısına dikilttiği iki öğrenciyle konuşurken, birdenbire birinin boynunu tutup sıkmaya ve aynı anda diğerinin karnına tekme atmaya başlayabilirdi.
Dayak mağdurunun yanına giden Mehmet, konuya nasıl gireceğini bilemediğinden, bir müddet kıpkırmızı yanaklı, hırpani saçlı arkadaşının yanına oturmuş, sonra birden “Boşver ya, takma kafana” demişti ;
- Ne, n’oldu?
- Hani, biraz önce tatsız bi olay yaşandı ya.
- Haa, ben ona üzülmüyorum ki, bugün pantolon değiştirmiştim, cebindeki parayı almayı unutmuşum.
- Al, yarın geri verirsin.
Tüm harçlığını pek de iyi tanımadığı çocuğa verdiği sırada ve sonrasında, bu davranışı
hiç anlayamamıştı. Zira, aynı dayağı kendisi yemiş olsa mahvolur, hezeyandan hezeyana sürüklenirdi.
İşte, şoförü daha ilk gördüğünde, Mustafa hoca gibi hiç sevmemiş ama eli mahkûm otobüse binip oturmuş ve yola çıktıkları ilk andan beri, bir o tarafa bir bu tarafa savrulmaya başlamıştı. Otobüsün önlerindeki birkaç kafa; kah koridora eğilerek, kah önündeki koltuğun üstüne uzanarak yola bakıyor, huzursuzca bir o yana bir bu yana hareket ediyordu. Bu arada muavin, şoförün yanındaki koltuğunda fütursuzca oturuyor, arada sırada arkadaki dolabın yanına gelip, bazen tek, bazen iki bardakla geri dönüyordu. Bu geliş gidişlerinde, ya otobüsün sallanmalarından ya da Mehmet’i korkutan başka bir nedenden yalpalıyor ve şaşılacak bir şekilde hala uyuyabilen birkaç yolcuya çarpıyordu.
Mehmet’i korkutan şey; içeceklerin katkılı olmasıydı. Zira, kısa mesafe yolculuğu yapıldığından ikinci kaptan yoktu ve eğer öyleyse muavinden de hayır gelmezdi. Bir test yapmak için istek düğmesine bastı. Muavin geldiğinde onu biraz lafa tutmayı, bu esnada hal ve hareketlerini gözlemlemeyi, dilinin peltekleşip peltekleşmediğini, nefesinin kokup kokmadığını anlamayı istiyordu. Önce önlerdeki bir koltuğa, sonra O’na uğrayan muavin “Buyrun ne istediniz?” diye sordu. Mehmet, hafifçe eğilerek ve burnunu adamın ağzına biraz daha yakınlaştırarak “Soğuk içecek ne var?” diye sordu. Adamın konuşmalarıyla, kesif bir koku Mehmet’in burnunu dolduruyordu. “En iyisi” dedi, “Bi su ver bana”. Muavin biraz yalpalayarak ve sallanarak su şişesini çıkardı. Önündeki plastik rafa koyduktan sonra, arkasını dönüp yürümeye başladı. Mehmet; kendisinden uzaklaşan muavini, sigara içerek gaza daha da basan şoförü ve yolcuları bir müddet süzdükten sonra, güvenli bir seyahat vaadiyle kapattırılan cep telefonunu açıp, 155’i çevirdi. İçerisinde seyahat ettiği otobüsü ve trafik canavarı şoförünü, saatlerce yolda kalmayı göze alarak ihbar edecekti. Ama ilk önce otobüsün plakasını öğrenmeliydi. Çağrı düğmesine bir kez daha bastı. Muavine “Beni Eskişehir’de karşılayacaklar da, otobüsün plakasını soruyorlar” dedi. Muavin uzaklaşınca 155’i tekrar çevirdi. Sarhoş bir şoför ve aynı sarhoşlukta bir muavinle İstanbul’dan Eskişehir’e doğru gittiklerini, adamların arabayı doğru dürüst yolda bile tutamadığını, içerisinin tıka basa yolcuyla dolu olduğunu ve can güvenliklerinin olmadığını anlatarak, arabanın durdurulmasını, işlem yapılmasını istedi. Telefonu kapattı ve otobüse ilk bindiğinde küçük bir baş hareketiyle selamladığı, daha sonra kulaklıklarını takıp tek kelime etmediği yanındaki yolcuyla ilk kez konuşmaya başladı;
- İyi yaptın hocam. Sen yapmasan ben yapacaktım.
- Napayım ya? Vaziyeti görüyosun. Gerçi bizi işlemleri bitirene kadar tutarlar ama
en azından tek parça varırız memlekete.
- Doğru söylüyosun, bekleriz, önemli değil.
- Bu arada ben Mehmet
- Ben de İsmail.
İsmail de İstanbul’da öğrenciydi. Hukuk okuyordu. Dersleri ağır olduğu için memlekete fazla gidemiyordu. Sakarya Caddesi’nde oturuyorlardı. Çok özlemişti Eskişehir’i…
Mehmet anlatılanları dinlemeye çalışırken, yaptığı ihbardan dolayı üzerine çöken huzursuzluğu ve gerginliği bir türlü atamıyor, türlü türlü düşüncelere dalıyordu. Önden birileri de yaptığı telefon konuşmasını duymuş olmalıydı. “Ya otobüs durdurulunca şoföre ya da muavine şikayet ederlerse” diye düşündü. Daha da kötüsü; ya şoför ya da muavin bizzat duyduysa. Başına bela alır mıydı? Gerçi İsmail hukukçuydu. Hem O’na hak vermişti. Ben de aynını yapacaktım, lakin sen erken davrandın dememiş miydi? Otobüsün camından salt karanlığa, hiçliğe bakmaya başladı. Burada, O’nu öldürüp atsalar kimsenin ruhu duymazdı. Eğer çevirmeden önce otobüsü durdurur, “Arkadaş sen gelsene iki dakka” diye aşağı çağırırlarsa inmem diye düşündü. Bir yandan da yanında yamacında sopa, demir var mı diye bakınıyordu. Acaba polisin otobüsü durdurması ne kadar sürerdi? Buraya yakın bir devriye var mıydı? Yoksa ihbardan sonra merkezden mi gelecekti? Eğer öyleyse belki onlar yetişemeden bir şekilde yolculuk biterdi. Dışarısı zifiri karanlıktı. Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki ışık oyunları ve parıldamaları yoktu. Salt karanlıktan başka hiçbir şey yoktu. Halbuki filmde, katille olay yerine giderlerken ve durup top gibi ağacı ararlarken, her şey ne kadar da aydınlık, belirgin, açık-seçik, net ve çekici görünmüştü gözüne. Şehirlerarası yolların hiçlik derecesindeki karanlığından nasibini almamış, aydınlık bir ferahlık söz konusuydu filmde. Soğuk gecede, rüzgârda hışırdayan yaprakların sesleri ve görüntüleri ruha bir genişlik ve mutluluk veriyordu. Ama şimdi, camdan dışarı baktığında, bırakın yaprağı, belirgin bir ağaç bile göremiyordu Mehmet. Çevirmeden önce yapacakları yolculuk ne kadar uzun sürerse, pişmanlığının o denli artacağını biliyordu. Yine de, insani bir iyimserlikle İsmail’i düşünüyor, yeni tanıştığı halde kendisine destek olacak koltuk arkadaşına güvenmek istiyordu. Bu anlarda; “Bu adamlar bana bir şey yapmaya kalkarsa, yardımcı olur musun diye sorsam mı?” diye düşünüyor, gururuna yediremediğinden ağzını açıp bir şey söyleyemiyordu. “Kavgaysa kavga lan, başlarım böyle işe” diye sinirlendi içinden. “Ne olursa olsundu!”. Zira Anadolu’da erkek olmak; hiçbir şeyden korkmamak, delicesine korkuyor olsa bile kimseye belli etmemekti. Kuduz bir sokak köpeği saldırırsa eğer onu elleriyle öldürmekti. Eve giren hırsızı kovalamak, yakalayıp, bastırıp alaşağı etmekti. Geçimsiz komşunun ya da trafikteki hasmının ağzını burnunu dağıtmaktı. En azından dağıtacağını, merak etmemelerini söyleyerek güven telkin etmekti. Sokaklarda bağırıp çağıran sarhoşlara, madde bağımlılarına kafa tutmak, canı pahasına posta koymaktı. Tüm bunlar, o erkeğin kalemi işler olmasa da, giydirilen elbise buydu ve eli mahkûm giyilmeliydi.
Ağır ağır yavaşlamaya başlayan otobüs, düşüncelerinden sıyrılmasına neden oldu. Koridora doğru eğilerek, trafik kontrol yazan tabelayı ve telaşla bir şeyler yapan şoför ve muavini izledi. İsmail’e dönüp “Yaptığım görüşme” dedi, “Aramızda bir sır olarak kalsın”. Polis noktasına girip duran otobüsün kapıları açıldı, iç lambaları yandı. Bir memur içeriye girdi. Evrakları istedi. Şoför telaşlı ve şaşkın yukarıdaki torpidoyu açtı ve tüm evrakları, boş su şişelerini, eski püskü kirli bezleri, kırık bir el fenerini ve küçük bir kutuyu tepesinden aşağıya düşürdü. Evrakları alan memur “Benimle gelin” dedi ve hep birlikte otobüsten inip gittiler. Mehmet, İsmail ve beraberlerindeki yedi sekiz kadar tiryaki de sigara içmek üzere onları izledi. Mehmet, en çok da meraktan, polisle konuşan şoför ve muavine doğru yürüyüp, arkasını onlara döndü ve sigarasını içerek dinlemeye başladı;
- 375 promil alkollüsünüz. Sizi bir süre misafir edeceğiz. Şu kenarda bekleyin.
- Amirim valla yanlış çıktı, ben 25 senelik şoförüm.
- Ölçüm doğru beyefendi, kenarda bekleyin.
- Abi gözünü seveyim arabayı bağlamayın, yolcular var. Hem bu cezayı da hep bizden keserler. Bana acımıyorsan şu muavine acı. Bu yaz evlencek.
- ………………..
- Yıllardır bu yoldan gidip gelirim abi ben. Hiç burada durdurmazdınız.
- Şikayet var kardeşim, bekleyin.
- Şikayet mi? Amirim kim şikayet etsin bizi?
- …………………
- Biz kimsenin canına, malına, ırzına, namusuna bakmayız. Vatanını, milletini seven milliyetçi insanız biz abi.
- Bekle orda!
Mehmet, bu diyaloğu dinleyip sigara içerken, bir anda omzundan tutulup, sertçe geriye
doğru çekildi. Tam yüzünün ortasına doğru gelen bir karaltı ve burnuna aldığı çok sert bir darbeyle gerisingeri yıkıldı. Olayın şokuyla tüm vücudu uyuşmuştu. Otuz saniye kadar ne olduğunu anlayamadan yerde uzandı. Sonra yarı doğruldu ve göz göze geldiklerinde kafasını çevirip sigarasını içmeye devam eden İsmail’i ve muavini yere bastırarak bağıran polisleri gördü;
- Şerefsiz! Niye vurdun lan adama!
- Bizi O şikayet etti amirim.
- Şerefsiz seni! Şikayetçi olsun da gör kafa vurmayı. Kalk yerden, dikil!
- Amirim valla O. Beni çağırıp otobüsün plakasını sorduydu.
Onlar karakola, Mehmet’te başka bir polis arabasıyla hastaneye gitti. Burnu
koca koca tamponlarla sarıldı, kapatıldı;
- Geçmiş olsun. Kırığınız yok. Darbeye bağlı travma olabilir. Birkaç saat
müşahede altında kalacaksınız. Sonra karakola gidebilirsiniz. Size saldıran kişiyi orada tutuyorlar. Şikayetçi olmak için uğrayıp ifade verecekmişsiniz.
Mehmet bir taraftan burnuna dokunurken, bir taraftan etrafını inceliyordu. Bir ilçe hastanesinin acil servisinde ne görülebilirse, onları görüyordu; Yeşil ameliyathane örtüsüyle kaplanmış iki sedyenin arası, perdelerle ayrılmıştı. Başlarında oksijen cihazları vardı. Biraz ileride eskimiş ve üzerinde atılan yüzlerce dikişten yorgun düşmüş küçük bir dikiş sehpası, camlı bir dolabın içinde sargı bezleri, tamponlar, eldivenler, onun yanında sterille uzaktan yakından alakası olmayan iki çekmeceli metal bir dolap, pansuman malzemeleri, kanlı-kirli bezler, şırıngalar, her türlü tıbbi atık ve yiyecek, içecek ve çerçöpün toplandığı ağzı açık kocaman bir kova, arada sırada gelip geçen hastabakıcı ve hemşireler. Diğer sedye boştu, yanına uğrayıp bir şey soran da yoktu.
Yolculuğu, karanlık yolları, küçük bebeği, İsmail’i, Eskişehir’i ve muavini düşünmeye başladı. Nasıl olup da ihbarı yapanın O olduğunu anlayabildiğine hayret ediyordu. Bu ince zeka gerektiren bir şey değil miydi? Yoksa, salt şark kurnazlığı bu kadar anlayış için yeterli miydi? Bu düşünceler içerisinde, burnunun ve buna bağlı olarak başının, boynunun, yanaklarının, dişlerinin zonklamasıyla bir saat kadar uyudu. Sonra uyanıp, yavaşça doğruldu. Eşyalarına bakındı. Cüzdanı, telefonu, sigarası ve çakmağı yanındaki küçük sehpanın üzerindeydi. Polisler onu buraya getirirken, üstünü başını derlemiş toplamış, eşyalarını da tertiplice buraya kadar taşımışlardı. Başı hafiften dönüyordu. Cüzdanını ve telefonunu cebine koyup, kimseye görünmeden çıkışa doğru yöneldi. Ne karakol ne de başka bir yere uğramadan, doğrudan ilçenin küçük otogarına gidecek, buradan Eskişehir’e giden ilk otobüse binerek evine doğru yola çıkacaktı. Evdekilere ne söyleyeceğini, pekâlâ yolda da düşünebilirdi. Oradan geçen birine, yayan on dakika uzaklıktaki yolun tarifini sorup, bir sigara yaktı. İki saat sonra kalkacak ilk otobüsle ayrılacağı ilçenin otogarına doğru, hızlı hızlı yürümeye başladı.
YORUMLAR
Merhaba Şinasi Bey, yazınızdaki şöför profili eski otobüs yolculuklarımı anımsattı bana. Şikayet edecek kadar cesur ama sonucu beklerken korkak olan Mehmet'in ruh halini iyi analiz etmişsiniz.
Hele hastane betimlemen tıpkısının aynısı.
Tebrik ederim.
şinasi zafer
Selamlar…